Quantcast
Channel: ertangil.com - Felsefî Değiniler
Viewing all 287 articles
Browse latest View live

Rusya Gezisinden Resim Üzerine Notlar (3)

$
0
0

Bu küçük sergi odası sesliydi. İşittiğiniz seslerden hikayenin hangi tabloda geçtiğini tahmin ediyordunuz. İlk kez böyle bir deneyim edindim.


Melekle Akşam Yemegi. Ne gündüz ne gece. Birliğin, beraberliğin simgesi olan yemek masasında adam tek başına. Ona eşlik eden melek muhtemelen ölmüş karısının ya da bir akrabasının hatırası. Belki de yalnızlığı vurgulanmak istenmiş ve melek figürü ile kimse kastedilmemiş. Bilmiyorum. Ressam Vladimir Elchaninov / 2006.


Pavel Grishin'den Leonardo Da Vinci'ye selam. Son Akşam Yemeği. Bu kez İsa ve on iki havarisinin yüzleri ve ifadelerinde yansıyan duygular yok. Ne düşünüyorlar, nasıl hissediyorlar bilmiyoruz. Gerisi hayâl gücümüze kalıyor. Da Vinci'nin freski o kadar güçlü ki insan bu anonim yüzlere bakarken bile Da Vinci'nin karakterleri canlanıyor gözünde.


Vladimir Dukhollinov / 2005. Solda aklın bakışımlı, köşeli, kesin ve keskin uzamı. Sağdaysa doğal olanın, duygusalın öngörülmez kıvrımları. Sağ ağır bassa da denge yakalanıyor. Apollon ve Dionysos'un, Süperego ve vahşi benliğin dengesi. Huzur.


Samandan ya da otlardan (?) oluşma melek kanatlarına sahip ama kanatlarının ağırlığından uçamayan köylü kadınlar.


"Başka bir gün daha". Her gün bir öncekinin aynısı. Öte yandan dolabın her kapağı farklı renkte. İnsanın önündeki sonsuz seçenekler gibi. Yeni, rengârenk deneyimlere yelken açmak kısmen de olsa elimizde. Ressam Denis Ichitovkin / 2006.


"Sanat +" hareketinin amacı insan etkinliğinin iki karşıt alanı olarak bilim ve sanatın bireşimini sağlayarak bu karşıt ikiliği aşmak. Gördüğünüz eserde bilim insanları ile sanatçılar beraber çalışmış. Her bir elinizden ikişer parmağınızı belirli yerlere koyup düşünüyorsunuz. Rasyonel, analitik, sözel şeyler düşündüğünüzde beyninizin sol lobu harekete geçtiği için aygıt sol hoperlörden, derinizden aldığı titreşimlere göre bir ezgi türetiyor. İkinci denememde II. Nikolay'ın ölümünü, Nietzsche'nin coşkulu bir aforizmasını ve yücelik hissi veren kendime özel bir mevzuyu düşündüğümde sağ hoperlörden, gürültülü ve gergin bir ezgi meydana geldi.


Yunus'un Öyküsü. Denizin ortasında çıkan fırtına üzerine gemidekiler günahkârı saptamak için kura çekerler. Kura sonucu Yunus denize atılır ve Tanrı tarafından bir balık gönderilir. Balığın karnında karaya çıkana dek dua eden Yunus Peygamber karaya çıktığında onbinlerce kişiyi dinine inandırır. Balık, teknesidir Yunus'un. Yutulması ise kendi vicdanının girdabında sınanması. Vladimir Fateev / 1990.


Bu bir tablo değil, boş bir çerçeve. Karşıdaki görüntü ise galeriyi gezenlerin canlı görüntüsü. Hayatın kendisi bizatihi sanat yapıtı hâline getirilmek isteniyor. Bedri Baykam da boş bir çerçeveyi yüksek bir fiyata Ülker'in patronuna satmıştı diye hatırlıyorum. İlginç bir konsept ama yaşama sanatı denince zanaatkârların sepetlerini, halılarını ve kadınların dikiş nakış işlerini tercih ederim. Onları yalnızca temaşa etmiyor ayrıca kullanıyoruz.



Job ve Karısı. Kadının kibar tabiriyle dırdırından, sözel şiddetinden yılmış bir adam görüyorum şahsen. Karısının eli tabanca gibi Joe'nun kafasına dayanmış. Joe'nun tartışacak, cevap verecek takâti yok. Dimitri Margolin / 2012.


Adem ve Havva. Suçluluk duygusu sezdiriyor kendini. Adem, kendisini yasak meyveyi yesin diye ayartanın Havva olduğunu söylercesine onu işaret ediyor. Tarihin başlangıcından beridir kadının şeytanî ve ezeli ayartıcı olarak görüleceğini bilmeden. Artalanda Leibnizci " mümkün Dünyaların tümü " var. Gönderildikleri Dünya ise Leibniz'in sandığı üzere mümkün Dünyaların en iyisi olmasa gerek. Ressam Aleksandr Sagoskin.



Velasquez'in meşhur "Las Meninas" (Nedimeler) tablosunu bilgisayarda bir fotoşop efektine tabi tuttuğunuzda bu görüntü elde ediliyormuş. Ressam Andrey Rudjev ise bunu geleneksel yöntemlerle yapmış. Nedimeler, ressamın birden fazla odak noktası sunduğu, resme kendini de dahil ettiği ve Foucault'nun Kelimeler ve Şeyler adlı kitabının kapağını süslemiş bir eser.


Solda Heidegger'in yel değirmeni örneğinde olduğu gibi, rüzgârın inisiyatifine teslimiyet. Balık gelirse ne âlâ. Sağdaysa doğaya müdahale. Zorla koparıp alma, onu dönüştürme. Hayatta ikisi de var. Ressam Maria Safronova / 2010.

Maksim Gorki'nin Evine Yaptığım Ziyaret

$
0
0

Maksim Gorki'nin Ana adlı kitabını çoğunuz okumuşsunuzdur. Çocukluğum adli otobiyografik romanı da ayrı bir güzeldir. Filmi de güzeldi bence. Gorki son yıllarını Sovyet hükümetince kendisine tahsis edilen bu küçük çaplı malikane de geçirmiş. Içeriye kar ayakkabısı gibi terlikleri ayakkabınızın üstüne giyerek girebiliyorsunuz. O terlikvari aparat başıma bela oldu. Ayaklarımı süre süre gezindim :) Gorki'nin çalışma odası ve daktilosu.


Her insanın farklı merakları olabiliyor. Öylesine çalkantılı yıllarda Gorki samuray ve ejderha figürleri gibi onlarca Uzakdoğu kültürüne dair biblo biriktirmiş.


Kitaplığı olmayan yazar olmaz elbette. Şahsen kapaklı kitaplıkları sevmem. Kitapla arama mesafe koyuyor gibi gelir.


Gorki ve oğlu. Oğlunu çok severmiş ve maalesef oğlu kendisinden önce vefat etmiş. Bundan sonra Gorki 2-3 yıl dayanmış; zira oğlunun ölümünün ardından Gorki'nin bütün neşesi kaybolmuş.


Gorki'nin yatak odası. Küçük bir kız çocuğu olan torununu çok severmiş Gorki. Ölümüne doğru torununun -yatağın yanında gördüğünüz- fotoğrafını hep başucunda tutmuş.


Burası, dedim ya, sıradan bir ev değil, daha ziyade bir konak. Yemek odasında kahvaltılar ailece yapılırken, özellikle akşam yemeklerinde konuklar eşlik edermiş. SSCB'de Yazarlar Birliği'ne başkanlık eden Gorki'nin sofrasına gelmeyen kalmamış. Sosyalist gerçekçiliğin Sovyetlerin öncü sanatsal akımı olmasına da bu odada karar verilmiş. Sosyalist gerçekçiliğin zamanla yalnızca öncü değil, yegâne izin verilen sanat akımı hâlini almasına yaşasaydı ne derdi acaba.


O akşam yemeklerine bir örnek. Bir başka fotoğrafta Gorki kız çocukları ile yemekteydi. Görevli teyzeye bu çocukların yetim olup olmadığını sordum. Anlattı ama söylediği Rusça kavramı hiç duymadığımı söyleyince "kızlara özgü izcilik gibi bir şeydi" dedi. Çocukken kendisi de bu izcilerdenmiş.

Tamer.

Dostoyevski ve Rusya

$
0
0

Dostoyevskaya metro istasyonunun duvarlarında Dostoyevski'nin romanlarından sahneler ve yarattığı karakterler var. Bu sahneye ben de dahil olmak istedim. :)


Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u olsa gerek.


Bir başka duvar. Bu metro istasyonu açılacağı zaman bazı "duyarlı" kişiler resimleri karamsar bulmuş. Bunun üzerine çizimleri yapan sanatçı "gülücükler saçarak dans eden insanlar mı çizseydim? Dostoyevski'de öyle şeyler yok" demiş. Konu kapanmış.


Büyük üstada saygılar. Bir gün iktidara gelirsem Türkiye'deki metro istasyonlarını Sait Faik'e, Fazıl Say'a, Oğuz Atay'a, Yakup Kadri'ye, Neşet Ertaş'a vs. adayacağım. İsmail Türüt ve Uğur Işılak gibiler tarihin çöplüğünde unutulup gidecek :)


Dostoyevski'nin çocukluğunun geçtiği evin misafir odası. Babası doktormuş. Zaten ev çalıştığı "yoksullar hastanesi"nin yanında, bir nevi lojman. Babası burada akşam gelen hastalara reçete yazarmış. "Babamın meşgul olmadığı akşamlarsa evde birimiz yüksek sesle kitap okurdu ve herkes dinlerdi."


 "Hava kararınca bakıcımız gelirdi. Annem hep bazı işlerle meşgul olurdu. Bakıcımızsa bize türlü hikayeler, masallar anlatırdı. Bazen dört kardeş o masaya otururduk ve bize ders yaptırırdı. Bazı akşamlar annemle babam iade-i ziyaret için bir yerlere giderlerdi. Ev bize kalır, dört kardeş kör ebe oynar, şarkı söyler, dans ederdik. " Dostoyevski'nin çocukluğunda bakıcısının hikaye anlatıcılığı belli ki etkili olmuş.



İmparatorların saraylarından ve dinî mekânlardan daha kıymetli olan nedir? Müzeler. Özellikle yazarların, sanatçıların ve filozofların yaşadığı mütevazı evler. Dün sabah ilkin Dostoyevski'nin evine gittim. Dış kapıyı görünce akla Yeraltından Notlar romanı geliyor.


St. Petersburg'da yaşadığı sürece hiç ev almamış, yirmi kez taşınmış ve bir evde en fazla üç yıl oturmuş Dostoyevski. Burası ailesiyle birlikte oturduğu son ev. Misafir odası. Yaşarken tanınma şansına nail olduğu için misafiri çokmuş. Ama bazen haz etmediği bir gazeteciye randevu vermeyip, sıradan bir üniversite öğrencisine uzun zaman ayırdığı olurmuş.


Misafir odasının masasının üzeri. Sağdaki kapıdan çalışma odasına girmeden önce burada biraz vakit geçirir ve sigaralarını -iki farklı tütünü karıştırarak- hazırlarmış. Tütün kutusunun arka yüzünde kızının notu duruyor: "28 Ocak 1881. Babamız öldü."


Dostoyevski'nin çalışma odası. Her gece 11-12 gibi masasının başına geçer, sabah 6-7 oluncaya dek yazarmış -bir sigaranın ardına ikincisini yakarak, durmaksızın. Kopkoyu içermiş çayını da.


Dostoyevski'nin karısı Anna'nın çalışma masası. Tanışma öykülerini duymuşsunuzdur. Dostoyevski'nin borçları vardır. Kumarbaz adlı kitabı dikte ederken yazması ve temize çekmesi için stenograf olarak tutar kendisini. Kitap rekor hızda biter. Beraber çalışmayı sürdürürler. Sonuç evlilik. Masanın üzerinde gelir gider defteri ve abaküs var. Bir de Dostoyevski'nin fotoğrafı. Hesap-kitap, yayınevleriyle yazışma, çocuklarla ilgilenme ve tüm diğer işleri Anna üstlenmiş.


"Romanlarından bir bölümü sesli olarak okurken bambaşka bir ruh hâline bürünürdü. Herkes susar, dikkatle dinlerdi. Konuşmasını sık sık kesen öksürükleri salonun her köşesinden işitilirdi." Dostoyevski ciğerlerinden ciddi olarak rahatsızlanınca tedavi icin Almanya'ya gitmiş. Anna çocukları bırakamayız diyerek St. Petersburg'da kalmış. Bunun üzerine Dostoyevski dönüşte Anna için bu manzara resimlerini getirmiş.


"Eve gelir gelmez ilk sorusu 'çocuklar nerede?' olurdu. Bir dostuna yazdığı mektupta 'neden evlenip çocuk sahibi olmuyorsun. Hayatın anlamı çocuklar' diye yazmıştı. Çocuklar babaları çalışırken onu rahatsız etmez. Bir kağıda şeker istediklerini yazarak kapının altından gönderirlerdi." Dört çocuklarından ikisi ölmüş. Özellikle Alyoşa'nın ölümüne o kadar üzülmüş ki önceki evlerinden bu nedenle taşınmışlar. İki çocukları yaşamış: Liubov (kız) ve Fyodor. Liubov hiç evlenmemiş ve 1926 yılında ölmüş. 1921'de ölen Fyodor'unsa Andrey (Ö. 1968) adında bir oğlu olmuş. Dostoyevski'nin çocuğunun torunları şu an St. Petersburg'da yaşıyor.

Tamer.

Esenler Otogarı, Yeraltı Edebiyatı ve Pascal Bruckner Üzerine

$
0
0

(1) Esenler Otogarı. Ne zaman gitmek zorunda kalsam bir an önce kaçıp kurtulmak istediğim karanlıklar ülkesi. Tekinsiz güruhların cirit attığı, haftada bir kanlı bıçaklı, hatta tüfekli kavgaların çıktığı uğursuz bölge. Esenler Otogarı. Gözlerinin feri sönmüş insanların bir-aradalığından müteşekkil bir küçük Ortadoğu. Üzerinde taksicisinden dönercisine, çığırtkanından valiz taşıyıcısına, nezaketten ve güleryüzden bihaber insanların yetiştiği bereketsiz topraklar. Mordor'dan beter hâliyle giderek kötüleşen bu cehennem çukurunun yürek solduran dehlizlerine ne zaman girsem, otobüsün perdesini çekip bir an önce varmasını beklerim. Bugün yine bıçaklı, sopalı, silahlı kavga olmuş bu rezil yerde. Allah düşürmesin. Kimseyi düzeltmeye kalkışmayacaksın, özellikle kaba-sabalığından ötürü eleştirmeye yelteneceğin kişiler göz açıp kapayıncaya dek sırtlan sürüsü gibi toplanıyorsa. Onlarla muhatap olmak deli cesareti, enayilik. Yaşadığım nezih ilçede bile yere çöp attığı için dayanamayıp uyardığım bir genç "o zaman çöpçüler ne işe yarıyor yieaa!" diye terslemişti beni. Dersimi aldım. Akıllandım. İçine edin ülkenin, asık suratlı olun, nezaket ve güleryüzü zayıflık olarak değerlendirin, teke tek değil, linç kültürüyle, çakal sürüsü gibi saldırın, kavga edin, adam öldürün, yere çöp atın, tükürün, bağırın, gereksiz yere korna çalın, yaya geçidi filan dinlemeyin, elinizden geleni ardınıza koymayın. Bu ülkenin güzel insanları sizi uyarmaz, merak etmeyin. Dersimizi aldık biz çoktandır. Öyle bir döneme denk geldik. Devir sizin, tepe tepe kullanın. Sesi çok çıkan, bağıran haklı oluyor ne zamandır. Ortadoğu özentisi niteliksiz çoğunluğun kudreti galip geldi. Tamam, aynen böyle devam edin. 

Türkiye'ye gereken bir kültür rönesansı. Özenecek sosyal kodları doğru belirlemek ve kendi kültürümüzdeki güzelliklerin küllerinden yeniden doğmasını sağlamak. Belki ileride olur.

(2) Yeraltı edebiyatını 20-22 yaşlarındayken, tutkunu olacak kadar değilse de severdim. Gelgelelim yıllar geçtikçe epey soğudum açıkçası. Türden soğuduktan sonra, klasiktir, önemlidir deyip okuduğum Yolda/On The Road benim için tam bir hayâl kırıklığıydı. Aytaç Ars'ın, Hakan Günday'ın bilgiç aforizmalarından gına getirdim. Bundan sonra türün önemli kitabıdır, okumalıyım diye kendimi zorlamayacağım. Chuck Palahniuk iyi bir yazardır mesela, ama okuduğum üçüncü kitabından sonra benim için cazibesini yitirdi. Beat kuşağının ve genel olarak yeraltı edebiyatının uyuşturucu övgüsünden çoktandır bezmiş hâldeyim. Jack Kerouac'ın bile, yaşı ilerledikçe sıtkı sıyrılmış kokain, LSD, morfin muhabbetinden. Geleneksel toplum yapısının çözülmesiyle ortaya çıkan mutsuzluğu ve anlam arayışını anlayabiliyorum; ama bu edebî türün özendirdiği ve zımnen çözüm olarak önerdiği, hâtta neredeyse yücelttiği yaşam tarzı ile, hayata karşı takınmayı salık verdiği tavır çözüm filan değil. Mutsuzluğu yazgı belleyip anlam arayışından vazgeçmek uçuruma götürür. Günümüz dünyası gençliğin önüne ya katı bir muhafazakârlık ya da sal gitsinci, bağımlılıkçı bir nihilizm sunuyor. Bir tarafta Mormonlar, öte yanda "Sex, Drugs, and Rock'n Roll". Bir tarafta koyu bir dindarlik, öte yanda özyıkımcı bir "eğlence" anlayışı. Bu iki seçenek arasında sıkışıp kalmak zorunda değiliz. Žižek'in dediği gibi adanma, çalışkanlık ve fedakârlık gibi erdemlerin diriltilmesine ihtiyaç var. Bu böyle gitmez.

(3) Uzun zamandır hiçbir filozof beni heyecanlandırmıyordu. Göz boyayan ifadelerden, kulak okşayan aforizmalardan, bildik klişelerden, hoşgörü güzellemelerinden ve zamanın ruhuna uygun, tribünlere oynayan sloganlardan çoktandır gına getirmiştim. Ne var ki, daha önce Hınç Ayları ve Güzellik Hırsızları adlı romanlarını okuduğum Pascal Bruckner'in, yalnızca iyi bir edebiyatçı değil fakat aynı zamanda büyük bir düşünür olduğunu fark ettim. Sağlam bir çok-kültürcülük eleştirisi yapmanın yanı sıra, rasyonel insanın kendini hor görmesinin artık mazoşizm boyutlarına vardığını mükemmelen betimliyor. Bu kof mikro-politikalar çağında zamanın ruhunu doğru okuyup, onun ne denli yanlış bir bilincin taşıyıcısı olduğunu göstererek naif bünyeleri, Aydınlanma, akılcılık ve sekülerizm düşmanlarını sarsıyor. Nihayet, okurken her paragrafında "işte bu!" dediğim birisini buldum. Sudaki balıklarız ne de olsa. İçinde yüzdüğümüz denizin farkına varmayız. Bruckner ise sanki denizin dışına çıkmış, hepimize dışarıdan bakıyor gibi.

(4) Özen gösterilmeden, imla kurallarına uyulmadan yazılmış metinleri okumuyorum. Dahi anlamındaki de/da ekinin bitişik yazıldığı veya -mesela- noktalama işaretlerinden sonra boşluk konmamış bir paragrafı okumaya çalışmak bildiğin zulüm. İmla kurallarını seviyor ve azami ölçüde dikkate alıyorum. Gerekçem basit: Bu kurallara uyulmadan yazılmış bir paragraf göz yoruyor, okunmuyor. Herhangi bir konuda fikri olan kişi bir zahmet imlaya dikkat ediversin ki rahat rahat okuyalım.

(5) Yaklaşık iki yüz arkadaşım var Facebook'ta. Aynı anda hepsiyle buluşup bir düşüncemi aktarmam mümkün değil. Ama sosyal ağlarda bu mümkün. İnsanoğlunun hep yaptığı iş iletişim kurmak. Bunu kolaylaştıran her yeniliğe derhâl uyum sağlıyoruz. Eskiden evde fotoğraf albümleri olurdu. Bazen misafir geldiğinde albümler çıkarılır ve fotoğraflar onlara gösterilirdi. Şimdi Facebook'a, Instagram'a filan yüklüyorsun fotoğrafı ve arkadaşların -evine gelip albümüne bakmasına gerek kalmaksızın- o fotoğrafı görüp yorumlayabiliyor mesela. Buna fazlasıyla alıştık ve olağan buluyoruz; aslında inanılmaz bir şey. Amerika kıtasını Avrupalılar keşfedene kadar orada hiç at yokmuş. Kızılderili denilince insanın hayalinde ata binmiş hâlde canlanıveriyorlar. Oysa Avrupalılar getirmeden önce Kızılderililer at nedir bilmezmiş. Fakat bu hayvanları anında benimsemiş, onlara derhâl uyum sağlamışlar. İnsanoğlunun genel özelliği -bence- yeniliklere, eğer bu yenilik onların bir şekilde işine yarıyorsa hemen uyum sağlaması. Dün telefon, internet, bugün sosyal ağlar derken, bakalım gelecekte nelere hızla uyum sağlayacağız.

Tamer.

Kıyıya Vuran Çocuk Cesetleri ve Ortadoğu

$
0
0


Kıyıya vuran çocuk cesetleri fotoğrafı paylaşılmasına karşıyım. Yine de siz bilirsiniz tabi, neyi paylaşacağınıza ben karar veremem sonuçta. Fotoğrafların altına "Ey Avrupa, artık mültecilere dair politikanı değiştirmenin vakti gelmedi mi?" gibi cümleler ekleyerek sorumluluğun bizim, Ortadoğu'nun, İslam'ın, İslam coğrafyasının, İslam adına yapılanların, hangi ifade hoşunuza giderse artık, sorumluluğun üzerimizden atılması kolaycılığına ise hepten karşıyım. Kötülük Avrupa'ya özgü bir şey değil. O çocuklar, o insanlar Ortadoğu karanlığından kaçıyorlardı. Seküler Avrupa'ya, hıristiyan Avrupa'ya, her ne derseniz deyin, bizden oraya, mesela Suriye'den Almanya'ya kaçıyorlardı. Sanki Papua Yeni Gine'den kaçıyorlarmışçasına kendimizi müthiş rahat, sorumsuz ve yükümsüz hissetmek ne kadar da büyük yüzsüzlük. Avrupa kendisini öz-eleştiriye tabi tutabildi, kendi kötülükleriyle, geçmişteki sömürgeci dönemiyle yüzleşti diye, ezikçe, "hah! Bak işte onlar da kötü olduklarını itiraf etti! Avrupa kötüdür, İslam coğrafyası ise iyi ve masum" diye sevinmek sorunları çözmüyor. Sen de kendi kültürünü toptan bir öz-eleştiriye tabi tutma cesaretini göster bakalım önce. Sen de hatalarınla yüzleşip, kötülüğün buranın kültüründe de olduğunu itiraf edip, giderek insan hayatına daha fazla değer veren, insan haklarını öne çıkaran, sosyal devleti geliştiren vb. adımlar at da, o insanlar senden kaçmasınlar. Bu riyakârlık sürdüğü sürece daha çok çocuk bu uygarlık dışı, insanlık dışı gaddarca karanlıkta boğulacak -maalesef.

* * * * *

Medeniyetler çatışması deyip duruyorlardı da, günümüzde Batı dışında yaşayan bir medeniyetin varlığı kuşkulu. Bugün tüm Dünya modern, dolayısıyla Batılı artık. Ticaret hukuku tüm ülkelerde az çok aynı. Aksi hâlde uluslararası ticaret yapılamaz, yabancı yatırımcı gidip de –mesela- Sri Lanka’da fabrika kurmaz. Dünyanın neresine gitseniz, anonim şirketler, limited şirketler, patent ve telif hakkı gibi hukuki konular standartlaşmış durumda. Feodal yapının mirası büyük aileler çoktan çözündü, nereye gitseniz çekirdek aile var artık. İnsanlar kan bağına dayanan topluluklardan ziyade belirli amaçlarla bir araya gelen dernekler şeklinde örgütleniyor. Parlamenter demokrasi nereye gitseniz ya kurulu sistem, ya da kurulması yönünde çabalar var. Dünyanın neresine gitseniz mahkemeler birbirine benziyor. Evrensel insan hakları beyannamesini imzalamayan ülke yok gibi. Batı’nın sömürgeci döneminden kalma üçüncü Dünya ülkelerinin direnişleri bile Batılı değerlere dayanarak yükseldi. Bağımsızlık, anti-emperyalizm, milliyetçilik, insan hakları, güçler ayrılığı, parlamenter demokrasi, imparator karşısında kul değil devlet karşısında vatandaş olmak, hukuk karşısında eşit yargılanma hakkı, zorunlu eğitim gibi öyle çok konuda tüm ülkeler aynı ki, artık Dünyada farklılıklardan çok benzerliklerin arttığı besbelli. Nereye giderseniz gidin trafik ışıkları, levhaları ve kuralları aynıdır. Modern tıp her yerde geçerli, üniversitelerden tutun da hakemli dergilerde yayımlanması için bilimsel bir makalenin karşılaması gereken standartlar bile aynı. Bugün evlerde yer sofrası ve divan yerine mobilyalarımız, yemek odamız, salonumuz varsa çoktan Batılılaşmışız demektir. Yeryüzünü ağlarıyla kaplamış telefonlardan, internetten, teknolojiden bahsetmiyorum bile. Farklı medeniyetlerden ziyade artık tek bir küresel Batı medeniyeti şemsiyesi altında yer alan farklı kültürlerden söz edebiliriz olsa olsa. Bu nedenle Işid, El-kaide, Boko Haram vb. örgütlerin alternatif bir medeniyeti temsil ettiği söylenemez. Çünkü bugün Dünyada yaşayan hiçbir alternatif yok. Bunlar sözde ayrı bir medeniyeti değil, olsa olsa nihilist, yok edici bir kültürsüzlüğü temsil ediyorlar. Bu nedenle antik uygarlıklara dair tüm kalıntıları, tapınakları ve heykelleri yok etmelerine şaşmamak gerek. Eğer ortaya zengin ve güçlü bir alternatif sunamıyorsan tüm renklilikleri siyaha boyamaktan, tüm güzellikleri ortadan kaldırmaktan, insanlığın tüm görkemli şaheserlerini dinamitle patlatıp yok etmekten başka elinden bir şey gelmez. Hınç, kıskançlık ve fesatlık içerisinde kendini yeyip bitirirsin. Birileri eskiden nihilizmin Ortadoğu coğrafyasında böylesine güçlü bir şekilde tezahür edeceğini söyleseydi inanmazdık; ama vaziyet bu.

Tamer.

Şiddeti Durdurmak ve Solun Romantizmi

$
0
0

Biraz içimi dökmek istiyorum. Kimileri bana kızabilir. Risk alıyorum zira. En azından hiçbir paylaşım yapmayıp her yere yorum yetiştirmekten iyidir. Hassas bir konu; çünkü gerçek ve yakın. Kürt sorunu deyin, PKK deyin, terör sorunu deyin, hangi ismi veriyorsanız artık, ondan söz edeceğim. Bu soruna karşı takınılan birden fazla tutum var. Birincisi, öldüre öldüre bitirelim, oraları darmadağın edelim görüşü. İkincisi, her olgunun altında bir komplo arayan, tüm yaşananları “abi İsrail’in oyunları bunlar” ya da “her şeyin arkasında Amerika var hacı” diye özetleyen kişiler. Üçüncüsü ise Kürt sorununun çözümü için müzakereden, tartışmadan medet umanlar. Komplo teorilerine itibar etmiyorum. “Kürtler aslında PKK’yı desteklemiyor” diyen arkadaşlar herhâlde hiç güneydoğuda bulunmamış, veya askerdeyken güneydoğudan hiçkimseyle tanışmamış olsa gerek. Genellemek zor olsa da pekçok Kürdün dolaylı olarak da olsa PKK’yı meşru bir örgüt olarak gördüğü bir gerçek. Bunu kabul etmiyorsanız Diyarbakır’a veya Hakkari’ye gidip bir kahvede vatandaşlarla sohbet edin derim. O zaman görürsünüz bu örgütün bir tabanı var mı, yoksa yok mu. 

Birinci tutuma dönersek, hani öldüre öldüre bitirelim diyen tavrı kastediyorum, eh, en azından net bir tavır bu. Gelgelelim, otuz küsür yıldır süren bu çatışmaya ve ölen onca insana rağmen Türkiye’nin nüfusu arttığına göre, iki tarafın birbirini öldüre öldüre bitiremeyeceği gün gibi ortada. Ama dediğim gibi, lafı dolandıranlardansa en azından açık ve net bir söylem. Yine de bir tarafın diğerini öldüre öldüre ona diz çöktürmesi düşüncesi rahatsız edici. Bunu savunanlarla aynı fikirde olmasam da açık ve net konuştukları için takdiri hak ediyorlar. 

Gelelim üçüncü tavra, yani müzakereye. Allah’ını seven şu BARIŞ sözcüğü ile neyi kastettiğini açıkça söylesin. Solcu, sosyalist üyelerin çoğunlukta olduğu grup ve ortamlarda bu soruyu soruyorum. Kimse açık konuşmuyor. Romantizme ve ağlak sloganlara sığınıp konuyu geçiştiriyor. Barış nedir abi? N’olur açık konuşun. Soruyorum: Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesi, federatif bir yapıya bürünmesi ve Kürdistan Özerk Bölgesi’nin kurulması, böylelikle bu özerk bölgenin iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde ise Ankara’ya bağımlı hâle gelmesi mi? “Bu yapılırsa şiddet ve terör tamamen sönümlenir mi?” diye soruyorum, cevap yok. Varsa yoksa, "barış, hemen şimdi!" ya da "unutursak kalbimiz kurusun" romantizmi. Özerklik edindikten sonra PKK silah bıraksa bile yeni bir örgütün kurulup tam bağımsızlık talep etmeyeceği ne malum? Cevap yok. Ya da yine sloganlar, alıntılar. Öf.

Sorun toprak sorunu diyen var. Yani işgal altında olduklarını söylüyorlar. Kendi ulus devletlerini kurmak istediklerini ifade ediyorlar. E istediğiniz buysa “teşekkür ederim, en azından açık konuştunuz” diyorum. Hemen altına başkaları yetiştiyor ve hayır diyor, “hayır, biz Kürtler sizinle et ve tırnak gibiyiz, bölünmek istemiyoruz, asla!” Abi kusura bakmayın da önce kendi içinizde anlaşın, nedir istediğiniz Allah’ını seversen? Yazıktır, bak 20 yaşında gencecik adamlar can veriyor, bu işin şakası yok. Bir başkası “milliyetçilik psikolojik bir hastalıktır” demesine rağmen alenen Kürt milliyetçiliği yapıyor. Selda Bağcan “Türk olduğum için gurur duyuyorum” dediğinde onu linç eden kimi solcular, “Kürt olduğum için gurur duyuyorum” diyenlere hoşgörüyle yaklaşıyor. Sizin kafanız mı iyi yahu? Aklınız başınızda mı? Milliyetçilik iyidir diyorsan tamam. Kötü diyorsan her tür milliyetçiliğe karşı durman gerekmez mi? “Ezilen ulus milliyetçiliği” de nedir yahu? Tekrar ediyorum: Kafanız mı iyi? Diyorum ki, eğer Kürdistan tamamen ayrı, bağımsız bir devlet olacaksa, ardından nüfus mübadelesi yapılacak mı? Cevap yok. Herkesin içi şişti artık bu belirsiz ifadelerden ve her akşam televizyonda saatlerce süren çözümsüz tartışmalardan. İfade özgürlüğü değil bildiğin kakofoni.

Haklı olarak diyeceksiniz ki, ya Tamer, sen kimsin de bu konular üzerinde yorum yapıyorsun? Haklısınız. Aslında bu konuları koskoca devlet büyüklerinin çözmesi, bizimse konuşmamıza bile gerek kalmaması gerekirdi. Ne var ki Türkiye’de yaşamak böyle bir şey. Sabah işe giderken şehiriçi minibüsünde başlıyor siyaset ve gece yatıncaya kadar yakanızı bırakmıyor. Birisi demişti, “yemek yiyoruz, ‘Talabani ölmüş, şimdi n’olacak?’ diye soruyor. Yahu bu sorunun muhatabı ben miyim?” Haklı. Ama partiler, devlet, hükümet vs. hiçbir çözüm üretemezse vatandaşın gündemi bunlar oluyor hâliyle. Hatta çözümsüzlükten beslendikleri de söylenebilir.

Bu işi nasıl çözersiniz bilmiyorum ama çözün abi. Evet, politika aklı, mantığı aşan bir şeydir ve belki biz toyuzdur, aklımız ermiyordur. Bizi kimse dinlemez zaten. O hâlde n'apın edin çözün. Yarın birgün daha büyük sıkıntılar çıkacak.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, eğer o ülke normal, ortalama bir ülkeyse, her Allah’ın günü en az on genç ölmez. İnsan 20 yaşında, 22 yaşında ölür mü ya? Lânet olsun ya. Kusuruma bakmayın. Başka zaman güzel şeyler paylaşırım.

* * *

Türkiye’de silahlar kalıcı olarak susar mı? Bu konuda son sözlerimi söyleyeceğim. Sakince düşünüyorum. Lafı hiç uzatmadan sıralayayım: (1) Bölünme taraftarı olanlar. (2) Özerklik taraftarı olanlar. (3) Ulus devlet taraftarı olanlar. (4) Tüm yaşananların İsrail, Amerika ve diğer dış güçlerin oyunu olduğuna inananlar. (5) Sorunun ekonomik olduğunu, güneydoğuya yeterince yatırım yapılmadığını savunanlar. (6) Sorunun askerî operasyonların sayısının ve şiddetinin arttırılarak çözüleceğine inananlar. (7) Olağanüstü hâl ilan edilmesi gerek diyenler. (8) Tek sorumlunun Cumhurbaşkanı olduğunu savunanlar. (9) Tek sorumlunun HDP olduğunu savunanlar. (10) Bu arada Hürriyet’in binasına saldıran ne idüğü belirsiz güruhlar. (11) Çözümü İslamcılıkta arayan, zira paylaşılan ortak kimliğin müslümanlık olduğunu savunanlar. (12) Sorunun Cumhuriyet’le birlikte başladığını iddia edenler. (13) Sorunun Osmanlı’dan beridir süregeldiğini söyleyenler. (14) Çözüm kimlik politikalarıyla, postmodernist çok-kültürcülükle gelir diyen Avrupa solu. (15) Etnik, mezhepsel milliyetçilik ve kimlik politikaları gibi mevzuların kapitalist altyapının birer yansıması olduğunu savunan ortodoks Marksist sol. (16) Komplo teorilerine inananlar -bu liste uzar gider.  

Bir çırpıda aklıma gelen bu görüşlerin uzlaştırılması imkânsız. O nedenle herkes duymak istediğinin söylenmesini, görmek istediğinin gösterilmesini istiyor. Bu denli çetrefil ve çok değişkenli bir sorunun tabanda demokratik tartışma yoluyla çözülmesine ihtimâl vermiyorum. Devlet çözmeli bunu bir şekilde. Umutlu değilim ama umarım yanılırım ve her gün insanların ölmediği günlere uyanırız.

Tamer.

Avrupa'ya Göç, Kameralar Önünde Yapılanlar ve İnanç Meselesi

$
0
0

"Ey Avrupa!" diye söze başlamak kolay. Güzel çözüm. Böylece kendini sorumlu tutmamış oluyorsun. "Ey Avrupa!" denilip duruyor da, kıyıya vuran küçük çocuğun ailesiyle beraber üç yıldır Türkiye'de yaşadığını biliyor muyduk peki? Yani o aile savaş ortamında değildi. Çoktandır Türkiye'de, güvendeydi zaten. Buna rağmen Avrupa'ya gitmek için ölümü göze aldılarsa, sorunu biraz da burada aramak gerekmez mi? Üç yıldır Türkiye'de yaşayan Suriyeli bir aileyi, ölümü göze alarak Ege Denizi'ni aşmaya iten sebepler neler olabilir? Bir Suriyeli yarım yamalak Türkçesiyle, öfkeden sesi titreyerek şunları söylüyor: "İnsanlık için, insanca yaşamak için gitmek istiyoruz. İstanbul turistler için güzel, yaşamak için değil. 14 saat çalışıyorum. Kasabım ve günde 35 lira alıyorum. Bir senedir Türkiye'deyim ve artık gitmek istiyorum." Bir başka Suriyeli şunları söylüyor: "Hiçbir şey istemiyorum, para, iş, ev, hiçbir şey istemiyorum. Allah aşkına şu sınırı açsınlar, Avrupa'ya girelim, başka bir şey istemiyorum." Daha diyecek sözüm yok.

Orta-Batı Avrupa ve İskandinavya şu an kurtarılmış bölge gibi. Avrupa'yı sırf Avrupa olduğu için kötü addeden ve kötülüğün Avrupa'nın tekelinde olduğunu zannedenler, tüm Avrupalılar intihar etse ya da kıta atom bombalarıyla havaya uçurulsa gene ikna olmaz. Onlarınki yansıtma psikolojisi. Yalnız Avrupa'daki aşırı sağ partilere de dikkat etmek lazım. "Göçmenler gitsin" diyorlar ama onların bu isteği hayal olarak kalmaya mahkum. Almanya'daki Türkleri, Polonyalıları, Fransa'daki Kuzey Afrikalıları vs. kovsalar bu ülkelerin ekonomileri çöker. Aşırı sağ bu konuda hiç samimi değil. Elin Fransızı bugün ya öğretmendir, ya akuvat, ya da profesör. Göçmenler olmasa belediyede, inşaatta, tarlada çalıştıracak adam bulamazlar.

* * *

Kaymakam, oğullarının şehit olduğunu anasına babasına kameralar önünde söylüyor. Flaşlar patlarken, anne, oğlunun öldüğünü duyunca ne yapacağını şaşırıyor. Kayıt kaymakamlık sitesinde yayınlanıyor. Sonra kaldırılıyor falan filan... Kaymakam büyük yanlış yapmış. Ama genç, benim yaşlarda. Asıl yanlış kendisinde değil, içinde yaşadığımız devrin önkabullerinde. Zamanın ruhu böyle. Eskiden çalıştığım bir okulda bina girişinin hemen sağında kalan sınıfın kapısı yoktu. Binanın ısınma sorunu da olduğu için mont-palto-pardesü ne varsa giyip ders işliyorduk o sınıfta. Ders esnasında, kızlardan birinin yanındakine fısıldadığını duymuştum: Soğuktan ellerinin buz kestiğini, kalemi zor tuttuğunu söylüyordu. Ben bu durumu dillendirmek için okul müdürüne gittiğimde, konuyu geçiştirmiş ve okul web sitesi yapmamı istemişti. Yani düşünün, sınıfın kapısı yok, kışın donuyoruz ama okulun internet sayfası var. Yeter ki zevahiri kurtaralım. Dışarıdan iyi görünelim. Her ne etkinlik yapılırsa fotoğraf çektirelim. Sitemize yükleyelim. Hep faal görünelim. Yeter ki görünelim. "Okulumuz İstiklal Marşı okuma yarışması düzenledi.""Kaymakamımız şehit ailesini ziyaret etti.""Cumhurbaşkanımız bilmem neyin temel atma töreninde konuştu." Fotoğraf, fotoğraf, fotoğraf. Her şey kayıt altına alınmalı; çünkü çok çalışıyoruz! Böylesine ciddiyetsiz bir imaj perdesinin hakikatlerin üzerini örttüğü bir dönemde toy bir kaymakamın bu garabet modasına kendini kaptırması şaşırtıcı değil. İçinde yaşadığımız bu gösteriş çağının asıl mimarları rahattır, merak etmeyin. Onlar için kolay. Soruşturma açar, dilerlerse açığa alıverirler kaymakamı; ama bu reklamcı zihniyet devam eder.

* * *

Kamalak "Türkiye'de ateist de müslümandır" demiş. Tamamen doğru değil elbette ama küçük bir doğruluk payı var. İçine doğduğumuz kültür ve coğrafyanın etkisini yadsıyamayız. Elin Batılısı lavabonun deliğine tıkaç takıp suyu biriktirir, o durgun suyla yüzünü yıkayabilir mesela. Türkiye'nin ateisti bile akan suda yıkanır. O geniş küvetler 80'li yıllarda her evin banyosuna yapıldı ama içi doldurulup girilmedi mesela. Yalnızca yer kapladı. Kolektif bilinçdışını belirleyen bazı ortak kodlar var. Adam sorsan ateistim, deistim ya da dindar değilim der belki ama Kurban Bayramı'nda anasının babasının elini öper ve bundan hiç de gocunmaz. Bunu mantıksal tutarsızlıkla açıklamanın kendisi tutarsızlık. Ateistler de çeşit çeşit. Sürekli din eleştirisi peşinde koşan, itici fotoğraflar paylaşan saldırgan ateistleri sevmiyorum mesela. Küçümseyici bir saldırganlık, dindar adamı daha da dindar kılmaktan, giderek dincileştirmekten başka işe yaramıyor. Evrim biyolojisine dair herhangi bir şey duyar duymaz hiddetlenen müslümanın da sakin olması lazım. Adam biyolog, bırak çalışmalarını yürütsün, n'oluyor yani. Otur bir nefeslen. Pekçok dindar esasen seküler yaşamlar sürüyor. Gündelik hayatın koşuşturması içinde ne dini ne de Tanrı'yı sürekli aklında tutuyor. Sorsan "elhamdülillah müslümanım" diyenleri oruç tutmazken veya anca'cenaze namazı için camiye gelirken görüyorsun mesela. İnanç meselelerini mantıksal tutarlılıkla açıklamak hiçbir işe yaramaz. Kamalak tamamen haklı demiyorum ama konu göründüğünden daha çetrefil. Orta-Batı Avrupa ve İskandinavya gibi seküler toplumlarda devletin laik olmasına ihtiyaç yok. Türkiye gibi ülkelerde ve özellikle Ortadoğu'da ise devletin laik olması şart. İnançların bireysel düzeyde yaşanması için gerekli bu. Yoksa herkesin birbirine müdahale etmesi riski doğar. Sanki bu konular kendiliğinden bir çözüme doğru gidecek kendi hâline bırakılsa. Bunun için siyasetçilerin de herhangi bir inancın temsilcileri oldukları iddiasını terk etmesi, "Allah şahit! BEDELİ NE OLURSA OLSUN ümmet sevdamızdan vazgeçmeyeceğiz!" gibi büyük ifadelerden kaçınması lazım. Bedeli ne olursa olsunmuş. İnsanları geriyorlar dava mava derken. Zamanında cemaatçiler Azerbaycan'a gitmiş, sizin inandığınız din İslam filan değil demişler, akıl vermeye kalkmışlar, Azeriler bunun üzerine sakince "bizim bildiğimiz din bize yeter hacı" diye cevaplamış :) Böyle maneviyatla ilgili konularda müdahale etmek iyi değil.

Tamer.

Haklılık Despotizmi, Şiddet Pornosu ve Yeni İnsanlar Tanımak

$
0
0

(1) Haklılık despotizmi, mağduriyet despotizmi gibi. Her an baskısını hissettiriyor. Haklı olmayı, ya da haksızsa eğer, en sonunda haklı çıkmayı takıntı hâline getirmiş kişiler sanki bir nevi despotmuş gibi geliyor. Dinledikçe bir an evvel uzaklaşmak istiyorum. Konuşurken içtenlik arıyorum ben. Kişinin söyledikleri ya da yazdıkları içtenlik barındırıyor mu, orası önemli. İfade edilenleri haklı bulmayabilirim, ama içtenlikle ifade edildiklerini hissediyorsam o kişiye yakınlık duyuyorum. Aynı şekilde başkaları beni pek çok konuda haksız bulabilir, yanıldığımı düşünebilir. İçten davrandığımı, kendim olduğumu, yaranmak uğruna yapaylaşmadığımı bilsin, samimi olduğumu düşünsün, bana göre bu, haklılıktan çok daha değerli. Doğruyu tespit etmek, haklı olmak önemsizdir demiyorum; ama her şey demek değil. Vallahi açıkçası doğruyu tespit eden kişiden çok doğrunun kendisi önemli benim için. O nedenle birisinin KENDİSİNİN hep haklı çıkma gayreti içerisinde olması hakikat arayışı değil, kişisel tatmin olsa gerek. Bruckner okuyorum bu sıralar, Harrari okudum, bazı makaleler okudum bazı konularda. Haklı bir düşünce, doğru bir tespit ya da ilginç bir veri gördüğümde seviniyorum. Bu doğruluklara ben ulaşmışım ya da bir başkası, hiç önemli değil, önemli olan ulaşılmış olması, doğrunun kendisi ve insanlığın kolektif bilincinde yer edinmesi.

(2) Balkonu yıkadım. Camları sildim. Perdeleri astım. Bugünlük bu kadar yeter. Bilgisayara bir bakayım dedim. İçim karardı. Şu şiddet pornosundan bir türlü kurtulamayacağız galiba. Farkındalık yaratmak şöyle dursun, devamlı ölü bedenler, hüzünlü bakışlar, ağlayan insanlar filan görmek insanın yaşama kudretini azaltıyor. Bu tip fotoğrafları özensizce paylaşmak iki kere kötü. Birincisi, zaten Dünya'nın bir yerinde kötü bir olay olmuş. İkincisi, bunu en müstehcen hâliyle insanların gözüne sokup onların kötü hissetmesine, insanlığa, Dünya'ya ve geleceğe dair kötümser bir tutum geliştirmelerine sebep oluyorsun. Üstelik hiçbir çözüm üretmiş olmuyorsun. Hayvan haklarına duyarlılığı arttırmak için şu güzelim günde mezbaha fotoğrafı paylaştın da ne oldu yani şimdi? Sen vegan olabilirsin. Herkesin kendi midesi, kendi bedeni. Yahu veganizmin propagandasını karikatürlerle yapsan belki daha kolay ikna olur insanlar. Şu Testere tarzı filmler mi bozdu insanları, bilmiyorum. Ne meraklı milletmişiz arkadaş ceset görmeye, karamsarlık yaratmaya, ağlamaya, üzmeye ve üzülmeye. Arabesk dünya görüşü hücrelerine işlemiş insanların. Zaman zaman hortluyor. Ortalık, birisine gülümseyerek selam verdiğinizde "hayırdır, çok mutlusun?" diyen insan dolu sonuçta. İnsanın nötr hâlinin güleryüzlü olabileceğini tasavvur edemiyor olsalar gerek. N'apayım, üzgün mü dolaşayım ortalıkta? Benim tercihim acımı içime gömüp mutluluğumu paylaşmaktan yana. Evet, Dünya'da çok acı var. Haklısın da, bunu sürekli dillendirince acılar ortadan kalkmıyor, hâtta fazladan üzüntü yarattığın için acıyı arttırmış oluyorsun. Ha, ya da ne istersen yaz ama şiddet pornosu sınıfına girecek fotoğraflar eşlik etmeyiversin, olmaz mı? Sizi bilmem ama rahatsız edici fotoğrafları görür görmez bunu gizle mi, sakla mı, öyle bir seçenek var, ona basıyorum.

Daha önce demişimdir ama aklıma Spinoza'nın acı üzerine yazdıkları geliyor. Deleuze, Spinoza üzerine konuşurken, Spinoza'nın "hüzünlüyseniz hapı yutmuşsunuz demektir, hüzün size hiçbir şey kazandırmaz" minvalinde sözler ettiğini söyler. Spinoza "hapı yutmak" ifadesini kullanmıyor tabi ama neyse, orası detay. Batı'da acı para etmez; zira adamlar Rönesans'tan beridir tedricen aştılar bu sorunu. Onlar acısını içine gömer, cenazelerde sessizce, metanetle bekler, güneş gözlükleriyle gözyaşlarını gizlerler. Kendini yerden yere atıp, bağırıp çığrışarak acısını haykırmak, "ben acı çekiyorsam hepiniz acı çekmelisiniz!" bencilliğiyle ağıtlar yakmak Ortadoğu'ya özgü. Hadi bu şımarıklığı yapıyorlar, bununla övünmeseler bari. Ortadoğu'da sevincini içine gömersin. Eğlenmek, kahkaha atmak, sevincini dışarı yansıtmak ayıptır çünkü. Türkiye bu arabeski öylesine benimsemiş hâlde ki, solcusu sağcısı fark etmiyor, bir vicdan edebiyatıdır tutturmuşlar gidiyor, her Allah'ın günü ağlayan çocuk fotoğrafları, üzgün yüzler, hatta şiddet pornosu diyebileceğim, parçalanmış cesetler paylaşarak güya vicdanlara sesleniyorlar. Oysa bunun hiçbir faydası yok. İki kez kötülük bu. Zaten bir kötülük mevcut. Bunu müstehcen görsellerle daima dillendirerek daha da fazla üzüntü yaratmış oluyorsun. Böylece kötülük artmış oluyor. Neyi çözdün peki? Hiç. Farkındalık yarattım derler belki. Açıkçası farkındalık filan değil, düpedüz yaşama kudretini, conatus'unu zayıf düşürüyorlar insanların. Daha da kötümser hâle gelen bir coğrafya giderek daha da atıllaşıyor bu kötümserlikle birlikte.

(3) Sanırım Knut Hamsun'ın bir kitabında okumuştum: "Kimse kendi memleketinde peygamber olmaz." Ne kadar da doğru. Memleketinizde sizi tanıyanlar, aileniz, arkadaşlarınız, çocukluğunuzu, geçmişinizi bilen her kim varsa, dikkat edin, söylediklerinizi dinlemeye daha az eğilimlidir. Sizi alıştıkları şekilde görmek isterler. Onlar sizin "çocukluğunuzu bile bilir". Bir yol gösterici olamaz, olsa olsa onların çocukluk arkadaşı ya da evladı olursunuz. Roller bellidir. Bırakın sonradan belirli bir aşama kaydetmeyi, harikalar dahi yaratsanız, ağzınızla kuş tutsanız bile fark etmez: Sonuçta memleketinde ufuklar sınırlıdır. Muhtemelen bu yüzden peygamberler başka şehirlere ya göç etmiş, ya da sürgün edilmişti. Bir şekilde uzaklaşmışlardı memleketlerinden. Zira aksi hâlde taraftar bulmalarına olanak yoktu. Muhtemelen bu yüzden, mesela azimli bir genç, köyünü ya da kasabasını terk etmek, yeni ufuklara yelken açmak ister; çünkü doğduğu yerde onu ciddiye alan hiçkimse olmayacak, ondan ancak üzerine biçilen rolü oynaması beklenecek, aykırı hareket ettiği, başlarına yeni bir icat çıkardığı, normları sarstığı vakit "normale" dönmesi için ya onu uyaracak, ya da sabırla bekleyecek, onu "kendi hâline bırakacaklardır."

Hâlbuki kişinin tanınmadığı yerde önyargılarla karşılaşma olasılığı daha düşüktür. Dolayısıyla, insanların ona kulak verme ihtimali daha yüksek olur. Karşınızdakinin size karşı önyarglı olması için birlikte zaman geçirmiş olmanız gerekir. Hamsun kendi mi söylemiş, yoksa aktarmış mı bilmem ama doğru söz hakikaten.

Memleketimden çıkma ünlü bir sanatçı geliyor aklıma. Doğup büyüdüğü yerde kaale alınmazken, yeteneği ve azmi sayesinde Türkiye çapında ünlendiğinde dahi, "biz onunla çocukken parkta oynardık", "gençliğinde hamburgercide çalışırdı", "şimdi ünlendi, kimseyi tanımıyor, .ötü kalktı işte, sanki biz onu bilmiyoruz" deniyordu arkasından. Nietzsche demişti zamanında, "nerede birisi ortalama insanı aşacak olsa, nerede yetenekli, farklı bir kişi yukarılara çıkacak olsa, vasat çoğunluk onun ayaklarına sarılır ve kendi seviyesine çekmek için elinden geleni yapar."

Tamer Ertangil.


Heidegger ve Hümanizm

$
0
0

Hümanizm üzerine okuma yapıyorum. Heidegger'in hümanizm üzerine yazdıkları, Sloterdijk'in İnsanat Bahçesi için Kurallar'da Heidegger'i tartışması vs. Postmodernizmin ve post-yapısalcılığın hümanizmi eleştirdiği de malûm. Kimi eleştiriler insanı merkeze almanın onu kibre götüreceği, bencilce davranıp kendi türünden başka türleri umursamayacağı yönünde. Şahsen eleştirilmez bulmamakla birlikte, hümanizmi benimsiyorum. Aydınlanma'nın henüz tamamlanmamış bir proje olduğunu savunan Habermas, Sloterdijk ile tartışırken, hümanizmi eleştirenlerin doğru düzgün bir alternatif sunmadığını söyler. Alternatif var aslında: İnsanı aşağılayan nihilizm formlarının tezahürleri her yerde hortluyor. Hümanizmden hoşnutsuz düşünürlerin genellikle aydınlanmadan, rasyonaliteden, herhangi bir dogmadan bağımsız şekilde, açık fikirle tartışmaktan da hoşnutsuz olduklarını fark etmek zor değil. Çoğunlukla dindar, kilise yanlısı, İslamcı vb. kişilerin hümanizme karşı olmalarında şaşılacak bir şey yok. Hümanizmi yerden yere vuran şu postmodernizm garabeti geride kalmak üzere. Açıkçası yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu hissediyorum. Çok-kültürcülük projesinin tutmaması, Aydınlanma eleştirisinin bağnaz grupların güçlenmesiyle sonuçlanması gibi sorunlar yeni ve daha ölçülü bir hümanizmin doğuşuna ön ayak olacak.

Heidegger'in Varlık ve Zaman'ını çalışırken, Hümanizm Üzerine Mektup'unu okurken, kısmen Sloterdijk gibi hissediyordum. Bu işte bir yanlış vardı. Hümanizmden, İnsan'dan kurtulmaya çalıştığın yerde İnsan'a dönüyordun yine. Üstelik doğru düzgün bir alternatif sunmuyordun. Heidegger, Dasein için bir türlü İnsan demez de, orada-olan, bulunuş, Dünya-içinde-olan-varlık, zamansal varlık gibi kavramsallaştırmalara gider. Heidegger'in derdi malûm: Descartesçı özne metafiziğini yerle bir etmek. Heidegger'e göre özne-nesne ikiliği ve bilince ayrıcalıklı ve özerk bir yer verilmesi, mesela insanın özne, doğanınsa nesne olarak görülmesi sıkıntılıdır. Bu nedenle Heidegger özne demez. Dasein, bağlamsal bir varoluşu haizdir. İçinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal koşullar, diğer varolanlar, her şey tarafından belirlenen, belirlenen demeyelim de, onlarla birlik içerisinde varolan bir varlıktır -ayrı, yalıtık, bağımsız bir özne değil. (Daha ileri okumalar için bkz. vorhanden/zuhanden ayrımı) Ne var ki, Heidegger açıkça şunları da söyler: Varlık'ı anlamak, Varlık sorununu çözmek için bu soruyu sorana, onu çözümleyene bakmak, ondan yola çıkmak gerekir. Birkaç cümle sonra bu soruyu soranın, varlığı, anlamı, hayatı sorgulayanın Dasein olduğunu söyler. Lafı dolandırmadan söyleyelim: Yani İnsan. 

Bir kere bizler insanız. Kendimizden yola çıkmamız, kendimizi merkeze almamız için özel bir çaba gerekmiyor -ne de ayrıcalıklı bir konum. Ben, bizatihi insan olduğum için, insandan yola çıkmak zorundayım. İnsanı aşağılayan, insan yeryüzünün mikrobudur, en lanetli varlığıdır, yeryüzünün hayrına yok edilmelidir gibi büyük laflardan haz etmiyorum. Hümanizm eleştirisi nihilizme yol açacaksa ben orada yokum.

Tamer Ertangil.

Değiniler - Ekim 2015

$
0
0

(1) Bugünlerde bir paylaşım dolaşıyor ortalıkta. Görmüşsünüzdür. Parlamento gibi ortamlarda kadınların erkeklerden daha az sayıda olmasından yakınılıyor. Açık söyleyeyim, bu duyarlılığı zerre kadar paylaşmıyorum. Parlamentoda bırakın erkeklerle aynı sayıda olmayı, tüm millekvekilleri kadın olsa ne olur? Diyelim ki siyasal İslamcı bir sürü kadın meclise girdi, bence bu bildiğin kâbus olurdu. İnsanların cinsiyetleri değil, tabi oldukları ideolojidir önemli olan. Böyle gerçeklerden kopuk, kayda değer kriterleri ciddiye almayan tutumlar bana yapay, yaratılmış sorunlar gibi geliyor -kusura bakmayın.

(2) Fotoğraf kanıt özelliğini yitirdi. Bir kere fotoşop diye bir şey var. Onu geçtim. Herhangi bir fotoğrafın altına herhangi bir şey yazıp paylaşmak adet oldu artık. Aynı fotoğrafın altına bambaşka şeyler yazıp paylaşıldığını görüyorum sosyal ağlarda. Bambaşka bir coğrafyada, bambaşka tarihlerde çekilmiş fotoğrafların alakasız olaylara malzeme yapılması da cabası. Bir örnek var aklıma gelen: Diyarbakır'da sanırım. Bir polisin ağzı yüzü kan içinde. Bu fotoğrafı kimisi "işte yöre halkının şefkati, yaralı polisle ilgileniyorlar" diye, kimisi ise "bakın, şerefsizler polisimizin ağzını burnunu dağıtmış" diye paylaşıyordu. Dezenformasyon ve çarpıtma çağında, görsellik, çoktandır hakikât bükücülerin elinde madara oldu. Şahsen ne zamandır fotoğraf konusuna karşı temkinli olmaktan da öte, soğumuş hâldeyim.

(3) Az önce Nami Başer Hocanın bir yorumunda okudum. Çok haklı. Hegel bunları duysaydı gülerdi, Marx şunları duysaydı öfkelenirdi, Heidegger dediklerini duysaydı seni sopayla kovalardı gibi ifadeleri sıkça kullanıyoruz. Bunu Zizek gibi filozoflar dahi yapıyor. Bu tutumun, Ortaçağ boyunca başa bela olan otoritecilikten farkı yok. Francis Bacon, Novum Organon adlı kitabında aklı esir alan putlardan bahsederken, saydıklarından birisi de bu otoritelere tapma eğilimiydi. Hani derler ya, Aristoteles atların şu kadar dişi vardır demiş diye yüzyıllar boyunca kimse atların dişlerini saymaya kalkmamış, zira Aristoteles ne derse haklıdır diye bakılmış hep, aynı o hesap. Ben de bazen bu eğilimin cazibesine kapıldığımı itiraf edeyim. Dikkatli olmak lâzım.

(4) Schopenhauer, İrade ve Temsil Olarak Dünya adlı yapıtında, yoksulların sefaletten, zenginlerinse can sıkıntısından ötürü acı çektiğini söyler. Sonuçta herkes acı çekmektedir. Herkes birdir. Her şey birdir, nihai varlık ilkesi olan İrade'nin tezahürleridir vs vs. Evet, büyük filozoflardan biri. Ne var ki bu her şeyi aynı kefeye koyma, her şey birdir, ying-yang vs. mevzuları sıkıntılı. Yoksula sorun bakalım, sefalet içerisinde, yarını belirsiz, akşam ne yiyeceğini, kirasını nasıl ödeyeceğini düşünerek mi, yoksa zengin olup can sıkıntısına katlanarak mı yaşamayı tercih eder? "Aman" diyecektir, "aman varlıklı olayım da can sıkıntısına razıyım!"

Schopenhauer'in her şeyi bir tutan düşüncelerini kimi eleştirmenler çok daha katı bir şekilde ele alıyor. Anne-babasından kalan mal varlığı sayesinde hiç çalışmayan, hazır yiyen, rantiye bir düşünür olduğu için, bu koşulların onu söz konusu düşüncelere ittiğini iddia ediyorlar. Bence Schopenhauer'in tüm yazdıklarını "rantiye filozof" diyerek bir kenara atmak haksızlık olur. Özellikle estetik üzerine saptamaları harikulade. Gelgelelim şu "en nihayetinde hepimiz aynıyız" kolaycılığı ve merhamet etiği makul değil.

(5) Ateist muhafazakârlar varmış Amerika'da. Kendilerini öyle adlandırıyorlar. Eskiden bunun mümkün olmadığını düşünürdüm. Şimdi gayet olağan karşılıyorum. Ateist sözcüğünü benimsemediğim için kendimi dindar olmayan biri olarak görüyor, bireysel bazda din ve vicdan özgürlüğünü, toplumsal bazda sekülerizmi savunuyorum. Yani insan ilişkilerinde, kamusal alanda dinlerden arınmışlığı, insan ilişkilerinde karşımdakinin hangi dine mensup olduğunu bilmeksizin iletişim kurabilmeyi, devletin laik, dolayısıyla tüm dinlere eşit mesafede olmasını vs. Öte yandan muhafazakâr da değilim. Ne var ki dindar olmayışım, camiye, kiliseye, cemevine ya da sinagoga gitmeyişim, insanoğlunun onbinlerce yıldır kolektif bilinçdışında taşıyageldiği her şeyi reddetmemi gerektirmiyor. Aile kurumunu önemsiyorum örneğin, annelik, babalık rollerini, aşkı, kadınlık ve erkekliği önemsiyor, bunları çok fazla belirleyemediğimizi, fazla kurcalanmasının olumsuz sonuçlar doğuracağını hissediyorum. Muhafazakâr bir tutum mu bu? Belki. Şu var: Bilinç düzeyinde sen bir kadın şöyle olmalı, böyle olmalı, abi kadınla erkek arasında hiç fark yok, şudur budur dersin ama gider söylediklerine hiç uymayan bir kadını arzu edersin çünkü bu işler bilinç düzeyinde yürümez. Bilinçdışını kontrol edemezsin. Bu nedenle erkekte centilmenlik, kadında zarafet gibi konuları, hepimizi bağlayan adab-ı muaşeret, mesafelilik ve nezaket gibi meseleleri değerli buluyorum. Benim Sol'dan anladığım ekonomik ilişkilerdir. Aydınlanmacı, rasyonel, seküler, çağdaş bir toplum kurmak için çabalamak, bu arada ekonomik sömürüyü ya ortadan kaldırmak, ya da mümkün olduğunca azaltmak. Feminizmi, ekolojizmi filan benimsemiyor, Sol'dan bağımsız, ayrı alanlar olarak görüyorum örneğin. (Bu arada İsveç'te feministler erkek çocuklarının da oturarak işemesi için pisuvarların kaldırılmasını savunuyormuş. Hatta bir parti yasa teklifi vermiş mecliste. Ne diyeyim, bence tuhaf, bir şey desen yüksek sesle konuşur, azarlar, sözel şiddet uygularlar, öyle de sindirdiler yani). Diyeceğim o ki, dindar olup olmamak tüm toplumsal kurumlara sahip çıkıp çıkmamakla sonuçlanmaz. Adam dindar değildir, ama maneviyat gereksinimini sanatla, şiirle, müzikle gideriyordur mesela. Adam dindar değil diye her şeye açık, her geleneğe, adete, teamüle ölesiye karşı olacak diye bir şey yok. Sanıldığından çok daha gri alanlar bunlar. 

(6) Hayır sevgili öğrencim, "Turkey" hindi anlamına geldiği için bize o ismi vermemişler. Amaçları bizi küçümsemek değil -tıpkı bizim Hindistan derken, Kazakistan derken o ülkeleri küçümsemek, hindiye ve kazağa göndermede bulunmak niyetinde olmadığımız gibi. Hayır sevgili öğrencim, ülkeleri sıralarken Türkiye'yi aşağılara yazmalarının nedeni bizi küçümsemeleri değil, alfabetik bir sıralama yapmış olmaları, dolayısıyla "t" harfinin sonlara düşüyor olması. Bu komplekslerden ne zaman arınacağız bilmem. Bir türlü rahat ve özgüvenli olamıyoruz. İsrail kötü çünkü yahudi, Avrupa kötü çünkü bizi sevmiyor, Arap ülkeleri kötü çünkü bizi sattılar, komşu ülkeler zaten kötü çünkü oralar bizim topraklarımızdı, Rusya kötü zira komünist artıkları, Japonlar böcek, Çinliler köpek yedikleri için kötü, Afrikalılar medeniyetten bihaber oldukları için kötü. Yeni Zellanda'ya dair bir hissiyatımız yok çünkü iyi ya da kötü olamayacak denli uzaktalar. Herkes kötü ama biz iyiyiz. 

Yahu tamam biz iyi olalım da herkes kötü değil. Biraz rahat olalım. Biraz özgüvenli olalım. Ötekine dair nefretle kimlik inşa edilmez ki. Bırak ötekini yahu, sen çalışmana, yaşamana bak. Sakin.

(7) Postmodernizm ile birlikte akıl, nesnellik ve evrensellik ideallerinin çöktüğü söylendi. Artık sadece farklı kültürler vardı. Ulus devletlerin milliyetçiliğinden evrensel İnsan'a geçmemiz, yani bir nevi kozmopolitanizm beklenirken, kültürün yeni mutlak halini almasıyla kimlik politikaları sahneye çıktı. Madem evrensel idealler, ilerleme fikri vs. yoktu, o hâlde geleceğe bakmak yerine geçmişe odaklanmak, geçmiş köklerimize sımsıkı tutunmak gerekecekti -eşittir kültürel görecilik. Kimlik politikalarıyla birlikte etnik, mezhepsel ve cinsel kimliklerimiz yeni kutsallarımız halini aldı. İşin kötüsü, belirli bir kültüre yaşam hakkı tanınması adı altında bireyin ezilmesiydi. Yani örneğin bir kadın artık köklerinden kopmuş, bağımsızlaşmış bir birey olarak değil, müslüman bir kadın olarak görülür olunca ait olduğu grubun geleneksel yapısına hapsolması kaçınılmazdı. Kimliklerimiz sanki hayatın yegane anlamı, adeta yeni üst-anlatılardı. Sol bugün bu nedenle etnik, mezhepsel ve cinsel politikalara sıkışıp kaldı. Asıl mücadele olan sınıf mücadelesi askıya alındı. Buradan, bu "light" politikalardan hiçbir şey çıkmaz. Anca'İslamcılık, Mormonlar, yeni mikro-milliyetçilikler ve LGBT vs çıkar. Ötesini beklemek hayal.

Bugün yurtdışında yaşayan bir profesör sırf Türk olduğu için milli kıvanç konusu edilmemeli derken, emin olamıyorum, acaba kimlik politikalarının etkisinden kaynaklı olarak, örneğin o profesör Kürdüm deseydi, Kürtler milli kıvanç duysaydı ve ben bunun yanlış olduğunu söyleyeydim faşist ilan edilir miydim edilmez miydim? Sol bence postmodernizm kavşağından dönme aşamasında. Üst-anlatıların restorasyonu şart. Bunu postmodernizmi eleştiren yazarlarda, Habermas'ta, hatta Zizek'te görüyoruz. Bakalım.

(8) İnsan değişir mi? Sanırım kısmen, evet. Eskiden biriktirmeyi severdim. Şimdi evde kullanmadığım bir eşya varsa derhâl ondan kurtuluyorum. Eskiden sevdiğim filmleri ve müzikleri arşivlerdim örneğin. Şimdiyse izledikten ya da dinledikten sonraki ilk işim dosyaları silmek oluyor. Sosyal ağlarda ya da cep telefonunda mesajlaştıktan sonra mesajları siliyorum. Kimi zaman, aklıma bir fikir geldiğinde sesimi telefona kaydederim. O sesli notları bir metne dönüştürür dönüştürmez ilk iş siliyorum. Hayatımda kalıcılıktan ziyade gelip geçicilik daha öncelikli bir hâl aldı ve ben bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğini, eski arşivci zihniyetimin nasıl olup da şimdiki şekline evrildiğini hiç fark etmedim. Hiçbir şeyi elde tutmamak, hemhâl olduktan sonra onu elden çıkarmak, adeta dinlenme tesislerinde bir süreliğine duraklamaya benziyor. Gelip geçicilik hissi gibi. Hep yolda olma hissi gibi. Bir tesiste geçici olarak konaklar gibi, şeylerle olan ilişkimi de gelip geçicilik ilkesi yönetiyor. O kadar ki, hiç yük olmaz dediğim, asla vazgeçmem dediğim evdeki kitaplar bile belli bir sayıyı aştıktan sonra beni rahatsız etmeye başladı.

(9) “Ben böyleyimdir, dobrayım, yapım öyle!” Hayır, sen dobra filan değil, bildiğin patavatsızsın. Nerede nasıl konuşulması gerektiğini bilmeyen, nezaketten bihaber, arkadaş ortamına dahi sokulmayacak bir görgüsüzsün. Gerçekleri söylediğini, gerçekçi olduğunu söylüyorsun sürekli. Hâlbuki, esasen, karamsarlık yaratmaktan, iç karartmaktan başka bildiğin bir şey yok. Sürekli eksikliklere, kusurlara ve kötülüğe dikkat çekmekle, durmaksızın kötümser bir atmosfer yaratıp bunu beslemekle, geriye kalan tek tük umut kırıntılarını da yok etmiş oluyorsun. 

Aman gözünü seveyim uzak dur, az ötede otur.

Tamer.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, Siyasal İslam ve Sol

$
0
0

III. Selim'den beridir modernleşme gayreti içerisindeydi Osmanlı. Nizam-ı Cedid, Tanzimat, Islahat, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet derken, ürkek reform çabalarıyla bir türlü kökten bir çözüm bulunamıyor, İmparatorluk çatırdamaya devam ediyor, savaşlar üst üste kaybediliyordu. Aslında çökmekte olan yalnızca Osmanlı değil, imparatorluklar çağının kendisiydi. Çarlık Rusyası, Avusturya-Macaristan ve hâtta kadim Çin İmparatorluğu bile modernleşme karşısında ayakta kalamayacak, geleneksel derebeylik düzenleri kaçınılmaz olarak yıkılacaktı. İyidir, kötüdür, arzu eder ya da etmezsiniz, orası ayrı, ama ortada bir dönüşüm vardı ve bu dönüşüme ayak uyduramayanlar elenecekti.

Mustafa Kemal'in farkı şuydu. III. Selim'den beridir küçük adımlarla bugüne bir türlü yetişemeyen atıl bir yapıyı lağvederek, daha radikal, daha büyük adımlar atılması için daha cesur davranmış, gözü pek bir tutum benimseyerek risk almıştı. "Olmuyor kardeşim!" diyordu, bu ürkek, bu şüpheci, bu korkak adımlarla bir yere varılamıyordu. Bir örnek vermek gerekirse, 19. yüzyıl boyunca Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesi tartışılmıştı dönemin münevverlerince. Ama bu reformu yaparak okuma-yazma oranının kısa sürede hızla artmasını sağlamak Mustafa Kemal'e nasip olmuştu. Çünkü bu adam çılgıncasına cesurdu kardeşim. Saltanatı ve hilafeti kaldırmış birisinden söz ediyoruz, düşünebiliyor musunuz? Şahsen bugün, bu çağda, tepemde babadan oğula bir hanedanlık olsun istemezdim. Sen kimsin yahu, sırf tesadüfen bir aileye doğmuş olmakla üzerimde hak iddia edeceksin? Bitti o devirler. Ha, bugün hâlâ, istersen, ecdadının ikamet ettiği o şaşalı Topkapı Sarayı'na gidebilirsin tabi, ama ancak parasıyla müze bileti alarak, efendi gibi gezip sonra çıkarak. Ancak bir turist olarak -ötesi değil.

Bugün her şey güllük gülistanlık demiyorum. Özellikle son yıllarda sıkıntılar çok; ama Cumhuriyet henüz tamamlanmamış bir proje. Daha ikinci ayak koşulacak, durun bakalım. Devletin laik, toplumun seküler olduğu, din ve vicdan hürriyetinin bireysel bazda teminat altına alındığı, zorbalığın değil haklılığın geçerli olduğu, toplumsal hayata kuralların hükmettiği, yoksulluğun ortadan kalktığı, nezaketin ve güleryüzün egemen olduğu, daha güzel, daha güneşli günlere hep birlikte ilerlemek dileğiyle Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.


Ekteki fotoğrafa bakın. Zamanında "DURMAYALIM DÜŞERİZ" diye yazmışlar. Ne kadar da doğru. Dün ve bugün herkes kutlamalarını yaptığına göre şimdi sakince içimizi dökebiliriz. Öncelikle, yok yahu, elbette Mustafa Kemal'in Tanrı olduğunu filan söyleyen yok. Şahsen kimilerinin zaman zaman yaptığı bazı aşırılıklar hepiniz gibi beni de rahatsız etmiştir. Yağmur yağmıştır. Mustafa Kemal büstünün fotoğrafını çekerler ve fotoğrafı "ülkemizin bugünkü hâline Atatürk de ağlıyor" yazısıyla paylaşırlar mesela -bu bayağılığı elbette tasvip etmiyorum. Ne var ki insanlar bugün haklı olarak tepkililer. Cumhuriyeti iyi niyetle eleştirir, onu daha ileriye taşımak isterken, fırsattan istifade bazı gericilerin Cumhuriyetle derdi olduğunu, laiklikten nefret ettiklerini, siyasal İslam'ı, mezhepçiliği, şeriatı, hoşgörüsüzlüğü dayatmak istediklerini, Kayıp Ada Atlantis misali bir Osmanlı nostaljisi içerisinde olduklarını, bu çağda hanedanlıktan filan bahsettiklerini görünce, "haaaaaaa" dedi insanlar, "kardeşim, iyi niyetle eleştirelim, tamam ama senin niyetin bozuk."

Ortadoğu'da kan gövdeyi götürürken, önüne gelen kendinden farklı olanı katlederken, kendi mezhepsel inançlarını mutlak hakikât olarak görüp başkalarına bunu şiddetle dayatırken, Işid'iyle, El-kaidesiyle, El-nusrasıyla, Boko Haramıyla terör örgütleri insanlara hayatı zehir ederken, "bir dakika" diyordu insanlar artık, "bir dakika yahu, burada büyük bir sıkıntı var sevgili siyasal İslamcı kardeşim." Cumhuriyeti eleştirelim derken bana sunduğun vizyon bu mu? Mesela, çağdaş bir müslüman, kendini Avrupa kentlerinde özgür ve güvende hissederken, müslüman Ortadoğu ülkelerine gittiğinde kendisini göz hapsinde ve tehdit altında hissediyor ve "dur bakalım" diyordu, dur bakalım hacı, Batı matı diyoruz ama bu Ortadoğu'da da sıkıntı epey büyük. Önce Aydınlanma ve rasyonalizmi benimseyelim bakalım. Önce kul olmaktan çıkıp yurttaşlık bilincine bir ulaşalım bakalım. Hııı, önce laiklik ilkesinin gereği olarak din ve vicdan hürriyetini benimseyip ibadet edene ve etmeyene saygı duyalım da kimseye karışmayalım bakalım, ondan sonra geleceğe bakar, daha iyi bir toplum kurmak için eleştirilerde bulunuruz, diyordu. Binaya kat çıkacağım derken temellere dinamit koyanlarla olmayacaktı bu iş.

Önce kültürel burjuvalara dönüşelim bakalım, diye düşündü insanlar. Önce kamusal alanda nasıl davranılır, kurallara riayet neden önemlidir, centilmenlik, nezaket ve güleryüz neden lâzımdır, başkalarının yaşam tarzına saygı neden gereklidir, önce bunları bir çözelim, ondan sonra daha iyi limanlara doğru demir alırız, diye düşündüler. Bu nedenle bu sabah 29 Ekim törenine gönüllü gönüllü gittik. Yüzler gülüyordu. Herkes en şık kıyafetlerini giymişti. Kadın ya da erkek, gülümseyerek, tokalaşarak, birbirimizin bayramını kutlayarak, insanca bir "günaydın!" ile başladık güne. Bugün önceki yıllara göre sosyal ağlarda daha fazla Cumhuriyet ve laiklik vurgusu yapılıyordu, zira bu biraz da tepkiseldi. "Ehh, yetti be kardeşim!" diyordu insanlar, "insan gibi, çağdaş bir hayat sürmek, insanca yaşamak istiyorum bu ülkede." Her gün insanların ölmediği, gözyaşının, asık suratın ve mahalle baskısının olmadığı, insanca bir yaşam.

Bana alternatif mi sunmak istiyorsun? Sunacağın alternatif, bu mevcut durumdan çok daha iyi olmak zorunda kardeşim. Ha, sol cenahtasın ve sosyalist bir gelecekten, kimsenin kimse üzerinde tahakküm kurmadığı, yoksulluğun ortadan kalktığı bir ufuktan mı söz ediyorsun? Amenna. Ama bunu Aydınlanma ve rasyonalizmi dinamitleyerek, postmodern göreceliğe sığınarak yapamazsın kardeşim. Hannah Arendt'den mülhem söylemlerle, "Stalin, Hitler, Mustafa Kemal, Mussolini, Mao filan bunlar hep aynı şey sonuçta totaliter" diyerek, "abi Esad'ın laik rejimi olmasaydı bugün Işid ortaya çıkmazdı" diye bu psikopatları "anlayışla karşılayarak", "bugün Suudi Arabistan'da baskıcı bir rejim var da İsviçre'de yok mu sanki? Orada da polis var" diye her şeyi aynı kefeye koymakla, sapla samanı karıştırmakla, yöntemin/biçimin benzerliğine vurgu yapıp farklı içerikleri birbirinin muadili hâline getirerek, ne beni, ne benim gibi onca insanı ikna edebilirsin kardeşim.

Binanın üzerine kat çıkmak isteyen iyi niyetli herkese saygım sonsuz, ama gelip de temelleri ortadan kaldıralım, kusurlarına rağmen mevcut kazanımları, seküler, saygılı, kamusal alanda nasıl davranılacağını bilen nesiller yetiştirmiş Cumhuriyet'i yerden yere vuralım filan diyorsan, kusura bakma ama seni desteklemem mümkün değil. Burası İskandinavya değil, burası Ortadoğu'ya komşu bir coğrafya. Bazı şeyleri lağvettiğiniz vakit El-kaidesi senin Işid'i benim, ölümlerden ölüm, karanlıklardan karanlık beğenmek zorunda kalırız buralarda. O nedenle, hayatı dar eden, asık suratlı, ağlak, hep "mağdur", her yere nüfuz etmiş, kuvvetli ve ceberut bir siyasal İslam hareketinin varlığında bugünkü tepkileri az çok anlıyor, hak veriyor, hâtta destekliyorum. Hâl böyleyken, Avrupa-merkezci, ulusalcı, "saçı fönlü laikçi teyze" gibi ithamların günümüz bağlamında anlamını yitirdiğini düşünüyorum. Bırak bu işleri, bizler yaş alırken yeni nesiller yetişkin oluyor. Gel birlikte daha güzel nesiller yetiştirelim. Öğretmeniz ne de olsa, az buçuk bir etki alanımız var.

Bakalım gelecek bize neler getirecek.

Tamer.

1-15 Kasım: Değiniler

$
0
0

(1) Bergman'ın 1963 yapımı Tystnaden adlı filminde, dillerini bilmedikleri yabancı bir ülkeye giden iki kız kardeşin hikayesi anlatılıyor. Dilini bilmediğiniz bir ülkede, kimseyle tek kelime konuşamadığınız bir yerde kendinizi nasıl hissederdiniz? Sohbet imkânından giderek yoksun kalmak, en insanî yönümüz olan iletişim ve etkileşimden büyük ölçüde mahrum olmak bizi ne hâle getirirdi? Farklı önkabullerle yaşayan insan grupları da adeta ayrı diller konuşan insanlar gibi. Kişi, farklı önkabullerle yaşayan bir grubun içerisine giremez, girse bile kendisini oraya ait hissetmez. Tıpkı dilini bilmediğiniz bir yerde yaşamak gibi, kendinize benzemeyenlerle yaşamak zorunda olmak da zordur. Ayrık kümelerizdir en nihayetinde -asla kesişmeyiz. Filmdeki kız kardeşlerin yaptığı gibi, vitrinden izler gibi izleriz hayatı ve bir türlü ona dahil olmayız.

İki kız kardeş bambaşka karakterdedir. Birisi tam bir aşk kadınıyken, çevirmen olan ablası programlı, çalışkan ve katı kuralları olan, ne var ki aynı zamanda başarılı bir kadındır. İkisinin de birbirini kıskanmalarına, içten içe birbirini takdir etmelerine şaşmamalı. İkisi de kendisinde olmayan özelliklere sahip oldukları için bir diğerini kıskanır -içten içe sever de. 

Yoruma hayli açık, fazlasıyla kişisel ve insanî bir film Tystnaden. Sevip sevmemeniz biraz da ruh hâlinize bağlı tabi.

(2) Türkiye'de entelektüeller "halkın çoğunluğu öyle dedi, öyleyse yapacak bir şey yok" demekten fazlasını yapamaz mı? Kanaat önderi diye geçinen birisi yol açar, ufuk çizer, ileriyi işaret eder. Öncü kuvvet olur. Bizimkiler sandıktan şeriat çıksa, recm çıksa, idam çıksa, İşid çıksa bize onu da olgunlukla karşılamayı salık verecekler neredeyse. Senin entelektüel olarak, profesör olarak, koca külliyatı yemiş yutmuş, ömrünü okuyup yazmaya adamış birisi olarak tek diyeceğin "taban öyle dediyse doğrudur çünkü demokrasi" mi?

(3) Eski bir dostla buluştum bugün. Tamam internet üzerinde hepimiz etkileşim hâlindeyiz. Tamam, kitap okurken başkalarını dinlemiş oluyor, filmlerde başka insanları izliyor, başkalarının bestelediği müzikleri dinliyoruz. Evet, öyle ya da böyle insan insanla hep iletişim ve etkileşim hâlinde. Gelgelelim, sevdiklerinle, arkadaşlarınla, özellikle sana benzeyen ve ortak bir geçmişe sahip olduğun insanlarla yapılan sohbetler, özellikle onları dinlemek bambaşka. Dolaysız karşılaşmalar, yüz yüze bir aradalıklar bambaşka. Spinoza Etika'da yoksunluk bakımından benzeşenlerin aslında hiç benzeşmediklerini, başka bir deyişle, ortak hiçbir şeyleri olmayanların ortaklığından söz edilemeyeceğini gösterir. "Karşıtlar birbirini çeker", "farklı renkler gökkuşağı oluşturur" gibi ifadeleri benimsemiyorum. İnsan kendine benzeyene gidiyor, benzer benzeri çekiyor. Farklı renkleri karıştırdığınızdaysa ortaya çamur rengi çıkıyor. Ne mutlu ki değerli dostlarımız, ailemiz ve aynı zihniyeti paylaştığımız medenî arkadaşlarımız var.

(4) Finlandiya’da çeşitli pilot uygulamalardan sonra yurttaşların tamamının maaşa bağlanması yönünde adım atılmış. Çalışmayan insanlara da devlet 550 avro aylık verecek ve bu rakam zamanla 800 avroya çıkacakmış. Böylece herkes en azından barınma, ısınma, beslenme ve ulaşım gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek, kendini herhangi bir sanata, edebiyata, felsefe gibi “önüne bir tas çorba koymayan” disiplinlere vermek isteyen kişiler o maaşla yaşayabilecek. Daha fazla para kazanmak isteyen çoğunluksa zaten çeşitli işlerde çalışmaya devam edecek. İş hayatından bunaldığınızda, bir yıl ara vermek istediğinizde, şöyle bir süre kafanızı toparlamak istediğinizde, düşünsenize, işten ayrılıyorsunuz ve belli bir miktar para almaya devam ediyorsunuz. 

Ne diyordum? Ha evet, Avrupa özentisiyim. Selamlar.

(5) "Üzerinde birleşinceye kadar neyin iyi olduğunu tartışabiliriz [...] Dolayısıyla, farklı hayat tarzları yanlış olabilir veya tartışmayla düzeltilebilir". Ah be Habermas Dedem! Orası Almanya tabi. '49'dan beridir hep koalisyonlarla yönetilmiş bir ülke orası. Bence haklısın. Kesinlikle iyilik göreceli değildir, iyi olanın üzerinde uzlaşılması mümkündür. Farklı yaşam tarzları birbiriyle kıyaslanmak suretiyle daha kötü olan tespit edilebilir. Mesela Bangladeş'te, Pakistan'da kadınların yüzüne kezzap atmak hayli yaygınken ben buna kötü diyebilmeliyim. "O da onların kültürü, saygı duyacaksın!" demek kötülüğü onaylamak olur. Ama burada işler öyle dogmalardan sıyrılmış rasyonel tartışma ile yürümüyor. Mesela gel Türkiye'ye gör, havuz medyasında hep kendilerinin ne kadar da haklı olduğunu yineleyen, birbirini onaylayan konukların davet edildiği kanallar var. Cemaatin medyasında da yine kendilerinin ne kadar da haklı oldukları vurgulanıp duruyordu yirmi dört saat -gerçi o medya organı müsadere edildi herhalde tamamen, tam bilmiyorum. Ha, mesela CNNTürk'te, Ahmet Hakan, programına her partiden temsilci davet eder ve bir tartışma ortamı yaratmaya çalışır, doğrudur. Bu yüzden onu fena patakladılardı en son. En son önünü iliklemiş kameralara bakarken capslediler adamı: "Ha şöyle yola gel!" diye yazmışlar altına. Burada rasyonel tartışma ve uzlaşma diye bir kültür yok sevgili Habermas. Burada çoğunluksan haklısındır. Uzlaşmaz, karşındakini ikna etmez, ona boyun eğdirirsin. Burada bir seçim olduğunda kazananlar "ŞİMDİ ONLAR DÜŞÜNSÜN!" derken, kaybedenler gelecek günlerin korkusuyla yaşar ve giderek suskunlaşır. Burada rakiplerin düşmandır ve düşmanlarınla mücadele edebilmek için taktiklerin, stratejilerin olmalı. Burada insanların bam teline dokunmalı, kitlelerin aidiyet duygularını okşamalı, onların hınçlarından yararlanmayı bilmeli, ağzın laf yapmalı, eğer bir şeyi doğru diye kabul ettirmek istiyorsan onu durmaksızın yinelemelisin. Her şeyden önce çoğunluk olmak zorundasın.

Welcome to the Middle East dear Habermas, welcome.

(6) "İnancım gereği organlarımı bağışlamıyorum." Anlıyorum kardeşim. Bağışlama sen organlarını. Biliyorsun, inancına saygı duyarız. Sen sakın bağışlama organlarını. İnsanlığa bir faydan olmasın. Aman bağışlama. Yıllarca böbrek bekleyen birisine belki yararın filan dokunur, yıllarca gözyaşı döken insanların yüzünde bir tebessüm belirir belki. Ama yok, tabi ki senin inancına saygı duymak boynumuzun borcu. Tabi ki sana saygı duymak insan hayatından bile önce gelir. Yok, estağfurullah, tabi ki inancına saygı duyarım. Sen Dünya'ya iyilik etmesen de olur sonuçta. Sakın bağışlama organlarını kardeşim. Aman bağışlama.

(7) Sabah çok erken kalkınca kahve yapıp bir kitaba devam ettim. Evden çıkmadan yazayım hemen. Toplumlara dair kuvvetli öngörülerde bulunmak zor, malûm. Toplum sizi şaşırtabilir. Beklenmedik toplumsal olaylar, patlamalar, buhranlar yaşanabilir. Piyasalar gibidir toplumlar. Öyle bir yazılım geliştirelim ki, ekonomiye ve mevcut şartlara ilişkin tüm veriler girildiğinde yarın borsada hangi hisse senedinin değer kazanacağını mükemmelen öngörsün. Bu hiçbir işe yaramaz; çünkü sonucu öğrenir öğrenmez insanlar yarını beklemeden o hisse senedine çullanacak, böylece ertesi gün o hisse senedi -yazılımın öngörüsünün aksine- değer kaybedecektir (Harari). Toplumlar da böyle. Yarın toplumsal çalkantılar ortaya çıkacak, devrim olacak, şu olacak, bu olacak gibi büyük sözler edersin. Bir de bakmışsın her şey süt liman. Ya da hiç beklenmedik anlarda, Gezi'de olduğu gibi, Arap Baharı denen olaylarda olduğu gibi, ortalık karışıverir. Sosyal bilimler bu nedenle sıkıntılıdır. Türkiye, matematik konusunda hep başarısızlığımızdan dem vurulsa da, dikkat edin, fen bilimlerinde başarılıdır. Burada iyi doktorlar ve mühendisler yetişir. Sosyal bilimlerde, tarihte, sosyolojide vs. ise durum rezalet. Sadece Türk akademisyenlerden kaynaklanmıyor bu sorun elbette. Sosyal bilimlerde yöntem tartışmaları bitmek bilmez; çünkü araştırma nesneni, yani toplumu ya da toplumsal grupları laboratuara kapatıp üzerinde sistematik gözlem ve deney yapamazsın. Anket gibi ölçme araçları ise fazlasıyla yanıltıcıdır. Biliriz ki insanoğlu yanar döner bir varlıktır ve anketlere doğru cevap vermeyebilir, trolleyebilir, doğru cevap verdiğini zannedebilir, bilinç düzeyinde mantıklı olsa da onun hayatına bilinçdışı önkabuller yön veriyor olabilir. Bu liste uzar gider. Bu gibi sorunlardan mütevellit, dikkat edin, topluma dair, insanlara dair konularda yorumları okumayı seviyoruz. Yorumdan öte, iki kere iki dört kesinliğinde bilgiler edinemiyor, hele hele öngörülerde bulunmaya ise hiç cesaret edemiyoruz. Hâl böyleyken, işin içine insan girdiği vakit, yorumları karşılaştırıyor ve hem aklımız hem de hislerimizle yorumlardan daha doğru bulduğumuzu takdir ediyoruz. 

Tamer.

Fransa'da Yaşanan Acıyı Paylaşırken Utanmalı mıyız?

$
0
0

Artık Stalin eleştirisi yapan solcu görünce dayanamıyorum. Anladık kardeşim. Evet. Hannah Arendth öyle dediydi. Hı hı. Hepsi totaliter bunların. Hitler olsun, Stalin olsun, Mao olsun. Mustafa Kemal olsun. Hepsi totaliter bu gözü kör olmayasıcaların. Hepsi aynıdır yani Hitler ya da Stalin ne fark eder sonuçta? Ya arkadaş, siyasal İslam diye hepimize Hitler'i filan mumla aratacak bir hareket var ve Arap coğrafyasında milyonlar tarafından destek buluyor, sen ne 1930'larından bahsediyorsun hâlâ? Kafanız mı iyi? Arendt bir kavram atmış ortaya, maşallah bu kavramla her şeyi açıklıyor, onu alıp önüne gelen tarihsel olguyu aynı kefeye koyuyorsun. 

Dün Ankara'daydım. Yollar, gökdelenler, siteler, son model arabalar, insanlarla dopdolu alışveriş merkezleri... Maşallah. Benim derdim ekonomi değil. Belki öğrencilik yıllarımda çok fakirlik çektiğim içindir ama şu an hâlimden memnunum. Benim derdim ideolojik. Görünen o ki başka bazı insanların derdi de esasen ideolojik. Işid'e, El-nusra'ya katılan insanların, bunu gelir adaletsizliğinden, ekonomik eşitsizlikten ötürü filan mı yaptığını sanıyorsunuz? Hiç de öyle değil. Bir kere bu örgütler cihat ilan etmiş. Kendilerinden olmayanları öldürmeyi ya da köle olarak kullanmayı gayet adil görebiliyorlar. İkincisi, hiçbir zaman bu örgütlerden ekonomik vaatler duymazsınız. Ne yani, Charlie Hebdo çalışanlarını katlettiklerinde siyasal İslamcıların amacı ekonomik eşitsizliği gidermek miydi? Hiç de değil. Mesele hep bunların aşırı duyarlılıkları, katı inançları, kör adanmışlıkları ve hınç dolu kalpleri. Yok efendim İslam'ın ampülünü Akparti yakmış, o ampül avizeye dönmüş, Ortadoğu'da bir Güneş gibi doğuyormuş filan. Zihniyetteki tehlikeye bakar mısın? Benim derdim bu işte. Çünkü diledikleri kadar zengin olsunlar, bu insanlar insanca bir yaşam vaat etmiyor. Mesele zenginlik değil. Suudi Arabistan da zengin mesela. Sizi bilmem ama, şahsen 20.000 lira maaş verseler bile gidip orada çalışmazdım. Bunların ruhu kararmış, inandıkları siyasal İslam ideolojisiyle kalpleri kurumuş. Bu nedenle İngiltere'de yaşayan, üstelik geliri de iyi olan Pakistan asıllı bir doktor, gidip Işid saflarına gönüllü gönüllü katılabiliyor. Adam "ben cihat edeceğim, yeryüzünden birkaç sapkının daha silinmesine katkım olsa ne âlâ!" diye düşünüyor. Belki o arada 8-10 tane Işid militanının yaralarını tedavi eder de sevaba girerim diyor, ne ekonomisi Allah aşkına?

Fransa'yı seviyorum. Bir yandan bazı konulardan, özellikle dış politikasından ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında türettiği postmodernist filozoflarından ötürü kızıyorum; ama Fransız Devrimi'ni gerçekleştirmiş bir ülke orası. Bayrağının üç rengi sırasıyla özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine tekabül eden, monarşiyi devirerek Cumhuriyet'i kurmuş, Dünya tarihini ileriye götürmüş bir ülke. Aydınlanma düşüncesinin yeşerdiği topraklar. "Özgürlük düşmanlarına özgürlük yok!" diyen Saint-Just'un ülkesi. Pastör'ün, Descartes'ın, Montaigne'in, Sartre'ın, Camus'nün ve Foucault'nun ülkesi. Laikliği anayasasında barındıran birkaç ülkeden birisi. Katolik Kilisesi'ne, "sen din işlerini yönet ama devleti ben yönetirim, herkes işine baksın" diyerek resti çeken seçkin öncüler çıkartmış bir toplum. Daha ileriye gidebilecek bir yolun taşlarını döşediği için seviyorum Fransa'yı. Evet. Profil resmimi Fransız bayrağıyla renklendirdim. Çünkü arkadaş listemde yüzlerce kişi var ama profilini değiştirenler yalnızca 8-9 kişi. Biliyorum ki "neden şehitler varken Türk bayrağı yapmadın? Ya Ankara, ya Silvan'da ölenler? Arakan'da müslümanlar katledilirken neredeydin? Ortadoğu'da insanlar her gün ölürken neden profilini karartmadın?" diyenler çıkacaktı. Oldu da nitekim. Mesaj atıp eleştirdi iki arkadaşım. Aslında tüm acıları, nerede olursa olsun tüm sivillerin ölümünü lanetlemek konusunda zaten katılıyorum böyle düşünenlere. Ama kendi çevreme baktığımda, Arakan'da, Ankara'da, Afrika'da ölen insanlara dikkat çeken o kadar çok insan görüyorum ki, biraz da inadına, biraz da azınlıkta olmak pahasına Fransa'ya dikkat çeken kişilerden olmak istedim. Artık "ama" demekten bıktım. Artık "ama Fransa eskiden sömürgeciydi, Cezayir'de neler yaptı neler!" diye söze başlamaktan bıktım. Evet, biliyorum Fransa'nın geçmişini. Fransa bugün Esad'ı değil de ÖSO'yu desteklediği için sizden daha çok öfkeliyim muhtemelen. Ama şu var ki, orada da ölenler masum insanlardı. Vücuduna sardığı bombaları statlarda, konser meydanlarında, kamusal alanlarda bir araya gelen masum insanları parça pinçik etmek pahasına patlatan bu insanlık düşmanlarını eleştirirken, onları lanetlerken, "ama" diye söze başlamak istemiyorum artık. Kaldı ki, Fransa'da, mesela bir Pakistan'a ya da bir Suudi Arabistan'a göre özeleştiri yapan, kendi devletlerinin politikalarını yerden yere vuran onca entelektüel varken, Bangladeş'te laikliği savunan blog yazarları katlediliyorsa, müsaade edin de Bangladeş'i de eleştirebileyim. Müsaade edin de, mahalle baskısına maruz kalmaksızın, suçlayan, yargılayan bakışlara maruz kalmaksızın Fransa'ya dikkat çekebileyim. Evet, profil resmimi Fransız bayrağına boyadım ve bunun açıklamasını kendi duvarımda yapmadım, yapmayacağım. Benim tercihim, benim vurgu yaptığım nokta bu yönde. Başkaları başka türlü yapsın protestosunu, ona da saygım sonsuz.

* * * 

Aslında sporda, sanatta ve bilimde yüzlerce yıldır kayda değer bir şey üretemeyince kıskançlık krizlerine girmeleri anlaşılabilir. Herhangi bir konuda başarı sağlayamıyorsanız, tek yapmanız gereken, etnik, dinî veya cinsel kimliklerinize sarılmaktır. "Bana saygı duyacaksın!" diye çırpınırlar. Tamam hacı, saygı duyayım da, neden? Ne yaptın da saygı talep ediyorsun? "Saygı duyacaksın çünkü benim etnik kökenim böyle, mezhebim şöyle, cinsel kimliğim öyle." Ya tamam, saygı duyalım da kardeşim, insan insana kimliklerinden değil, yaptıklarından ötürü, başka insanlara karşı sözünde duruyor musun, onlarla insan gibi bir arada yaşayabiliyor musun, onlara bir iyilik yapıyor musun, dürüst müsün, sorumluluklarını yerine getiriyor musun, bu gibi şeylere, kısacası davranışlarına bakarak saygı duyar. Ayinesi iştir kişinin. Kusura bakma da, bana ne senin tesadüfen bir aileye doğmakla sahip olduğun kimliğinden? BANA NE? Ne bu kibir? Ne bu eziklik? Hedef olarak konser salonlarının ve stadyumların seçilmesi epey manidar. Çünkü onlar müzik konusunda ya yasakçı ya da sansürcü iken, sporda ise hiçbir başarıları yok. Ha, gerçi bir ara Suudi Arabistan, Etiyopya'dan ithal ettiği bir koşucuyla gümüş madalya almıştı galiba -en fazla bu. Bir tarafta çatık kaşlı, korkunç ve canice bir yeryüzü cehennemi, diğer yanda sanatla, bilimle ve sporla kendini ifade eden bir medeniyet. Mısır gibi, bu medeniyete uyum sağlayarak ayakta kalabilirlerdi oysa. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi ve yetiştirdiği nesiller bu çabanın eseriydi mesela. İyi kötü bunda başarılı da olunmuştu aslında. Ama siyasal İslam hareketleri bu fırsatı geri tepti. Madem Batılılaşmayacaktı, o hâlde ya Batı'yı yok edecek, ya da Batı tarafından yok edileceklerdi. 

Siyasal İslam çağımızın en büyük tehditidir. Nazizmin güncel versiyonudur. Sizi öldürmek, yok etmek isteyen insanlar için "tahammül" ve "bir arada yaşama" zırvalıklarını öne sürmek hiçbir işe yaramaz. Bu güzel lafları olsa olsa zayıflık ve korkaklık emaresi olarak görürler. Bunlarla bir arada insanca yaşayamazsınız çünkü göz teması kursanız tedirgin olursunuz, espri yaparken kırk kere düşünür, kendinize sansür uygularsınız, kadınlara günaydın desem mi, tokalaşsam mı, yok hayır en iyisi başımı öne eğip sessizce geçsem mi diye düşünür durur, ne yaparsanız yapın bunları incitmekten kurtulamazsınız. Sürekli pusuda bekleyen, açığınızı arayan bir anlayışa karşı ne yapsanız yaranamazsınız. Bu nedenle bir müslüman kendisini hıristiyan Avrupa'da, seküler Avrupa'da özgür ve güvende hissederken gider de mesela Suudi Arabistan'da ne özgür ne de güvende hisseder. Aman der, dikkatli olayım, ağzımdan çıkana dikkat edeyim, n'olur n'olmaz! Adam kendini doğuştan üstün görüyor bir kere, istersen karşılarında ezil, büzül, fark etmez. Ağzınızla kuş tutsanız da onların gözünde sapkın, kâfir ya da yanlış yoldasınızdır. Karşımızda sanata, spora, müziğe, tiyatroya, bilime, hayattan zevk almaya, eğlenmeye, kadınların kamusal varlığına, medeni hukuka, eşit yurttaşlığa ve kardeşliğe, kısacası insanca yaşamaya düşman bir küresel hareket var. Yeryüzünde iyi ve güzel olan ne varsa ona düşman olan bu zebanleri şuna tepki, buna tepki filan diye meşrulaştırmak mümkün değil. Bunlar imkân yakaladıkları anda kendisi gibi olmayanları yok etmeye programlıdır. Şahsen Avrupa'nın yerinde olsam, değil Ortadoğu'dan göçmen almak, Çin Seddi'ne benzer bir Avrupa Seddi inşa eder, sınırları tamamiyle kontrol altına alır ve kendimi kurtarılmış bölge ilan ederdim. Son yıllarda yaşananlar terör deyip geçiştirilemeyecek düzeyde. Bu adamlar gücü yettiğinde sivilleri, gücü yettiğinde askerleri öldürür, zira bunlarda etik filan yoktur. Çağımızın bu medeniyet düşmanlarının, bu korkunç barbarların çıkartmak istedikleri bir üçüncü Dünya Savaşı, terör filan değil. Onda bile bir kıskançlık kokusu alıyor insan: İki Dünya Savaşı da Batı tarafından başlatıldı, üçüncüsünü biz başlatalım da eşitlenelim diyor olsalar gerek.

Tamer.

Değiniler: Kasım 15-30

$
0
0

(1) Akit gazetesi dün yaptığını yapabiliyor. Çünkü başına bir iş gelmeyeceğini biliyor. Çünkü hakaret ettiği, üzdüğü, incittiği kesim gidip de -mesela Fransa'daki Charlie Hebdo olayında olduğu gibi- otomatik silahlarla bunların ofisini basmaz. Biliyorlar ki kimse gidip "Allah-u Akbar!" nidalarıyla çalıştıkları mekânı kana bulamaz. Biliyorlar ki incittikleri insanlar çağdaş, hukuka inanan, nispeten eğitimli bir kesimdir. Gayet farkındalar ki incittikleri kesim kolay kolay, belki de asla şiddete başvurmaz. Başvursa bile bu şiddet onların yaptığının yanında devede kulak gibi kalır. En nihayetinde incittikleri kesim incindiğiyle kalır. Bu nedenle rahatlıkla kırıyor, üzüyor, rahatsız ediyorlar. Adamlar epey rahat yani. Ağlamasını da öğrendiler bu arada. İslamcı terör örgütleri insanları öldürdüğünde ve bunu eleştirdiğinizde suçlu yine "İslamofobik" veya "oryantalist" olmakla siz olursunuz. Tam da hem suçlu hem güçlü psikolojisi bunlardaki. 

Bu arada Dünya'da güzel şeyler de oluyor tabi. Okuduğum bir habere göre, Fransa, İran'ın "yemekte içki olmasın" talebini geri çevirmiş. Burada mesele içki değil aslında. Mesele bu adamların, hangi mezhepten olursa olsun siyasal İslam hareketinin, bu köktenci gericiliğin hadsizliğinin yüzlerine vurulması. Sen kimsin de davet edildiğin yerde neyin ikram edilip edilmeyeceğine karar verme hakkını kendinde buluyorsun? Yemek ikram edilir, şarabını içen içer, içmeyen içmez. Ama sırf senin bencilce ve şımarıkça tutumundan ötürü adamlar tüm mönüyü değiştirecek değil elbette. Kusura bakma, inancını yaşarsın, tamam, ama "ben böyle inandığıma göre Dünya ona göre düzenlenecek!" dediğinde karşında direnç görürsün. Hadsizliğin lüzumu yok.

(2) Akşam en son kahve reklamı ve şarkı paylaştım. Açık söyleyeyim, eğer Moğolistan'da filan yaşıyor olsaydım bu yaşananlar umrumda olmazdı. Şarkı paylaşırdım yine -n'olcak? Ne var ki sabah uyanıyorum ve yüzlerce insanın öldüğünü duyuyorum. Bunu umursamamak mümkün değil. Türkiye'de yaşıyor olmak, yarın birgün bir AVM'de, statta, okulda, çarşıda ya da başka bir yerde, körü körüne adanmış, kendini patlatan bir zebani tarafından öldürülebilir olma ihtimalinin giderek yükselmesi, insanın gözlerini gerçeklere kapatmasına engel oluyor.

Aslında sporda, sanatta ve bilimde yüzlerce yıldır kayda değer bir şey üretemeyince kıskançlık krizlerine girmeleri anlaşılabilir. Herhangi bir konuda başarı sağlayamıyorsanız, tek yapmanız gereken, etnik, dinî veya cinsel kimliklerinize sarılmaktır. "Bana saygı duyacaksın!" diye çırpınırlar. Tamam hacı, saygı duyayım da, neden? Ne yaptın da saygı talep ediyorsun? "Saygı duyacaksın çünkü benim etnik kökenim böyle, mezhebim şöyle, cinsel kimliğim öyle." Ya tamam, saygı duyalım da kardeşim, insan insana kimliklerinden değil, yaptıklarından ötürü, başka insanlara karşı sözünde duruyor musun, onlarla insan gibi bir arada yaşayabiliyor musun, onlara bir iyilik yapıyor musun, dürüst müsün, sorumluluklarını yerine getiriyor musun, bu gibi şeylere, kısacası davranışlarına bakarak saygı duyar. Ayinesi iştir kişinin. Kusura bakma da, bana ne senin tesadüfen bir aileye doğmakla sahip olduğun kimliğinden? BANA NE? Ne bu kibir? Ne bu eziklik? Hedef olarak konser salonlarının ve stadyumların seçilmesi epey manidar. Çünkü onlar müzik konusunda ya yasakçı ya da sansürcü iken, sporda ise hiçbir başarıları yok. Ha, gerçi bir ara Suudi Arabistan, Etiyopya'dan ithal ettiği bir koşucuyla gümüş madalya almıştı galiba -en fazla bu. Bir tarafta çatık kaşlı, korkunç ve canice bir yeryüzü cehennemi, diğer yanda sanatla, bilimle ve sporla kendini ifade eden bir medeniyet. Mısır gibi, bu medeniyete uyum sağlayarak ayakta kalabilirlerdi oysa. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi ve yetiştirdiği nesiller bu çabanın eseriydi mesela. İyi kötü bunda başarılı da olunmuştu aslında. Ama siyasal İslam hareketleri bu fırsatı geri tepti. Madem Batılılaşmayacaktı, o hâlde ya Batı'yı yok edecek, ya da Batı tarafından yok edileceklerdi. 

Siyasal İslam çağımızın en büyük tehditidir. Nazizmin güncel versiyonudur. Sizi öldürmek, yok etmek isteyen insanlar için "tahammül" ve "bir arada yaşama" zırvalıklarını öne sürmek hiçbir işe yaramaz. Bu güzel lafları olsa olsa zayıflık ve korkaklık emaresi olarak görürler. Bunlarla bir arada insanca yaşayamazsınız çünkü göz teması kursanız tedirgin olursunuz, espri yaparken kırk kere düşünür, kendinize sansür uygularsınız, kadınlara günaydın desem mi, tokalaşsam mı, yok hayır en iyisi başımı öne eğip sessizce geçsem mi diye düşünür durur, ne yaparsanız yapın bunları incitmekten kurtulamazsınız. Sürekli pusuda bekleyen, açığınızı arayan bir anlayışa karşı ne yapsanız yaranamazsınız. Bu nedenle bir müslüman kendisini hıristiyan Avrupa'da, seküler Avrupa'da özgür ve güvende hissederken gider de mesela Suudi Arabistan'da ne özgür ne de güvende hisseder. Aman der, dikkatli olayım, ağzımdan çıkana dikkat edeyim, n'olur n'olmaz! Adam kendini doğuştan üstün görüyor bir kere, istersen karşılarında ezil, büzül, fark etmez. Ağzınızla kuş tutsanız da onların gözünde sapkın, kâfir ya da yanlış yoldasınızdır. Karşımızda sanata, spora, müziğe, tiyatroya, bilime, hayattan zevk almaya, eğlenmeye, kadınların kamusal varlığına, medeni hukuka, eşit yurttaşlığa ve kardeşliğe, kısacası insanca yaşamaya düşman bir küresel hareket var. Yeryüzünde iyi ve güzel olan ne varsa ona düşman olan bu zebanleri şuna tepki, buna tepki filan diye meşrulaştırmak mümkün değil. Bunlar imkân yakaladıkları anda kendisi gibi olmayanları yok etmeye programlıdır. Şahsen Avrupa'nın yerinde olsam, değil Ortadoğu'dan göçmen almak, Çin Seddi'ne benzer bir Avrupa Seddi inşa eder, sınırları tamamiyle kontrol altına alır ve kendimi kurtarılmış bölge ilan ederdim. Son yıllarda yaşananlar terör deyip geçiştirilemeyecek düzeyde. Bu adamlar gücü yettiğinde sivilleri, gücü yettiğinde askerleri öldürür, zira bunlarda etik filan yoktur. Çağımızın bu medeniyet düşmanlarının, bu korkunç barbarların çıkartmak istedikleri bir üçüncü Dünya Savaşı, terör filan değil. Onda bile bir kıskançlık kokusu alıyor insan: İki Dünya Savaşı da Batı tarafından başlatıldı, üçüncüsünü biz başlatalım da eşitlenelim diyor olsalar gerek. 

Vallahi laik kuvvetlerin güçlenmesi lâzım. Tehlike kapıda. Üstelik bundan ne Ortadoğu, ne Türkiye, ne Avrupa ne de Amerika kaçabilir. Seni hoşgörmeyen ve eline güç geçtiği anda yok edecek olan bir ideolojiyi hoşgörmek -çok afedersiniz ama- enayilik olur.

(3) Dün Ankara'daydım. Yollar, gökdelenler, siteler, son model arabalar, insanlarla dopdolu alışveriş merkezleri... Maşallah. Benim derdim ekonomi değil. Belki öğrencilik yıllarımda çok fakirlik çektiğim içindir ama şu an hâlimden memnunum. Benim derdim ideolojik. Görünen o ki başka bazı insanların derdi de esasen ideolojik. Işid'e, El-nusra'ya katılan insanların, bunu gelir adaletsizliğinden, ekonomik eşitsizlikten ötürü filan mı yaptığını sanıyorsunuz? Hiç de öyle değil. Bir kere bu örgütler cihat ilan etmiş. Kendilerinden olmayanları öldürmeyi ya da köle olarak kullanmayı gayet adil görebiliyorlar. İkincisi, hiçbir zaman bu örgütlerden ekonomik vaatler duymazsınız. Ne yani, Charlie Hebdo çalışanlarını katlettiklerinde siyasal İslamcıların amacı ekonomik eşitsizliği gidermek miydi? Hiç de değil. Mesele hep bunların aşırı duyarlılıkları, katı inançları, kör adanmışlıkları ve hınç dolu kalpleri. Yok efendim İslam'ın ampülünü AKP yakmış, o ampül avizeye dönmüş, Ortadoğu'da bir Güneş gibi doğuyormuş filan. Zihniyetteki tehlikeye bakar mısın? Benim derdim bu işte. Çünkü diledikleri kadar zengin olsunlar, bu insanlar insanca bir yaşam vaat etmiyor. Mesele zenginlik değil. Suudi Arabistan da zengin mesela. Sizi bilmem ama, şahsen 20.000 lira maaş verseler bile gidip orada çalışmazdım. Bunların ruhu kararmış, inandıkları siyasal İslam ideolojisiyle kalpleri kurumuş. Bu nedenle İngiltere'de yaşayan, üstelik geliri de iyi olan Pakistan asıllı bir doktor, gidip Işid saflarına gönüllü gönüllü katılabiliyor. Adam "ben cihat edeceğim, yeryüzünden birkaç sapkının daha silinmesine katkım olsa ne âlâ!" diye düşünüyor. Belki o arada 8-10 tane Işid militanının yaralarını tedavi eder de sevaba girerim diyor, ne ekonomisi Allah aşkına?

(4) Bir fikri kişiden bağımsız olarak tartışabilmek de bir erdem. Eğer karşınızdakinde bu erdemin eksik olduğunu gözlemliyorsanız konuşmanın anlamı yok. Yine de fikrî tartışmaların birebir yapılmasında yarar var. Ulu orta, konuyla ilgisiz kişilerin olduğu ortamlarda felsefî tartışmalara girişmek abesle iştigal. Öyle bir ortamda, karşınızdaki kişi, söylediklerinize bakmaksızın konuyu kişiselleştirerek, köşeye sıkışmış bir kedi gibi savunmaya geçebilir. Önkabuller bakımından ayrıldığınız insanlarla konuşmak imkânsız değilse de zordur. O nedenle ayaküstü, beş dakikada "bu konuda ne düşünüyorsun?" ve "neden?" sorularını yanıtlamaya kalkışmak olmaz. Ayaküstü, beş dakikada, molalarda ancak havadan sudan konuşulur. Önkabuller bakımından ayrıldığımız insanlarla çeşitli ortamlarda bir arada olmaktan kaçınamayız elbette. Bu yüzden nezaketten sapmamak ve tevazuyu elden bırakmamak gerek. Karşınızdaki dandun kimi konulara giriyor, sizin de onunla aynı önkabulleri paylaştığınızı baştan varsayarak olur olmaz konuşuyorsa o onun ayıbı. Fazla üstünüze gelirse cevap vermek gerek tabi ama her söze cevap yetiştirip "o öyle dedi sonra ben de böyle deyip onu orada bi'bozdum ki görmeliydin!" tavrı da marifet değil. Tüm işleri kölelerin yaptığı, köle sahibi yurttaşların tartışacak bol bol vaktinin olduğu Antik Yunan Atina'sında yaşamıyoruz.

(5) Öğretmenler günü ile ilgili biraz içimi dökeceğim. Öğretmenin fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek gibi bir görev icra etmesi mümkün mü artık? Cumhuriyet kurulduğunda, Reşat Nuri'nin Yeşil Gece romanında ve nice başka kitapta izlerinin görüldüğü üzere, Anadolu'nun dört bir yanına gönderilen öğretmenlerin bir misyonu vardı: Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek, halkı saltanatın kullarından Cumhuriyet'in yurttaşlarına, zorbalığın değil hukukun üstün olduğuna inanan bireylere dönüştürmek. Şimdi ben Anadolu'nun ücra bir kasabasına gideceğim de oraya bilinç götüreceğim, oraya ışık götürüp yeni nesilleri aydınlatacağım, öyle mi? Hadi canım siz de. Burada demokrasi var artık. Halk ne talep ederse o. Onu dönüştürmek, onu yukarıya çekmek gibi sözleri ağzınızdan bile kaçırmayın sakın, anında Jakoben, elit, "halkı hor gören", "kendisini fildişi kulede zanneden" ukala entelektüel yaftasını yersiniz. Vatandaş çocuğunun müzik dersinde şarkı söylemesini istemiyor diyelim, inancı öyle buyuruyormuş, ne yapacaksın? Vatandaş kız çocuğunu beden dersine sokmak istemiyor, talep o yönde, ne edeceksin? Resmi bayramlarda, törenlerde sıraya girmek, bando çalmak filan, bunlar hep "militarist" uygulamalarmış. Vatandaş çocuğunun 19 Mayıs Bayramı'nda yer almasına karşıymış, ideolojikmiş çünkü, hadi bakalım, ne diyebilirsin? Öyle istiyor. Önceki okulumda kız çocuklarını okula göndermeyen aileler vardı. Kur'an kursuna gönderiyorlarmış. Dikkatinizi çekerim, yazın çocukların gönderildiği Kur'an kursları gibi değil, bildiğin devletin okullarına alternatif, sene boyunca eğitim veren mekânlar. Onca ikna çabaları hiçbir sonuç vermemişti; zira vatandaş öyle talep ediyor, öyle istiyordu. Çünkü demokrasi. Ne yapabilirsin? Hiçbir şey yapamadık zaten.

Bugün öğretmenden bekleneni ben size söyleyeyim: Teog, Ygs ve Lys'de okulun ortalamasının artması. Herhangi bir branş öğretmeninin öğrencilerinin yaptığı netler o yıl yükseldi mi, kral öğretmensin sen. Ertesi yıl düştü mü? Kötü öğretmensin. Yoksa kimse sizin aydınlatıcı, sorgulatıcı, fikri ve vicdanı hür bireyler, başkalarına saygılı, kendinden olmayana karşı hoşgörülü, güçlü olanın değil haklı olanın haklı olduğuna inanan bireyler yetiştirmenizle filan ilgilenmiyor. Medenî Kanun'la birlikte kadınlarla erkekler eşit miras hakkına kavuştu diyelim, önceden abilerine karşı ağzını açsa ağzının ortasına yumruğu yiyecek olan kadın, medenî kanun için "ama İsviçre'den alınmış sonuçta, Kurtuluş Savaşı'nı kazandık ama şeriatı kaybettik" diye karşında dikilecek, oradan buradan katıldığı sohbetlerle duyduklarını dillendirecek, sen bir şey dediğinde siyaset yapmakla suçlanacaksın mesela. Ne yapabilirsin? İstemiyor işte. Sen öğrencileri alıp "aydınlanma" sohbetleri düzenlesen anında şikayet edileceğinden emin olabilirsin; ne var ki cemaatçisi, şeyhi, abisi, ablası, partilisi, gençlik kolu, ilim yayma cemiyeti çocuklarımızı dilediği gibi, hamur gibi yoğuracak, ama onları şikayet edersen anti-demokrat olmakla itham edileceksin. Güzel kurdular düzeni vallahi ya, gerçekten helal olsun. Örnek almak lâzım.

Son yılların yaygın ifadesiyle "öğrenciler bizim müşterimizdir", dolayısıyla müşteri her zaman haklıdır. Veli ne isterse onu yapacak, efendi gibi İngilizceci İngilizce dersini, matematikçi matematik dersini işleyecek. Bizden fazlasını beklemiyor insanlar. Ders işlemek dışında, yeni nesillerin yetiştirilmesi işi İmam-hatiplerce yürütülüyor artık. Onlara her şey hak. Ama senin benim susmam gerekiyor. 

Karamsar filan değilim merak etmeyin. Bu devran birgün döner. Eskiden de çoook uğraşılmış bu işlerle. Bu işlerin sonu Ortadoğu'nun bugünkü durumudur. Herkes "benim inancım hakikâttir, ben mutlak doğruyum" diyerek kendinden olmayanı katlediyor. En sonunda insanlara tiksinti gelir, "yeter artık" diyecek karizmatik önderler çıkar ortaya, halk ona destek verir, işler değişir.

Tamer Ertangil.

Misyonerlik İfade Özgürlüğü Kapsamına Girer mi?

$
0
0

Dünkü meseleyi adam akıllı açalım. Öncelikle beni rahatsız eden konu her şeyin ifade ve propaganda özgürlüğü kapsamına alınabilmesi. Taksim'de "topuklu ayakkabı ve etek giymek haramdır" yazılı broşürler dağıtılması bir örnek sadece. Benzerini Hollanda'da bir Faslı yapıyor, takkesiyle, cübbesiyle, sünnete uygun şekildeki sakalıyla, ezelden beridir özgürlükçü ve seküler bir düzen tutturmuş Hollanda'nın sağladığı ortamdan sonuna kadar yararlanıyor, kimse onun kıyafetine karışmıyor, ne var ki o bununla yetinmeyip, "siz küfrü yaşıyorsunuz", "yanlış yoldasınız, sonunuz cehennem" gibi sözlerle Hollandalıları şehrin ortasında İslam'a davet ediyordu. Hoşgörünün tavan yaptığı bu ortamda bile birisi dayanamayıp Faslı arkadaşa saldırmıştı. Soru şu: Bu tebliğ olayı ifade özgürlüğü ile açıklanabilir mi? Baştan söyleyeyim: Hayır.

Mutaassıp bir muhite gidip, mesela üzerinde "başörtüsü çağdışıdır, kadın düşmanlığıdır, erkek egemen düzenin sürdürülmesine hizmet etmektedir, özgürlük değil, itaattir, zira dinin buyruğuna itaat etmek özgürlük olarak tanımlanamaz" gibi ifadelerin bulunduğu bir broşür dağıtmaya gidiyoruz diyelim. Pek hoş karşılanmayacağınızı az çok tahmin ediyorsunuzdur. Peki bu ifadeler ifade özgürlüğü kapsamına girer mi? Evet. Çünkü birinci durumda bir dinin, inancın ya da mezhebin propagandası yapılmaktadır ve bu konular tartışmaya açık değildir. İkincisinde söylenenlerse tartışmaya açıktır. Özgürlüğün ne olduğu zaten tartışmaya hayli açıktır. Ben ne dersem diyeyim, siz ne derseniz deyin, akşama kadar tartışabiliriz. Bu nedenle, hoşunuza gider ya da gitmez, önkabullerinize aykırıdır ya da değildir, savunacağım düşünceler ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilir; zira kişilerin düşünceleri tartışmaya açık, çürütülebilir, aksi örneklerle itiraz edilebilirdir. Ne var ki, birisi tebliğ peşinde ya da misyonerlik faaaliyeti içerisindeyse, ona karşı süreceğiniz hiçbir argümanı dikkate almayacaktır. Ayet şöyle demiştir, hadis böyle buyurmuştur, İncil'de şöyle bir kehanet vardır vs. Bunu sizinle tartışmazlar. Ben yalnızca bir görüş, bir düşünce ileri sürerim ve bunun bilincindeyimdir. Oysa tebliğciler salt kendi düşüncelerini ifade ediyor değillerdir. Onlar mutlak bir hakikati dillendirdiklerine, Tanrı'nın kelamının yayılması için kutsal bir görevi ifa ettiklerine, sorgulanamaz, şüphe edilemez bir hakikatin neferleri olduklarına inanırlar. Kendi düşünceleri değildir ifade ettikleri, zamandan ve mekândan münezzeh doğruların naçiz havarileridirler yalnızca. İşte bu nedenle, dinî propaganda ifade özgürlüğü kapsamına girmez. Tartışmaya kapalı olanla yalnızca mücadele edilir, tartışılmaz; zira onları asla ikna edemezsiniz. Ama sizlerin, benim, hepimizin kendi düşüncelerini ifade etmesi ifade özgürlüğü kapsamına girer; çünkü ikna edebilir ya da ikna olabilirim.

Avrupa uluslarının laikliğe varması kolay olmadı. 30 yıl savaşları, Katolik kilisesinin devlet işleriyle hemhâl oluşu, düzenlenen onca Haçlı Seferleri, ölen, öldürülen onca insan... İrrasyonalizmin doruklarıydı o dönemlerde yaşananlar. Mutlak hakikati haiz olduğunu iddia edenler tarafından iki kıtaya kan kusturuluyordu. Savaşa savaşa bir yere varamayacaklarını anladıkları zaman sekülerleşmeye, giderek birbirlerinin farklılıklarına saygı duymaya başlayıp, Reformasyon, Aydınlanma derken, en nihayetinde Papa'ya resti çekip laikliği icat etmek durumunda kaldılar. Kişiler çeşitli inançları benimseyebilir, onun gereklerini yerine getirebilir. Ama başkalarına müdahale ettikleri anda tekinsizlik baş göstermeye başlar. Tebliğ özgürlüğünden cihat özgürlüğüne giden yol çok kısadır.

Hani yumurtayı dışarıdan kırarsınız da civciv ölür, ama kabuğunu kendisi kırdığında civciv Dünya'ya merhaba der ya, Dünya'da olup bitenlere bakıldığında, bazı coğrafyaların bazı sorunları ancak zamanla çözebileceği görülüyor. Dışarıdan laikliği alıp Ortadoğu'ya götürüyorsunuz diyelim, güzel, ama yeterli eğitimle seküler bir bilinç ve kültür yerleştirilmediği vakit bu dikiş tutmuyor, teker teker patlamaya başlıyor. Bu nedenle, üzgünüm ama, Ortadoğu da Avrupa'nın geçtiği süreçlerden geçecek. Daha çok insan birbirine karışmaya, müdahale etmeye, onu sapkın ve kâfir olarak, kısacası kendinden aşağı olarak görmeye, "hakikate sahibim" diyerek kendinden olmayanlara hayatı dar etmeye, giderek birbirini katletmeye devam edecek. Belki ancak ondan sonra bir yerde hata yaptıklarını anlayacak, kendi Rönesanslarını, kendi Aydınlanmalarını kendileri icat etmek, laikliği kendi kendilerine tesis etmek zorunda kalacaklar.

Bu nedenle, bugün İslam coğrafyasında demokrasinin mümkün olup olmaması sorusunun da tartışılması gerekli. Aydınlanma yaşamamış, fikirleri kişilerden bağımsız olarak ele almayan, kendisini salt belirli bir mezhebe ait olmakla tanımlayan kitlelerin bulunduğu bir coğrafyaya parlamenter demokrasi getirdiğiniz vakit sizce o sistem ne kadar ayakta kalabilir? Halk "demokrasi var madem" diyerek şeriat talep ederse? Hadi bunu oylayalım, referanduma gidelim derse? Her etnik ve mezhepsel grup kör bir adanmışlıkla kendilerinden olan partiye oy verirse? Böyle bir kültürel atmosferde, işin içine din girdiği için, bir zamanlar yaygın olan tabirle "din siyasete alet edildiği" için, kimse kimseyi ikna edemeyecek, bir hakikatler çarpışması doğacak, güçlü olan daha da güçlendiği anda diğerlerini ezme yoluna gidecektir. Çünkü başta söylediğim gibi, dinsel dogmalar tartışmaya kapalıdır ve tartışmanın olmadığı göle çalınan demokrasi mayası asla tutmaz.

Toplumun zaten sekülerleştiği Hollanda, İsveç, Almanya gibi ülkelerde demokrasi oturmuştur zaten. Zaten adamların anayasasında laiklik ibaresi bile bulunmuyor; çünkü gerek kalmamış. Ortadoğu coğrafyasında ise -en azından günümüzde- laiklik mi önceliklidir yoksa demokrasi mi diye soracak olursak, tereddütsüz laiklik derim. Bu coğrafyada laikliği yürürlükten kaldırdığınızda, demokrasi zaten kendi kendisini imha eder. 

Türkiye'de her gün yaşadıklarımız yukarıda anlattıklarımın tezahürleri. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.

Tamer.

Bulgakov ve Başyapıtı: Usta ile Margarita

$
0
0

Gündem Rusya madem... Moskova'da Bulgakov'un evini ziyaret etmiştim. Müzeleştirilmiş, nispeten küçük bir apartman dairesiydi. Yazarın adını duymuş olsam da hiçbir kitabını okumamıştım -ne de olsa bir Dostoyevski ya da Tolstoy kadar meşhur değildi. Evine girip hakkında bilgi edindikten sonra, daha doğrusu Türkiye'ye döndükten sonra, Bulgakov'un başyapıtı olan Usta ile Margarita'yı aldım. Geçenlerde okudum. Açıkçası epey şaşkınlıkla karşıladım kitabın içeriğini. Fantastik unsurlar kitapta fazlasıyla mevcuttu. Sovyetler Birliği'nde, Moskova'nın göbeğinde, rejime muhalif olarak yaşamak ve yazmak zor olduğu için olsa gerek, meramını anlatabilmek için dolaylı bir anlatımı, fantastik unsurları ve çeşitli benzetmeler kullanmayı tercih etmişti Bulgakov. 

Daha büyük bir daire elde edebilmek için başkalarını gammazlayanlar, birer tiyatro oyununa benzetilen yargılama süreçleri, yani tiyatroya dönmüş mahkemeler, satır aralarında yazarın hayatı boyunca sansür mekanizmasından nasıl da bezdiğini anlatması, sıradan halkın rüyasında göremeyeceği lüks yiyecek ve içecekleri tüketen üst düzey yöneticiler ve daha neler neler. Oyunlarının sahnelenmesinden ve romanlarının yayımlanmasından umudu kesse de, kitabın bir yerinde "müsveddeler yanmaz" diye bir ifade kullanmış Bulgakov. Sanırım fikirlerin ölmediğini vurgulamak istemiş. Kitap yaklaşık altı yüz sayfa ve farklı bir tarihsel ve toplumsal bağlama ait olduğu için, okumadan önce ve okuduktan sonra hakkında birkaç yazı okuma ihtiyacı hissettim. Yoruma fazlasıyla açık bir eser. Kitaptaki her şeye kadir şeytan Wooland ile Stalin'in anlatıldığını düşündüm. Bu konuda bana katılanlar kadar katılmayanlar olduğunu gördüm yorumlarda. Romanın anlatım tekniğinde en üst noktaya vardığı yerler, sanırım ana öyküye koşut giden ikinci öykü, yani İsa'nın çarmıha gerilme sürecinin anlatıldığı sayfalar. Okurken kendinizi milattan hemen sonraki yıllarda, Kudüs'ün orta yerindeymiş gibi hissediyorsunuz. 

Romanın sonlarında çok farklı yorumlanabilecek kısımlar var. Şahsi kanaatimce toplumun gidişatından umudu kesen Bulgakov, çözüm olarak kişilerin kendi iç dünyalarına kapanmalarını, kendilerini manevîyata adamalarını önermiş. Dindar birisi olduğu belli olan, Sovyetler'de dinin kamusal alandan silinmesinden hoşnutsuz olduğu her satırında hissedilen yazar, Şeytan'ın (sosyalizmin) Moskova'yı tarumar ettiğini söylerken -bana kalırsa- biraz ileri gidiyor: "Bu kara perde bir an çekildiğinde Margarita ardına baktı, alacalı kulelerin çoktan kaybolmuş olmasından başka, kentin de toprağa gömülerek ardında sis ve dumandan başka bir şey bırakmadığını gördü." (s. 549.) Bulgakov, maneviyatın kültür ve sanatı, hâtta insana dair duygusal olan ne varsa hepsini kapsadığını kabullenip, biraz daha fazla yaşasa ve Moskova'nın gelişimine tanık olsaydı, herhalde Sovyetler'e bu denli haksızlık etmezdi diye düşünmeden edemiyor insan.

Sovyetler'in alenen desteklediği edebiyatçı Maksim Gorki'nin adeta bir antitezi olan Bulgakov, gerçekten büyük bir edebî yetenek. Kitabını okumadığım hâlde evini gezdiğim için suçlu hissetmiştim kendimi. Şimdi ise o küçük apartman dairesi gözümde çok daha fazla değer kazandı. Sıkıntılı dönemlerden geçen insanlar daha üretken olurmuş. Bulgakov'un politik duruşunu tasvip eder ya da etmezsiniz, bunu bir kenara bırakıp yapıta odaklanmakta yarar var.

Aziz Sancar ve Diğer Meseleler: 1-15 Aralık

$
0
0


(1) İnsan ağız tadıyla Nobel Ödülü'nü de alamayacak demek ki. Acaba yeryüzünde bizdekiler kadar ama'cı bir güruh daha var mı? Alfred Nobel'in dinamiti icat etmiş olmasını bir yerden öğrendin diye Nobel Ödülü nazarında tüm prestijini yitirdi, öyle mi? Dinamit bir icattır. Tüm icatlar gibi iyi ya da kötü niyetlere hizmet edebilir. Bir kimyagerin keşfinden ilaç yapmak da, kimyasal silah yapmak da mümkündür. Orası ayrı hikaye. Sanırım burada bir kıskançlık söz konusu. Hak edene hakkını teslim etmekte bir tereddüt, helal olsun demekte, ayağa kalkıp alkışlamakta, şapka çıkarıp eğilmekte bir isteksizlik söz konusu. Hani memurların sekiz saat çalışmasına bakarak, kendisinin de sekiz saat çalışarak insanca bir hayat sürdürebilmesi gerektiği düşüncesine varacağına, "ben sürünüyorsam herkes sürünmelidir" fesatlığıyla, "memurlar da 12 saat çalışsın" diye hiddetlenen tezgâhtar gibi, "madem ben yapamadım, madem ben başaramadım, başaranı takdir etmeyeyim ki geri plana düşmeyeyim" kurnazlığı ve kıskançlığı -ötesi değil. "Sen sıradan değilsin, sen bizden biri, ortalama bir varoluş, vasat bir tekdüzelik değilsin, sen sıradışı çalışkanlığın, yüksek erdemin ve aklınla aramızdan sıyrılarak yukarıya çıkmış bir üst-insansın. Ve biz bunu kabullenemiyoruz" demektedir hınç içerisindeki vasat çoğunluk. Madem ben senin gibi olamıyorum, o hâlde ayaklarına sarılıp, tüm gücümle seni aşağıya, vasata, kendi seviyeme çekebilmek için gayret göstermeliyim, demektedir. "Evet, Nobel Ödülü almış olman anlamsız, çünkü Alfred Nobel dediğin adam dinamiti icat etmiş, kötü birisi" diyerek kendini avutmaktadır, "dolayısıyla söz konusu ödülün bir ağırlığı yok, hiçbir önemi yok benim gözümde" diye ekleyerek, tüm o kibriyle, kendince, kendinden yukarıda duranı güya küçümseyerek.

İyi de, herhangi bir takdirin senin gözünde ağırlığı olup olmaması Dünya'nın umrunda mı? Hatta vasatlığın tekil bir tezahürü olarak bizatihi senin varoluşun uygarlığın umrunda mı ki senin bu "müthiş" tespitini kaale alsınlar? Bir kere de ama demeden takdir edelim. Ölmeyiz.

(2) Türk basınının bir kısmı, on yedi yaşında evlenen kızları "çocuk gelin" ifadesiyle nitelendiredursun, zamanla yadırgandığı zannedilen bu durumu da olağan karşılayacağımıza dair bir his var içimde. 90'larda zikir hâlindeki tarikat mensupları gizli kameralarla basına yansıdığında "yok artık!" denilirdi. "Bunlar sapkın, bunlar aşırı, bunlar normal değil! Gerçek İslam bu değil!"Şimdi "hu-hu"çeken elli kişilik bir topluluk için bunları diyebilir mi basın? Asla ve haşa. Bunu derse derhâl vatandaşı hor görmekle, onu incitmekle, inançlara saygısızlık yapmakla, hoşgörünün filizlenmesine engel olmakla suçlanır. Aynı şekilde, demokrasi gereği, yarın bir gün taban "yetti be, reşit olma yaşı on altıya indirilsin!" talebini yükses sesle dillendirdiğinde, ilk anda ufak çaplı bir şaşkınlık yaşayacağız. Basın mensupları, zaman geçtikçe, yavaş yavaş buna ses çıkartamayacak, "vatandaş bunu istiyor kardeşim" gibi sorgulanamayan, zira "kutsal" ifadelerin halesine bürünmüş talepler karşısında giderek sessizleşecek, çoğunluğun taleplerine göre konuşmayı öğrenecek.

Talebin açıkça ortaya konmasının ardından, akademisyenler tarafından ilk yanıtlar verildiğinde, örneğin reşit olma yaşının on sekiz olmasının tabandan gelen taleplerle ilgili olamayacağı, hukukî mevzuatın salt çoğunluğun arzusuna göre şekillendirilemeyeceği, doğru olanın, hukuk ve demokrasinin bir arada varolması olduğu ifade edildiğinde, çeşitli alimler çıkacak ortaya -yani gayri resmî ulema. Yine başlayacaklar "hadiste buyurulduğu üzere evlenme yaşı on sekizin altıdır", "ayette buyurduğu üzere evlenme yaşı x'tir" diye konuşmaya. O vakit herkes ağzının payını almış, geri adım atmış, tabanın taleplerine boyun eğmekten başka çaresi kalmadığını anlamış olacak. Basın dâhil. 

Bir daha da "çocuk gelin" ifadesi dilledirilemeyecek, zira itici ve incitici bulunacak. Normal olmayan, olmaması gereken bir durum hızla sıradanlaşırken, hep birlikte bu yeni normu savunur hâle gelmemiz bile mümkün olacak: "Zaten benim annem on yedi yaşında evlenmiş", "tabi, hatta benimkisi onbeş yaşında evlenmiş" diyerek meşrulaştırırken bulacağız kendimizi. İtiraz edenlerse eski kafalı birkaç marjinalden ibaret kalacak.

Pek çok konuda süreç böyle işliyor.

(3) İnsanların dinî inançlarını mantıkla, matematikle çürütmek imkânsızdır. O meseleye daha sonra ayrıntılı gireriz. Beni rahatsız eden, inancın çürütülebilirliği ya da çürütülemezliği değil. Bir inancı, bir kimliği ya da bir tercihi taşıyan kişilerin takındığı yukarıdan bakan hâl ve tavırlar. Avrupa ile aramızdaki en büyük engel ne biliyor musunuz? Dil mi? Din mi? Kültür mü? Kamusal alanda yapıp ettiklerimiz mi? Bence tüm sorunlar aşılabilir. Ama bir konu kritik önemde: Kendimizi üstün görmemiz, yani oryantalizmin zıttı, bir nevi oksidentalizm. Müslümanlar, sırf müslüman oldukları için kendilerini haklı, üstün, cennetlik ve ayrıcalıklı görüyor. Buna bir türlü engel olamıyorlar. Kendi dinlerinden olmayan herkesin cehennemlik olduğuna sarsılmaz bir inanç beslediklerinden, tesadüfen ait oldukları bu kimliklerinden ötürü saygı bekliyorlar. Dikkatinizi çekerim: Yaptıkları iyiliklerden, erdemli davranışlardan ötürü filan değil. Sırf müslüman oldukları için bekliyorlar bu saygıyı. Ne zaman Avrupa memleketlerine gitsek, bir havalar, bir ilgi görme isteği, özellikle kendisini restoranlarda dışavuran kurum kurum bir kurumlanma. Domuz eti yememeni Avrupalı anlıyor, anlamıyorsa da buna saygı duyuyor. Ne de olsa inançtır, tartışmaya kapalıdır, absürttür, duygusala aittir. Ama bizimkiler önüne domuz eti gelmemesiyle yetinmiyor. Giderek domuz etinin olduğu masada oturmama kibrine kapılıyor, en nihayetinde "acaba balığı kesen bıçakla mı kestiler domuz etini?" diye sormaya, "acaba aynı fırında pişmiş midir?" gibi paranoyakça soruşturmaya başlıyor. Daha ileri aşamalarındaysa "kafirin elinden yemek yenmez zaten" gibi daha kategorik bir tavra varanlar görürseniz şaşırmayın. Herkes onun hassasiyetine saygı duymalı, etrafında pervane olmalı, çünkü o, hiçbir şey yapmadığı hâlde, sırf kimliğinden ötürü, sırf kendine biçtiği etiketten ötürü saygı bekliyor. Saygı gördüğünde, bununla da yetinmeyip, şımarmaya, üstünlük kurmaya, "benim kendi inancım doğrultusunda yaşamam yetmez, siz de benim gibi olacaksınız" demeye varıyor. Hani güzel bir ortamın içine eden, sizi de rezil eden bir arkadaşınız vardır ya çocukluktan, işte salt kimliğinden müteşekkil bir varlık olan bu zat-ı muhteremler de, ortamın içine ediyor, "pis sapkınlara" dudak bükerek, burun kıvırarak, onlardan birisi olmadığını, onlardan tiksinti duyduğunu ima ederek ortamın içine ediyor. Bir türlü eşitliği ve hoşgörüyü kabullenemiyor çünkü -çünkü ya güçlü karşısında ezilmeyi, ya da ezilmediği zaman havalara girip kurumlanmayı öğrenmiş -ortası yok. Birlikte-varolma diye bir mefhuma sahip değil. Birliktelik onun için yalnızca geçici bir aşama. Çünkü dominant bir kültür onunkisi. Hoşgörü onun için, kendisi güçleninceye dek katlanmak zorunda olduklarını "idare ediveren" bir geçici aşamadan ötesini temsil etmiyor.

Ve yeterince güçlendiğinde hoşgörüye ihtiyacı kalmayacak.

(3) Barbarlar, rakı içildiği gerekçesiyle Adana'da festival basmış. Şunu soracağım: Şaşırdınız mı? Elbette hayır. Peki Ramazan ayında sokaklara iftar sofraları kurulduğunda, oraya bir saldırı olsaydı şaşırır mıydınız? Evet. Eşitsizliğe bakar mısın? Ne, biri hoşgörü mü dedi? Ne hoşgörüsü? Bir taraf kendini üstün ve ayrıcalıklı görüyor, daima haklı görüyor, diğer tarafsa yaptığı her etkinlik için adeta özür diler gibi açıklama yapmak zorunda kalıyor, festivalin adını değiştiriyor, sürekli birilerini, valiliği filan ikna etmeye çalışıyor. Bir taraf kamusal alanda yaptıklarından ötürü dokunulmaz olduğunu bal gibi biliyorken, diğer taraf güvercin ürkekliğiyle yaşamak zorunda olduğunun farkında.

Kamusal alanı tamamen ele geçirmek için güç mücadelesi var ortada. Yakın arkadaşlarım bilir. Ben rakı içmem. Sert geliyor. Rakı bahane. Mesele o değil. Mesele şu ki, kendini üstün, ötekini sapkın olarak gören bir zihniyet var ve bu zihniyet -doğası gereği- kendinden olmayanı asla ve kat'a hoşgörmez. Yeterince güçleninceye değin tahammül eder, katlanır sadece. Hepsi bu.

Tamer.

Süskind, Leyla Gencer ve Diğer Mevzular

$
0
0
Kendi adıma, bir süredir yaşadığım hayattan memnunum. Gündemdeki her olayı takip etmek, her söyleme laf yetiştirmek, ve zaman zaman ortaya çıkan, değiştirme ya da eğip bükme kudretine sahip olmadığımız bir gerçekliğe ironi ile yaklaşmanın verdiği "dayanılmaz hafiflik" hissi, daha doğrusu bu ironiye başvurma çaresizliği, kişiye hiçbir katkı sunmamakla kalmıyor, onu yoruyor da. İşimdeyim gücümdeyim. İş dışında kalan zamanım -özellikle son bir aydır- verimli okumalarla geçiyor. Celal Şengör şöyle demiş, Başbakan böyle demiş, Putin öyle demiş, bunları her saniye takip edip günde yirmi tane haber bağlantısı paylaşmak, hele manipülasyonun ve yanlış bilgilendirmenin gırla gittiği, herhangi bir fotoğrafın altına akla gelebilecek her yorumun yazılabildiği bu çağda pek anlamlı değil. Daha genel, egemen toplumsal ruh hâlinin çözümlemelerine, mevcut zeitgeist eleştirilerine epey ilgi duyuyor, yeri geldikçe üç beş kelam ediyor, her geçen gün durmaksızın tanık olduğumuz tezahürlerinin altında yatan ve mevcut kültürü belirleyen ve besleyen metafizik önkabullerin eleştirisine koşulsuzca "evet" diyorum. Ama o tezahürlerin her birini her Allah'ın günü tek tek ele almaksa, işte ona yokum. Neyse. Son zamanlarda okumaları arttırdım. Giderek daha verimli ve tatminkâr bir hâl aldı bu eylem. Mesela Henrik Ibsen'in bir oyununu okuduktan sonra o oyunun videosunu internetten bulup aynı akşam izlemenin verdiği hazzın yerini hiçbir şey tutmuyor. Sanat yapıtıyla, en sakin, en odaklanmış anınızda karşılaşmanın, ona nüfuz edebilmenin yerini hiçbir deneyim tutmuyor. Hegel'in Geist kavramıyla ifade etttiği o tinsellik, o maneviyat, o kendini bilimde, kültürde, sanatta, edebiyatta dışavuran, insanlığın ortak zihinsel alanı var ya, sanat yapıtlarıyla ve kitaplarla meşgulken, kişi tam da o alanda yürüyüşe çıkmış gibi duyumsuyor kendini. Kendi evimizde, kendimizle baş başa olduğumuzu sandığımız o anlarda, insanlığın yarattığı ortak zihinsel uzamı paylaşıyor, tarihin en seçkin kişilikleriyle içli dışlı oluyoruz aslında. Nitelikli bir oyun, roman, öykü, şarkı ya da film, fark etmiyor, birkaç saatliğine de olsa, bunlar, kendimizi ayrıcalıklı bir cemaatin mensupları gibi hissetmemize sebep oluyor. Öyle anlar oluyor ki, hakikate çapraz bir bakıştan öte geçiyor, onunla yüz yüze geliyoruz. "İşte bu!" dediğimiz anlardan bahsediyorum. Koskoca kitabın bir cümlesinde, bir paragrafında, bir diyaloğunda duyumsanan o doluluk hissi, adeta hayatın anlamını kavradığımız duygusu -geçici de olsa. Bedensel varoluşumuzun ötesinde yer alan bu ortak zihinsel uzamın verdiği manevî/tinsel tatmin, kişide bir hırs yoksunluğuna da sebebiyet veriyor elbette. Para, ev, araba, makam, mevki umrunda olmuyor bu cemaatin mensuplarının. Bunun iyi ya da kötü bir durum olduğunu söylemiyor, ona herhangi bir değer atfetmiyorum. Tek bildiğim, kitapların, felsefenin, sinemanın, edebiyatın, yani o ayrı, o paralel evrenin tadını alan kişi, artık somut gerçekliğe giderek daha az heves ediyor ve bu durum bir hırs yoksunluğuyla sonuçlanıyor. Bisikletin yetiyor sana mesela, kitapların ve filmlerin yetiyor, evde patlayan ampülün yerine yenisini takmayı erteliyorsun, hayatın getirdiği angaryaları hâlleder hâlletmez o kutlu Dünyaya, o kıymetli paralel evrene doğru hızla yol almak istiyorsun. Kendini yalıttığını zannediyorsun ilk anda. Oysa asıl yaptığın, kim bilir hangi ruh hâliyle yazılmış bir metinde, çekilmiş bir filmde, bestelenmiş bir eserde o eserin yaratıcısıyla iletişim kurmak -asla kendini yalıtmak değil. Ona kulak vermek, onun da katkı sunduğu tinselliğe, insanlığın ortak bilincine -ve bilinçdışına- dahil olmak. İnsan, yine insan yaratısı olan bu paralel evrende daimi ikamet mümkün olmasa da, orayı mümkün olduğunca, hiç olmazsa arasıra ziyaret etmeyi ihmâl etmemeli. Hayat gailesi zaten hiç bitmez.

Leyla Gencer hiç Türkçe eser seslendirmemiş. Belki yıllarca yurtdışında yaşamak ana dilinde bozulmalara yol açmış olabilir diye düşünmüştüm. Oysa verdiği mülakatı izlediğimde Türkçe'yi gayet güzel konuştuğunu gördüm. Mülakatını dinlerken bizden birisi olduğunu hissettim az biraz. Hepimizin gündelik dilde kullandığı ifadeleri dillendiriyor, bir yerde "Allah yardım etti" bile diyordu örneğin. Ne var ki sahneye çıktığı vakit bizden birisi olmaktan çıkıyor, başka bir kimliğe, farklı bir varoluş moduna bürünüyor gibiydi. Biz mi sahip çıkamadık ona, yoksa o mu kendisini bize ait hissetmedi, bilemiyorum. Kendi kararıyla tüm hayatını Avrupa'da geçirdi. 2008'de vefat ettiğinde naaşının yakılmasını istiyor, vasiyetinin devamındaysa küllerinin İstanbul Boğazı'na dökülmesini rica ediyordu. Türkçe konuşurken ne kadar bizdense, İtalyan aryalarını seslendirirken o kadar bize yabancıydı. Küllerinin boğaza dökülmesini isterken bizden biri, naaşının yakılmasından söz ederkense bir yabancıydı. Ne buraya ne de oraya, hem buraya hem de oraya aitti sanki. Neden Türkiye'de kalmadığını kurcalamak, onu "kaçıp gitmekle" itham etmek bize düşmez. Bayburt'ta verilen klasik müzik konserini hatırlayın: "Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi" dendiği rivayet ediliyordu. Gencer burada kalsaydı eğer, varlığının ve sanatının bu halk için zulüm olduğu açıkça söylenecek, söylenmese bile ima edilecekti muhtemelen. Fazıl Say gibi sürekli polemiklere girecek, sinirleri yıpranacaktı belki. Ülkesinde kendisini bir yabancı gibi hissedecek, her an çekip gitme arzusunun cazibesine tav olacaktı belki de. Tam olarak bir türlü anlayamamakla birlikte az buçuk duygudaşlık beslediğim bu hanfendi, Türkiye'den büyük ölçüde kopmuş olsa da, yakılan bedeninin küllerinin yine bu toprakların denizine dökülmesini istemekle şöyle diyordu sanki: "Siz bana bakmayın. Ne kadar uzaklaştıysam da hâlâ biraz buralı, hâlâ biraz sizden biriyim."

* * * 

Şey... Ben suçlu değilim. Hani sürekli korku filmi gibi kıyamet senaryoları anlatılıyor ya her yerde. Küresel ısınmanın geldiği noktadan, ozon tabakasındaki deliğin büyümesinden, tarım arazilerinin yok olmasından, erozyondan, kimi hayvan türlerinin tükenmesinden filan bahsediliyor ya hani. Mütemadiyen hepimizin suçlu olduğu söyleniyor, vicdan azabı içerisinde kıvranmamız gerektiği ve sessiz kalanların ihanet içerisinde oldukları ima ediliyor ya hani. Hani "Küresel ısınmaya dur de!", "Çevre katliamına son ver!" gibi sloganlarla üzerimize görev biçiliyor, bir şeyler yapmamız salık veriliyor ya. İşte ben kendimi -af buyurun ama- suçlu hissetmiyorum. Kıyamet yaklaşıyor diye korkmuyorum. Dünyayı ben yönetmediğim için vicdan azabı duymuyorum. Yerlere çöp atmamak, yemek israf etmemek, bahçemi, yaşadığım yeri ve çevremi elimden geldiğince temiz tutmak ve güzelleştirmek dışında n'apabilirim? Neden koskoca devletler ve uluslararası şirketler varken, "hepimiz suçluyuz!" diye ünlemli cümleler kurarak, masum insanları da bu suçlular kümesine dahil ediyorlar? "GEZEGENİMİZ ÖLÜYOR, BİR ŞEYLER YAP!!!!"Ünlem ünlem ünlem. N'apayım yahu? N'apayım? Kudretimizi aşan konularda neden suçlu biz oluyoruz?

Yakında insanlar, dinozorları da insanların yok ettiğini filan söylemeye başlayacak galiba. Muhakkak suçlamamız gerekiyor kendimizi. En kötü biziz, ah biz, sıradan yurttaşlar, ne kadar da suçlu, ne kadar da her şeyden sorumluyuz. Ne kadar kötülük varsa bizim eserimiz. Hatalarımızla yüzleşmeli, günah çıkartmalı, kendimizi yerden yere vurmalıyız ki başkalarının sempatisini kazanabilelim. 

Bir şey diyeyim mi? Bir halt yapamıyoruz çünkü sıradan insanlarız. Dünya'da yaşanan çevresel ve toplumsal sorunları biz küçük insanlar çözemeyiz. Mülteci krizi var mesela. Eee, n'apayım? Ben mi çözeceğim o sorunu? Sen mi? Sürekli "BİR ŞEYLER YAPMALIYIZZZZZ!!!!!!" diye çığırtkanlık yapmamız da bu acizliğimizin bir ifadesi. Öyle diyoruz, zira hiçbir şey yapamadığımız gibi vicdanımızı da rahatlatmamız gerekiyor. Ben suçlu filan değilim. Çoğumuz suçlu değiliz. Rahat olalım bence. Küresel ısınmaya karşı harekete geçip güzel bir film izleyeyim diyorum birazdan. Benim yapacağım bu. 

* * *

Yılbaşı yaklaşırken -geçen yıllara göre azalmış gibi olsa da- kutlanmalı mı kutlanmamalı mı tartışmaları ortaya dökülmeye başladı. Baymadı mı bu muhabbet artık? Bir kere insanları bir araya getiren, birlikte yemek yemelerini, sohbet etmelerini sağlayan, gülümsemelerine vesile olan her etkinlik iyidir. İyiliği arttıran her iş iyidir. Bunu bir kenara koyalım. İkincisi, benim kutladığım herhangi bir gün, sana zarar vermediği sürece ve kutlaman için sana baskı yapmadığım sürece sakıncasızdır. Üçüncüsü, geçen sene bir grup kendini bilmez densizin yaptığı şişme noel baba bıçaklama eylemi gibi eylemler nefret suçudur -bunun lamı cimi yok. Nefret suçları gerçek ve yakın bir tehdit varsa söz konusu olur. Ülkede zaten bir avuç hıristiyan varken sen Noel'e karşı bildiri dağıtıyorsan, Noel Baba'yı kötü bir karakter gibi, çatık kaşlı bir vampir gibi filan resmediyorsan, ülkedeki azınlığın diken üstünde hissetmesi için sebep yaratmış olursun. Çoğunlukta olan, tam da çoğunluk olduğu için, tehdit altında değildir. Dolayısıyla haz etmediği her etkinlikten ötürü hassasiyet göstermesi gereken taraf çoğunluk olmamalı. 100 milyonluk bir ülkede 50 bin müslüman varsa müslümanlara karşı dillendirilecek nefret söylemi gerçek ve yakın bir tehdit yaratır; zira çoğunluk tarafından linç edilmeleri riski çıkar ortaya. Benzer şekilde, 100 milyonluk ülkede 50 bin Budist varsa, çoğunluğun Budistler hakkında konuşurken dikkatli olmaları gerekir. Budistler, hakaret etmedikleri sürece, 99 milyon 950 bin kişiye dair konuşurken daha rahat olabilirler, zira o çoğunluk, zaten ezici bir çoğunluk olduğundan tehdit altında değildir. Yılbaşında bir çoğumuz tavuk, pilav, belki içki, belki kola, çerez, dostlar ve televizyondaki eğlence programlarıyla eğlenmeye çalışacağız. Aile bireyleri bir araya gelecek. Kimileri ise kutlamayacak. Keyfim olmazsa ben de kutlamam, açar kitap okurum belki ya ne bileyim. Sıkıntı yok. Kimse kimseyi incitmediği, tehdit etmediği sürece kutlayan da kutlamayan da iyidir. Sosyal ağlarda, yılbaşının kutlanmasından yana olanların, bunu haklı çıkarmak gayretinde olduklarını görüyorum bazen. Yılbaşı ve doğumgünü kutlamanın Batı'dan mı geldiği, hicrî takvime göre şöyle miladî takvime göre böyle mi olduğu, Noel Baba'nın esasen Demreli mi olduğu filan, bunlar, bana kalırsa gereksiz ayrıntılar. Özür diler gibi, "ya kusura bakmayın ama, lutfederseniz yılbaşı kutlayacağım kendi çapımda müsaadenizle" dermiş gibi tavırlara girmeye ne gerek var? Sanırım baskı altında hissetmekten, "günaha giriyorsunuz!" ithamlarından duydukları rahatsızlıktan ötürü yapıyor insanlar bunu. Hâlbuki kutla gitsin işte. Kimseye zararın yok. Üstelik bunu meşru göstermek için bir gerekçe sunmak zorunda da değiliz. Zararsız eylemlerin meşruiyeti açıklanmaya muhtaç değildir.

Bence 21 Aralık'ı da kutlamak gerek. En uzun gece olduğu için değil, bugünden itibaren gündüzler uzayacağı için :)

Süskind'in Koku'su neden bu kadar sevildi? Bir faninin hakikat arayışını ve sonunda buna muvaffak olmasını, koku gibi akla hayale gelmeyecek bir temsil üzerinden başarıyla gösterdiği içindir belki. Jean-Baptiste Grenouille'un kendi kokusu yok; zira o hakikate sahip değil. Hakikat derken, genel itibariyle hayatın anlamından anladığımız şeyi kastediyorum. Hakikatin yokluğuyla yaşaması böylesine tutkulu, böylesine tuttuğunu koparan birisi için mümkün değil. Bu nedenle, hakikat arzusunun peşinde her türlü çileye katlanıyor. Güzelliğin peşine düşüyor ve kadınlarda aldığı kokulara kalıcı olarak sahip olmak istiyor. Hayatın anlamının kalıcı olarak elde edilemeyeceğinin farkına vardığındaysa delirme aşamasına geliyor. Derhâl kokuları hapsedecek bir yöntem bulmak zorunda hissediyor kendini. Gelgelelim, yanında çalıştığı ustası, kokuları asla kalıcı olarak elinde tutamayacağını, onları hapsedemeyeceğini söylediğinde, hayatın anlamı avuçlarından kayıverdiği için havale geçiriyor. Ne de olsa anlamsızlık içerisinde yaşaması imkânsız. Hâliyle yataktan kalkamıyor -ta ki ustası, uzak diyarlarda bir yerde, kokuları kalıcı olarak elde etmenin bir yönteminin olabileceğini söyleyinceye dek. Hakikat peşinde yollara düşüyor Grenouille, saçı sakalı birbirine karışıyor, her tür ağır işte çalışıyor ve en sonunda kokuları hapsetmenin yöntemini keşfettiğinde, hayat artık bu tutkulu adam için daha anlamlı bir hâle geliyor. Yöntemi öğrenmişse de, hayatın anlamını, en nihai kokuyu, o kusursuz kokuyu elde etmek için gereken bileşenleri hâlâ toplamak zorunda. Bu kutsal amaç uğruna gaddarlıktan da geri durmuyor. Genç kızları gözünü kırpmaksızın öldürüyor. 

Bir kere hakikati elde ettikten sonra kitleleri peşine takması an meselesi. İşlediği cinayetlerden ötürü idam edilmesine ramak kala, bileştirdiği kusursuz kokuyu sürünüyor ve etrafındaki kitle bir anda aklını yitiriyor: Yeni bir peygamberin doğuşu. Hakikate sahip bir yüce varlık olmakla, kitleleri peşinden pekâlâ sürükleyebilir.

Hayatın anlamı, anlamın insanların bir-aradalığında yatması (kendi kokusu olmaması ve başkalarının kokusu), amaçlarla araçların uyumlu olup olmaması, arzu ve kitlelerin irrasyonelliği gibi felsefî meseleleri koku duyusu etrafında mükemmelen işlediği için insanlar bu denli etkileniyor muhtemelen. Hayatın anlamı, sözlük tanımı verilebilecek basit bir mesele olmadığından, ona ancak çapraz bir bakış mümkün olduğundan, ondan ancak metaforlarla bahsetmek mümkün olduğundan olsa gerek, Süskind'in romanı ve uyarlama film bu denli beğenildi.

* * *

“Nasılsın?” diye sorulduğunda iyi olup olmamamıza bakmaksızın “iyiyim” der geçeriz. İçimiz çökmüş de olsa iyi olduğumuzu söyleriz. Bu durumun samimiyetsizlik olduğu, her birimizin yüzünde birer maskeyle dolaştığı söylenir. Şahsen öyle düşünmüyorum. Daha doğrusu evet, maske var belki, ama kimse kimsenin derdini bunca iş güç ve koşuşturmacanın ortasında ayaküstü dinleyecek değil. Öylesine yorulduğumuz günler oluyor, hele insanlarla doğrudan muhatap olduğunuz, yani iletişime dayanan bir meslekte çalışıyorsanız, başka insanlara öylesine doyuyor, konuşmaktan öylesine bıkıyorsunuz ki, bir de -iyi niyetle de olsa- ayaktüstü hâl hatır soran birisine derdini anlatmak istemiyor insan. "İyiyim" deyip geçiyorsun. Doğrusu da bu. Hâl hatır sorduğumuz birisininse dertlerini dinlemek, maskesinin altında yatan gerçek yüzünü, “iyiyim” ifadesinin altında gizlediği kederini anlayıp paylaşmak için kudretimiz kalmıyor. Nasıl olduğunuzu soran birisine iyi olduğunuzu söylemek en pratik çözüm. Gerçekten de insanlığın güzel bir buluşu: "Nasılsın? "İyiyim, sen?""Ben de." -bitti. Nasıl olduğunu ayaküstü sorduğum birisinin de kısaca “iyiyim” demesi şahsen beni rahatsız etmiyor. Çünkü yorgunken ve yüz yüze iletişime doymuş hâldeyken, kimsenin maskesinin ardında yatan kederi öğrenmeye heves etmiyorum. Heves ettiğim tek şey, bir an önce kendimle baş başa kalmak oluyor.

Tamer.

Değiniler: 1-15 Ocak 2016

$
0
0
(1) Öyle iyi insanlara rastlıyorum ki, kendimi ancak ortalama iyilikte birisi olarak görüyorum. Hiçbir zaman "acaba bugün kime ne iyilik yapsam?" diye kendime sormadım. Yine de, başkalarına yük olmamaya azamî özen gösteririm. Benim yüzümden bir başkasına iş çıkması, hatta bırakın iş çıkmasını, benim yüzümden başka birinin bir şekilde rahatsız olması bile huzursuz olmam için yeterlidir. Sonuçta hiçkimsenin işinin aksamasına veya gündelik rutininin bozulmasına sebep olmak istemem. Ne haddime? Sonuçta hiçkimse, hele hele keyfekeder taleplerimi karşılamak zorunda değildir. Bunları yazma nedenime geleyim. Eskiden, toplum içerisinde yapılan kimi kişisel eylemleri hoş karşılardım. Aklıma dışarıda, toplu taşıma araçlarında filan sevdiklerine evlilik teklif edenler geliyor. Bir süredir, tanımadığınız insanların arasında yapılan bu tip eylemleri yanlış bulur oldum. İşinde gücünde, kafasında kim bilir hangi sorunla boğuşan, koşuşturmaca hâlinde olan onca insanın, senin son derece özel, son derece kişisel olan eylemine dahil olmasını neden beklersin ki? Neden tüm bu insanlar, daha önce onlardan izin almadığın hâlde, Dünya senin çevrende dönüyormuşçasına ifa ettiğin bu eylemi tasvip etmek, ona katlanmak, bitene dek hayatlarını durdurmak, sana odaklanmak zorunda ki? Birkaç sene önce, sanırım bir pilot, uçak yolculuğu esnasında sevdiği kadına evlenme teklif etmişti. Yolcuların çoğu bu olaya ilgi göstermemişti. Tek tük alkışlayanlar olduğunu hatırlıyorum. Önceleri "ne kadar kaba insanlar, insan biraz güleryüz gösterir, coşkuyla alkışlar da destek olur" diye düşünürdüm. Şimdi düşünüyorum da, uçaktaki yolcuları son derece kişisel bir olay için dekor hâline getirmek, uçağın koridorunu bir tiyatro sahnesi, yolcuları ise birer figüran gibi görmek, üstelik bunu daha önce onlardan onay almaksızın yapmak epey bencilce. Belki o insanlar senin kamera çekiminde yer almak istemiyordur, olamaz mı? Geçen gün yine rastgeldim. Eve doğru yürüyordum. Bu kez bir gelin arabası yolun ortasında durdu. Damat ve gelin arabadan indiler. Damat gelini kucakladı ve o şekilde bol bol fotoğraf çekildiler. Bir süreliğine trafik durdu; neden? Çünkü onların özel hayatlarına dair bu olaya herkes tanıklık etmek zorunda(!) Herkes onlara katlanmak, zamanlarını ayırmak, trafiği açmak için kornaya basma kabalığını göstermemek, onlara destek olmak zorunda. Hadi ya? Hiç de değil. Bana kalırsa asıl kabalık, özel hayatınıza dair herhangi bir işinizden ötürü başkalarını -onların rızasını almaksızın- işin içine katmakta, onları meşgul etmekte yatıyor. Asıl kabalık, senin son derece özel bir yaşantın için başkalarının hayatlarını umursamazken, onların seni umursamasını beklemende yatıyor. 

Malum, kimse Dünya'nın merkezinde değil.

(2) "Hepimiz tatil için çalışıyoruz!" Hâlâ dönüyor mudur ekranlarda bilmem, bir firma, reklamında bu sloganı kullanıyor, neşeli ve cıvıl cıvıl ses tonuna rağmen çalışanların ne kadar da acınası hâlde olduklarını ima ediyordu. Kimse işini sevdiğinden ya da yaptığı işte kendisini gerçekleştirdiğinden değil, sırf tatil günlerini iple çektiğinden, haftasonları, bayramlar ve yıllık izinler için çalışıyordu. Bu sloganda çalışma hayatının severek değil, olsa olsa mecbur olduğunuz için katlandığınız bir olgu olduğu iması gizliydi. Aslında burada iki kuvvetli önkabul var. Birincisi, hiçkimsenin işini sevemeyeceği, dolayısıyla sırf tatil günleri için ona katlandığı, ikincisi ise tatil yapmayı herkesin kayıtsız şartsız seveceği yönünde. Hatta tatil denince arkaplandaki görsellerde muhakkak plaj şemsiyesi, şezlong, güneş yağı, mayo ve kumsal görüntüsü verilir ve böylelikle bilinçaltımıza "tatil = deniz, kum ve güneş" formülü ilmek ilmek işlenmiş olur. Ne çare? Mecbur olduğunuz için, her sabah asık suratla uyanmalı, istemeye istemeye işe gitmeli, Pazar akşamınızı bile Pazartesi sendromu düşüncesi ile heba etmeli ve kış bitmeden yaz tatili için rezervasyonunuzu yaptırmalısınızdır ki, hayatın bir anlamı olsundur. Hepimiz tatil için çalışıyoruzdur, yani çalışmak bir nevi çile doldurmak, tatilse biricik ödülümüz, bir nevi kurtuluşumuzdur. Eğer tatilde şehirdışına çıkmayan, Bodrum'a, Marmaris'e, Belek'e, Kuşadası'na ya da ne bileyim Çeşme'ye filan gitmeyen biriyseniz "ot gibi" yaşıyor, çalışma hayatının çilesine katlanıyor, üstelik tek ödülünüz olan tatil günlerinizi de çar çur ediyorsunuzdur. Çar çur? Kendi adıma konuşacak olursam, 2008'den beridir deniz, kum, güneş konseptinde bir tatil yapmadım. Tatil denince illa ki şehirdışına çıkmak, mümkünse de Ege ve Akdeniz kıyılara gitmek gelmiyor aklıma. Sırf tatil için çalışmıyorum şahsen. Eğer öyle olsaydı hayat katlanılmaz bir hâl almaz mıydı? Bir insan işinden bu denli nefret ediyorsa acilen yeni arayışlara girmeli bence. Neyse. Haftasonu yaptıklarımla haftaiçi akşamları yaptıklarım çoğunlukla aynı şeyler. Yarım kalmış bir romanı bitirmek, yeni bir kitaba başlamak, şöyle kaliteli bir film izlemek, iki üç günde bir çıkıp koşmak filan. Tatilde yapacaklarım haftaiçi akşamları yaptıklarımdan farklı olmadıktan sonra neden "tatil gelsin artık :(" diye darlanayım ki? Bu nedenle yeni yıldan sağlık dışında hiçbir beklentim yok. Hâli hazırda güzel giden günlerim aynen böyle gitmeye devam etsin, 105 yıl daha yaşayabilirim. Daha Allah'tan belamı mı isteyeyim?

(3) Eskiden nasıldı bilmem ama günümüzde, argüman geliştirip kanıt ve gerekçelerle onu desteklemenin bir etkisinin olduğuna inanmıyorum. Tez danışmanı ve üç beş akademisyen dışında kimsenin okumadığı bilimsel yazıları saymazsak, argüman öne sürerek insanları ikna edebileceğiniz bir alan yok. Şahsen argümanların gücüne ve münazaraya olan inancımı yitirdim. Hele politik mevzularda tartışmanınsa hiçbir kıymeti yok. Herkes duymak istediğini dinliyor, duymak istediğini söyleyeni alkışlıyor. Filozof Hume, "akıl, tutkuların kölesidir" demişti ya hani, tutkularımıza, arzularımıza, önyargılarımıza hitap edecek argümanları işittiğimizde seviniyor, herhangi bir olayın nedenine dair bir inanca zaten sahip oluyor, bu inancı doğrulayacak onlarca gerekçe üretebiliyoruz. Televizyondaki tartışma programlarını da uzun zamandır izlemiyorum. Çünkü farklı duruşlara sahip üç dört konuk zaten birbirini ikna etmek gibi bir hedef gütmüyor. Zaten bu mümkün değil. Tam bir sağırlar diyaloğu. Aklın hakemliği diye bir şey politikada söz konusu değil. Taraflar ve bunların taraftarları var. Taraftar ne kadar adanmışsa taraf o kadar güçlü oluyor. Felsefe söz konusu olduğunda da tartışma bir yere kadar ikna edici. Önceleri Nietzsche'nin buyurgan, üstten bakan, şairane tarzından haz etmezdim. "İnsan güç peşinde koşan bir varlıktır" diyen bu adam, düşüncelerini akıl yürütme zinciriyle gerekçelendirme zahmetine girmez, doğru bildiğini belagâtle, etkili ve sert bir üslupla dillendirmekle yetinirdi. Düşünüyorum da, aslında Nietzsche doğrusunu yapıyormuş. Nasıl olsa kendisini dinlemeyecek, her halükârda bildiğini okuyacak, duyduklarını eğip bükerek, söz oyunlarıyla, sofizmle çarpıtacak onca insan varken, kime laf anlatacaktı ki? O yüzden buyurgan bir dil kullanıyor, aforizmalar ve vurucu sözlerle karşısındakini etkiliyor, yarattığı Zerdüşt karakterine bir kutsallık atfedip, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü adeta bir kutsal kitap tarzında kaleme alıyordu. 

Neyse. Özetle, argümanlarla tartışmak bilimsel çalışmalarda belirleyici, felsefede ancak kısmen geçerli, politikada ise hiçbir gücü, hiçbir etkisi yok. En azından günümüzde öyle. İyi ki kıymetli vaktimi CNNTürk'te münazara izlemekle harcamayı bırakmışım. 

(4) Saygı duyularak yapılan her eylem ibadetleri andırıyor. Böylelikle kendi ritüelini oluşturuyor. Filozof Kierkegaard, "Tanrı kalabalıklara görünmez, onunla ancak yalnızken karşılaşırsınız" gibi bir söz etmişti. Edebî ve felsefî eserlere nüfuz etmek de tek başınıza, dinç ve vakitliyken daha mümkün oluyor. Okumak iptiladır sözü vardır ya hani, doğru, iptiladır da, aynı zamanda okumak bir şölen. Kitaplar hayatımın kayda değer bir kısmını doldursa da, elimde, koltuğumun arasına kitap sıkıştırmış hâlde pek gezmem. Okuduklarımdan, konu açıldıkça bahsettiğim olur tabi; ama öyle dışarıda kitap okurken denk gelmezsiniz bana. Metroda, minibüste veya otobüste hemen hemen hiç kitap okumamışımdır. Okula da pek getirmem, hani üst üste boş derslerim vardır, okunacak yazılı kağıdı, görülecek evrak işi yoktur da, belki bölüm bölüm, kesin ve net çizgilerle ayrılmış bir kitap varsa yarım kalan, onu götürür, bir iki küçük bölüm okurum olsa olsa. Uykum gelsin diye, yahut uykum gelmeden evvel elimde kitapla hiç yatağa uzanmamışımdır. Uyumadan evvel yatakta kitap okumak anca'filmlerde gördüğüm bir sahneden ibaret. Diyelim, beklediğim kişi on dakika gecikti diye, yanımda taşıdığım bir kitaptan iki üç sayfa daha okuyacağıma hiç okumam daha iyi. "Okumak bir şölendir" derken neyi kastediyorum? Okumak bir ritüel. Yani, okuma eylemini, özellikle okunacak metin kısacık bir haber, paylaşım ya da köşe yazısı filan değil de, manevî yönden sizi sarıp sarmalayabilecek şiirsel bir metin, edebî bir tür ya da felsefî bir eserse, onu bir ritüel içerisinde ele almanız, ona saygı duymanız, okuma eyleminin bizatihi kendisine zaman ayırmanız, onu "yatmadan evvel on dakika" araya sıkıştırmamanız, zihninizin en berrak hâllerini okuma eylemine vakfetmeniz gerekiyor. Dünya edebiyatının seçkin bir eserini, özene bezene yapılmış bir çeviriyi (bu arada Can Alkor ne büyük çevirmen!), ruhunuzu besleyecek bir şiiri ya da insanın yeryüzündeki yazgısını sorgulayan felsefî bir metni, en uykulu, en yorgun hâlinizle, otobüs durağında şöyle bir göz gezdirerek, işyerindeki molalarda, sanatsal olmaktan sonsuzca uzak olan gündelik ofis ortamında, veya gece yatmadan evvel okumaya çalışmak, ona haksızlık etmek, kitaba ayıp etmek gibi geliyor. Söz gelimi bir romanı ayaküstü, paragraf paragraf, bir-iki sayfalık kopuk kopuk aralıklarla okumaktansa hiç okumam daha iyi. Bütünlüğü sağlamak, akışı bozmamak, mümkünse metne ve yazarın zihnine nüfuz edebilecek bir ortam yaratmak doğru olur.

(5) Sinirlenmek, kişinin bedensel dengesini alt üst ederek ona zarar veriyor. Üstelik hiçbir işe yaramıyor. Başkaları tarafından durmaksızın dolduruşa getirilerek, yaygın medya ve sosyal ağlar aracılığıyla kesintisiz bir şekilde malumat bombardımanına tutularak, çözüm üretme ihtimalinizin sıfır olduğu konulardan ötürü gerim gerim gerilmeniz, sorunun çözümüne zerre kadar katkı yapmıyor. Gerildiğinizle kalıyorsunuz öyle. "Bana ne ya?" demek yerinde oluyor bazen. Rusya sebze-meyve ithalatını durdurmuş, mallar yurtiçine dağıtılacak ve sebze-meyve fiyatları düşecek beklentisine girilmiş, gelgelelim, tam aksine fiyatlar artmış. Çünkü tüccar, malı Balkan ülkelerine satmış. Şöyle olmuş, böyle olmuş, aracılar fiyat bindirmiş, miş miş miş da, muş muş muş. Orada domates üç liraya satılırken, burada, KENDİ ÖZ VATANIMIZDA (dolduruşa dikkat) beş liraya satılıyormuş. "Uzman" kişi sakin sakin, nasıl da enayi olduğumuzu, nasıl da keklendiğimizi, nasıl da kazıklandığımızı, nasıl da çözümsüzlük içerisinde çaresiz kıvranıp durduğumuzu, üstelik çözüm üretecek kudretten nasıl da yoksun olduğumuzu, tüm o kendinden emin edasıyla yüzümüze vuruyor ekranda. Taktik hep aynı. Hep aynı örüntü. Bunun üzerine, o küçücük, o mikro varoluşunla, asla çözemeyeceğin ekonomik sorunlar, göç, savaş, küresel ısınma ve benzeri makro meseleler ısıtılıp ısıtılıp önüne getirilirken, ne kadar da küçük, etkisiz ve biçare olduğunu fark ediyorsun. Tek diyebildiğin koca bir "HAYIR!" oluyor. Sesin gürlüğüne aldanmayın. Esasen bu, kimsenin takmadığı bir "hayır" sözcüğü, kimsenin iplemediği etkisiz bir reddiyeden ibaret. Dolar 10 lira olsa n'apacaksın? Nasıl çözeceksin küresel ısınma sorununu? Vallahi ben anca'KPDS'de yabancı dil sorusu çözerim, bir de ayakkabı bağcığımı çözerim, fazlası elimden gelmez. Ha bu arada geçmiş olsun. Çoktan trollendin, tuzağa düşürüldün bile; zira konuştukların ve konuşacakların, konuşmayı bırak, durduk yere bedensel dengeni alt üst eden, sana tırnaklarını kemirten, kalp atışlarını hızlandıran, kaşlarını çattıran bu meseleleri, gündem denen bu illeti sen belirlemedin farkındaysan. Sen belirlemedin, o sana yapıştı sülük gibi. Çözüm konusundaki kudretsizliğinde olduğu gibi, seni girdap misali içine çeken bu gündemin belirlenmesinde de zerre kadar etkin yok. Üzgünüm. Kendi gündeminde ısrar etmediğin, kendin bir şeyler üretmediğin, "bana ne ya!" deme erdemini gösterip başkalarının belirlediği gündeme tepki vermek dışında herhangi bir pozitif edimde bulunmadığın sürece, sahip olduğun en kıymetli, tek kıymetli nimet olan sağlığın ve iç huzurun da adım adım uzaklaşacak senden. Bir şey diyeyim mi? Hani o küçük şeyler dedikleri şeyler var ya, bedenine iyi bakmak, düzgün beslenmek, şöyle güzel bir uyku çekmek gibi. İşte bu "küçük şeyler", bu sözde önemsiz şeyler bence her şeyden önce geliyor, her şeyden büyükler. Spinoza'da da, Nietzsche'de de görürsünüz bu küçük şeylere verilen önemi. Spinoza, "bir beyefendi güzel giyinmesini bilmeli, kendine bakmalı, güzel kokular sürünmeyi, dostlarla yemek sofralarında bir araya gelip şen kahkalalar eşliğinde lezzetli yemekleri tatmayı ihmal etmemelidir" gibi sözleri, en büyük metafizik sorunları tartışırken yazabiliyor, bu küçük şeyleri özgür irade, Tanrı ve ruhun ölümsüzlüğü gibi konulardan aşağı görmüyordu. Adam haklı. Sabah 6.30'da kalktım. Yoğun bir gün beni bekliyordu. Tıraşımı oldum, kahvaltımı ettim, güzelce giyindim, temiz havayı içime çektim, içimde huzur ve denge bütünlüğüyle minibüse bindiğimde yanıma oturan bir büyüğüm, ekonomik sorunlardan ve Suudi Arabistan-İran gerginliğinden bahsedecek oldu.

"Yoo" dedim, kusura bakma hacı, saat yedi buçuk, kargalar henüz kahvaltısını yapmamışken bu muhabbete gelemem. Suudi Arabistan-İran gerginliği mi? Bu sorunun muhatabı ben miyim? Bombalasınlar birbirlerini, ayrıca domates bence 10 lira olsun, ekmek 5 lira olsun, zaten obezite sorunu varmış memlekette, bana ne? Sever beni, kırılmadı. Ben de kafamı çevirip denizi seyrettim.

(6) Diyanet'in bugün dediklerine dair tartışmalar süredursun, asıl Almanya'da yılbaşı gecesinde yaşananlara takıldım ben. Türkiye'de olanlar malûm, ahlâken içi boş ve şekilci bir muhafazakârlaşma ve kamusal yaşamı İslamî usullere göre düzenleyip yeni nesilleri ona göre yetiştirme gibi toplum mühendisliği çalışmaları, hükümet, diyanet, medya ve sivil toplum kuruluşları aracılığıya, en önemlisi de halkımızın ve entelektüellerin teveccühü ve yoğun desteğiyle devam ediyor. Sanırım Türkiye'yi konuşmaktan bıktığım için Almanya'da yaşananlar daha çok ilgimi çekti. Biz bunlara alışığız, biz biliriz ki kadın gece vakti dışarıya çıkmamalıdır, ne eğlenmesi? Hayatta kalmak için nerede nasıl davranmamız gerektiğini, nerede düşüncelerimizi açıklamamız, nerede kendimize saklamamız gerektiğini, nerede şaka yapabileceğimizi, nerede susmamız gerektiğini, hiçbir hassasiyetimizin olmadığının varsayılmasına, dolayısıyla herkesin hakkımızda atıp tutmasına rağmen bizim zinhar ağzımızı açmamamız gerektiğini filan gayet iyi biliriz. Çoktan alışmışızdır bunlara. Bukalemun gibi kamufle yaşama yetisi geliştirdik. Bu da bi'altın bilezik sonuçta. İyi tarafından bakmak lâzım.

Türkiye eh işte, neyse de, hele Ortadoğu coğrafyasında, yani Ortadoğu derken kolaylık olsun diye diyorum, yoksa buna Fas'ı, Libya'yı da ekleyin, buralarda pek çok garabeti olağan karşılamaya alıştık. Sonuçta açık açık "medenî kanunun kutsal bir dayanağı yok, neden evlenme yaşı, reşit olma yaşı 18 olsun? İslam hukukunda böyle bir şey yok" diye sizin "ÇOCUK GELİNLEEEER :(" dediğiniz müesseseyi meşrulaştırma çabaları bile var. Biz Avrupalının tuhaf karşıladığı her şeye çoktan alışmışız. Gelgelelim Almanya şoklarda. Nasıl yani? Dışarıda kadınlar güven içerisinde gezemeyecek, eğlenemeyecekler mi diye soruyorlar. Ortadoğulu ve Kuzey Afrikalı oldukları tespit edilen erkek çeteleri tarafından sözlü ve fiziksel olarak toplu hâlde taciz edilmiş olmalarına hayıflanıyorlar. İnanılır gibi değil, sokaklar herkesindir, ben eve hapsolmak zorunda değilim, ben dışarıda da kendimi güvende hissetmeliyim diye yakınıyorlar. 

Almanları, Avrupalıları anlıyorum tabi; zira onlar çocukken Ortadoğu dendiğinde gözlerinin önüne Binbir Gece Masalları, Alaaddin'in Sihirli Lambası, dansözler, ipek şallar, harikulâde halılar, özenle dokunmuş kilimler, şaşalı bir saray hayatı, huzura ermiş, tevekkül hâlinde nargilesini tüttüren, sakin insanlar, darbukasıyla neyiyle mistik müzikler, hurmalar, lokumlar ve gizemli, merak uyandıran bir kültür geliyordu. Ortadoğu sihirliydi. Zannediyorlar ki Ortadoğu yalnızca bu güzelliklerden müteşekkil, gizemli ve gizemci bir kültüre sahip. Eh, eskisini pek bilemem ama göklerde asılı idealleri, ütopyaları bir kenara bırakıp günümüzün gerçekliğine bakarsak, tablonun hiç de öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Avrupalı rahattı şu ana dek. Nasıl olsa Dünya'ya egemendi, pasaportuyla her yere gezmeye gidebilir, halı, kilim, nazar boncuğu satın alabilir, Ortadoğunun ilginç yönlerine tanık olduktan sonra güvenle ülkesine dönebilirdi. Ama artık Dünya'nın efendisi değiller (Bu konuya da bir ara değinelim.) Üstelik onlara ilginç gelen, gizemli gelen ve bir zaman uzak ve güvende olan bu kültürün mensuplarıyla artık iç içe, yan yana yaşamaya alışmanın travmalarını yaşıyorlar. Bir süre "çok-kültürlülük" diyerek vaziyeti idare etmeye çalıştılarsa da tutmadı. O da neydi? Baktı ki, farklı olduğu için hoşgördükleri tarafından "gâvur", "kâfir", bilemedin en hafifinden "yanlış yolda" olmakla itham ediliyor, bizatihi hoşgördükleri kitle tarafından hor görülüyorlardı. Eee, sen sonuçta X ve Y farklı kültürlerdir, bunlar bir arada yaşamalı, birbirine saygı duymalıdır dersen, X buna uyar da Y kendisini kutsal dayanaklarından, ait olduğu kimliğinden, inancından ya da etnisiteden ötürü üstün görürse orada çok-kültürlülük olsa olsa masal olur. Adam ben hakikatim, ben mutlak doğruyum diyor, seni niye hoşgörsün ey Avrupalı?

Sol'un tarihi ağlamanın tarihi. Hataların, yenilginin, erdemlere sıkı tutunacağım derken pragmatik olamamanın tarihi. Erdemli olacağım derken mağlubiyeti kutsamanın tarihi. Avrupa solu hâlâ "olaylar münferit, suçlu olan biziz" diye kendini ezikleyedursun, ileride, işler çığrından çıktığında safça soracaklar yine: 

"Biz ne zaman bu hâle geldik?"

(7) Telefonda konuşmayı sevmiyorum. Kimseyi pek sık aramam. Burnum havalarda olduğundan değil, telefonda konuşmayı sevmiyorum sadece. Doğrudan iletişimin baskıcı bir yönü var. O an yanıtlamak zorundasın. Mesela telefonda "Cumartesi şuraya gidelim mi?" dendi diyelim, o an aklımda olmuyor ki Cumartesi bir işimin olup olmadığı; ama o an cevap vermen gerekiyor. Konuşmayı sonlandırabilmek de ayrı bir maharet. Bazen benden, bazen karşı taraftan kaynaklı olarak mevzu uzadıkça uzuyor. Konuşmayı sonlandırmayı bilmiyoruz sanki: "Görüşürüz - İyi bak kendine - Tamamdır, sen de - Çok selam söyle - İyi akşamlar - Had' - sana da - Bay bay - Görüşürüz - Aleyküm selam - Had' - Had'iyi akşamlar." Görüşürüz deyip çat diye kapatsan kabalık olur. Size olmuyordur herhalde ama telefonda uzun konuşunca -bir o eksikmiş gibi- kulağım uğuldamaya başlıyor, klima sesi gibi, duruyor orada saatlerce. Telefonsuz yaşamayı deneyecektim de, düşünsenize, internet bankacılığına girerken bile şifre kısa mesajla geliyor. Hayatta her şey o kadar birbirine bağlı ki "ben telefon kullanmamaya karar verdim" demeye cesaret edemedim açıkçası. İyi yönünden bakacak olursak, herkes daha fazla mesajlaşıyor artık. E-posta kullanımı da arttı. Meramını doğrudan doğruya anlatıp, karşı taraf ne zaman müsaitse o zaman, üstelik daha tatminkâr bir yanıt alıyorsun. Whatsapp'ta sesli mesaj bırakma özelliği de var. Telesekreter gibi. Ne zaman müsaitse dönüyor sana karşıdaki kişi. Bazen telefonu uçuş moduna aldığım oluyor. Geçen bir arkadaşla çay içerken o da zaman zaman aynısını yaptığını söyledi. Zira telefonla iletişimin anlık, dominant, despotik bir yönü var. Abartıyorum biraz, farkındayım ama telefona verilen bu ayrıcalığın neye dayandığını da anlamıyorum. Bankada sıramı beklemişim efendi gibi. Bir başkası gelip banka çalışanına bir işlem yaptırmak istese, "kusura bakmayın, şu an beyefendinin işlemiyle ilgileniyorum, LÜTFEN SIRA ALIN!" diyecek olan görevli, telefon çaldığında benim işlemi boşverip telefona yanıt veriyor mesela. Sadece bankada olsa neyse. Kargomu almaya gitmişim, nispeten kalabalık. Sıramı beklemişim ne güzel ama çalan bir telefon yine sıramı gasp ediyor. Çünkü zırıl zırıl, çığlık çığlığa "bana cevap ver!" diye tepiniyor orada. Yandan birisi gelip sıranızı gasp etse izin vermezsiniz ama telefonun o kutsal sesi duyulunca kaderinize boyun eğiyorsunuz. Adam tabi ki telefondaki müşteriye yanıt verecek, benimle ilgilenecek değil ya? Acaba tamamen sesli / yazılı iletilere geçilse de telefon görüşmeleri devrini tamamen sonlandırsalar mı, n'apsalar?

(8) Ekşisözlük'te "ekşi itiraf" diye bir başlık var. Yazan onbinlerce itirafın ana fikrini veriyorum: Herkes kendisini Dünya'nın merkezinde sanıyor. Gerçekten. Kendini özel biri olarak hissetmenin dayanılmaz cazibesine hayır diyebilmek zor. Öte yandan, bu özel olma yanılsaması bir mutsuzluk pınarına dönüşmüş. Kendisinin son derece özel, ayrıksı, bambaşka, bir şekilde ayrıcalıklı ya da üstün olduğunu duyumsayan kişi, gerçekliği eğip bükemediği, gerçekliğin sert, nüfuz edilmez malzemesine tosladığı, dolayısıyla hissiyatıyla örtüşmeyen bir gerçeklikle mücadeleye giriştiği vakit, sonuç ister istemez mutsuzluk oluyor. Gerçeklik, zihninizdeki önyargıları, hisleri ve kavramları umursar mı Alla'sen? Gerçeklerin, kendinize dair geliştirdiğiniz benlik imgesini kaale bile aldığı yok. Özel ve biricik olduğuna kayıtsız şartsız inanan birey, bu inancından kaynaklanan beklentileriyle karşılaşamadığı, arzularına kavuşamadığı, başkalarındansa yeterince ilgi göremediği için, hayal kırıklığı yaşıyor hâliyle. Ve hoşgeldin hüzün. Muhtemelen, şu "kaybeden edebiyatı" denen kanonun membaı da bu hayal kırıklığı deneyimi. İnancıyla örtüşmeyen bir gerçeklik tarafından nakavt edilen birey, çareyi, çaresizliğini, acısını, hüznünü itiraf etmekte buluyor. Ve hoşgeldin "ekşi itiraf". Ve benzerleri. Hani her otobiyografi bir hayatı açık ettiği kadar onun üstünü de örtermiş ya, itiraf ederken gizlenen çok şey var. Kişi, ne olursa olsun, ne kadar üzülürse üzülsün, ne denli ağır bir hayal kırıklığı yaşarsa yaşasın, özel, apayrı ve biricik bir varoluşa sahip olduğu inancını asla terk etmiyor. Tam da bu nedenle, itirafların sağaltıcı bir etkisi yok. Gelip geçici bir tatmin. Bence insanın olgunlaştığına dair en büyük belirti, kendisinin sıradan birisi olduğunu kabul etmesi. Asıl itiraf, işe yarayabilecek, seni mutlu edebilecek, kendinle barıştırabilecek itiraf tam da bu. Sıradışı değilsin, olağanüstü değilsin, bambaşka, apayrı, aşmış birisi değilsin. Fazıl Say gibi piyano çalamaz, Wagner gibi besteler yapamaz, Aziz Sancar gibi, ömrünü laboratuvarda geçirecek kadar kendini bir amaca adayamazsın. IQ seviyen ortalarda geziyor. Herkesin gıpta ettiği, hayran hayran baktığı, aşırı derecede güzel ya da yakışıklı birisi değilsin. Olimpiyatlarda şampiyon olmayı bırak, olimpiyatın "o"sunun ucundan bucağından geçmen bile mümkün değil. Öyle aşmış insanlar çok az sayıdalar.

Asıl mesele şu ki, bütün bunların, kısacası olağanüstü olmayışımızın hiçbir kötü yanı yok. Kötü olan kendimizi aldatmamız; zira bu yanılsama büyük ölçüde mutsuzluğun kaynağı. Sağlığın yerindeyse, işin gücün varsa, bir ailen, sevdiklerin, arkadaşların varsa, iyi kötü ortalama bir ömür sürüyor, ilgi alanlarına az çok zaman ayırabiliyorsan, senden iyisi yok.

Mutsuzluğun bir diğer kaynağınınsa tutarlı olmak için kendini zorlamak olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlu bir algoritma mı ki tıkır tıkır işlesin? İnsan denen varlık duygularından arınmış, sırf mantıkla hareket eden, özdeşlik yasasına, çelişmezlik yasasına göre şaşmaz bir şekilde davranan bir yazılım mı ki hep tutarlı olması beklensin?

(9) Ülkede azımsanmayacak sayıda çağdaş, seküler, eğitimli, Avrupaî insan var ve bu kesime, ne hikmetse, tüm diğer kesimler tarafından sürekli hesap soruluyor. Tüm diğer kesimlerce küçümsenen, ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilmiş bu endişeli modernleri ikna etmek nedense pek bir önemseniyor. Kendi taraflarına çekmek için -maşallah- propaganda çalışmalarına hiç ara vermiyorlar. Çevrecisi, ırkçısı, siyasal İslamcısı, veganı, Kürt milliyetçisi, LGBTsi, muhafazakârı, liberali, artık aklınıza kim gelirse, sürekli bu eğitimli ve az çok aklı başında kitlenin, nam-ı diğer endişeli modernlerin vicdanına seslenmek, onları adeta yedek kuvvet gibi, hazır kıt'a gibi kenarda bekletmek derdinde. Mütemadiyen hesap sorulan bu insanlar ülkeyi yönetmedikleri hâlde, tek ortak noktaları zihniyetleri ve yaşam tarzları olduğu ve sanıldığı gibi kaymak tabaka ya da varlıklı kesim olmadıkları hâlde, çağdaş ve seküler, nazik ve güleryüzlü, mesafelilik nedir bilen, saygılı, medenî hukuk anlayışını benimsemiş, intikamcı olmayan, şiddete başvurmayan, hadi gocunmadan söyleyelim, kısacası BATILILAŞMIŞ bu kitleye hep bir ödev yüklenmek isteniyor. Hep bu kimseye zararı dokunmayan kitleden hesap soruluyor. Güya vicdanlara seslenerek sizi köşeye sıkıştırıyor, her konuda bir tavır almanızı, ve eğer onların tavrını paylaşmazsanız sürekli açıklama yapmanızı bekliyorlar. Yahu bu insanlar senin her duyarlılığını paylaşmak zorunda mı? Bu insanlar her gün üzüntüden üzüntüye savrulmak, hep ağlak bir suratla ortada dolanmak, sevincini içine gömmek, senin bu arabesk sevdanı, acılara olan sevdanı onaylamak zorunda mı? Bu insanlar senin paket program gibi sunduğun, her şey dahil mönü gibi, torba yasa gibi önümüze serdiğin ne varsa kabullenmek zorunda mı? Mönüde iki güzel lezzet var diye yanında kakaladığın o iğrenç garnitürü de mideye indirmek zorunda mı? 

Bilmiyor musunuz ki "endişeli modernler" denerek güya dalga geçilen bu güzel insanların tek derdi insanca yaşamak? Ve bilmiyor musunuz ki bu insanlar, insanca yaşamın, iyiliklerin ve güzelliklerin karşısında duran her kesimden eşit ölçüde tiksiniyor?

(10) Bilenmiş, köşeli, keskin tarafların birbirini ikna etmesi imkânsız. Elimizde bu çeşit iki dogmatik taraf olsun. Bu iki rakip görüş, ancak tarafsız, rasyonel, tartışmaya açık, dogmaları olmayan, belirli önyargılara sahip olsa bile bu önyargıları esnetebilen kişilerden medet umacaktır. Bu anlayışlı insanlara modernler diyelim. Gerçek anlamda modern bir birey, en azından dinlemeye açıktır ve ne tepki vereceğini önceden kestirmek zordur; zira sloganlarla programlanmış değildir. Hâlbuki, katı bir dogmatiğin, herhangi bir düşünce öne sürdüğünüzde nasıl tepki vereceğini kestirmek çok kolaydır. Modern kişi, dinlediklerini ölçüp biçtikten sonra ikna olabilir ya da olmayabilir. Hâliyle, dogmatikler, modernleri yanlarına çekme umudunu taşır hep. İkna edemeyecekleri kesimleri kestirip atar, modernlerin aklına ve vicdanına seslenmeyi ise hiç ihmâl etmezler. Keskin ve ezberci tarafların bir başka sıkıntısı da, yalnızca kendilerinin hassasiyet sahibi olduğuna inanmaları, propagandalarıyla kafalarını şişirip durdukları modernlerinse hiç hassasiyetinin olmadığını düşünmeleridir. Halbuki modern kişi de kendi inançlarına, kutsallarına sahip olabilir. Ne var ki bunları kendine saklar, propaganda aracına dönüştürmez ve başkalarına dayatmaz. Hatları karıştırmaz yani. Sırf iyi birer dinleyici, nazik ve saygılı birer birey oldukları için modernlerin hassasiyetlerden yoksun, "gevşek" insanlar oldukları yanılgısına düşmek yaygın bir eğilim.

İnsanların mütemadiyen lafa "Ey Avrupa!", "Ey Batı!" diye başlıyor olmasına şaşmamalı. Ne de olsa, herhangi bir konuda ikna olma olasılığı bulunan, önyargısız ve dogmasız insanlar topluluğu oralarda yaşar. Şu ana kadar hiç "Ey Pakistan!", "Ey Suudi Arabistan!", "Ey İran!" diye cümleye başlayan duymadım. Çünkü hepimiz içten içe biliriz ki, tıpkı keskin, köşeli, yani dogmatik bireyler gibi bu ülkeler de tartışmaya kapalı, dolayısıyla ikna olmaktan sonsuzca uzaktır. Oysa Avrupalı, çıkıp Suriye konusunda gösteri yapabilir, "Vietnam'dan askerlerimizi çekelim!" diye diretebilir. Aklına yattığı vakit herhangi bir konuda ikna olabilir. Bir de dönüp İran'la Suudi Arabistan'a bakalım. Birisi Şii, ötekisi Sünni -olay bitmiştir. İnançları tartışmaya kapalı, hassasiyet eşikleri fazlasıyla düşük. Ağzını açmaya korkarsın zira buluttan nem kapacak kadar alıngandırlar. İkisi de birbirbirini sapkın olarak gördüğünden, birbirlerini ikna etmeleri asla ve kat'a mümkün değil. Şu hâlde sonuç ya birbirine hiç bulaşmamak ya da savaştır.

Bireysel bazda da durum aynı. X diyor ki benim inancım kutsal ve doğru yol. Y ise diyor ki, yok abi, benimkisi asıl hakikat, seninki yanlış. E hadi o zaman, güçlü olan kazansın. İşte bu yüzden şu Aydınlanma denen eğitim seferberliğini her toplum yaşamalı. Korkulacak şey değil. Sadece Kant'ın "Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanma cesaretini göstermesidir"şiarını benimsemek bile büyük bir adım. Ha bir de, keskin tarafların, modern insanı kendi dogmalarımıza ikna ederiz, kendi tarafımızın neferi hâline getiririz derken, bazen kendi dogmalarından sıyrılıp kendileri için küçük, insanlık içinse büyük bir adım attıkları oluyor. Aydınlanma bulaşıcıdır. Umut tam da burada zaten.

Tamer Ertangil.

Değiniler: 16 Ocak-1 Şubat 2016

$
0
0
(1) Ülkemizde güzel şeyler de oluyor. Son yıllarda insanlar sağlıklarına giderek daha fazla önem vermeye başladı. Ekranlarda yemek programları, spor programları gırla gidiyor. Dışarıda spor yapan ve spor salonlarına kaydolan insanların sayısı arttı. Herkes protein, vitamin ve karbonhidratın farkını biliyor. Fırına gidince tam tahıllı ekmek talep ediyor, çaya şeker katmıyor, bol su içiyoruz. Ebedî bir hayat inancıyla dünyevî zevkleri, giderek bedensel sağlığı hor gören o lânetli Ortaçağlar çoktan geride kaldı. “Bu Dünya yalnızca bir imtihan sahası. Yalnızca bir yanılsama. Bir rüya” diyen insanların dahi sağlıklarına son derece dikkat ettiklerini, baharat karışımları öneren, alternatif tıp denen oradan buradan duyduğu bilgileri tavsiye eden kişilerin de, ciddi bir rahatsızlık geçirdikleri vakit soluğu en modern hastanede aldıklarını görüyoruz. Bütün bunlar güzel gelişmeler. Çoktandır insanlar bu Dünya’yı kıymetsiz bulmuyor. Ne sonsuz bir saadet olan cennetle kıyaslama yaparak içinde yaşadığımız Dünya, ne de ruhun ölümsüzlüğünden dem vurarak içine "hapsolduğumuz" gelip geçici beden hor görülüyor. "Buradaki hayat önemsiz" dediklerine bakmayın. Gelip geçici olmak ve önemsiz olmak aynı şeyler değil. Yani maç izliyoruz mesela, biteceğini bildiğimiz hâlde, “nasıl olsa bitecek ya, o zaman izlemeyeyim en iyisi” demiyoruz. Bir ara paylaşılırdı: "Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya girer." E iyi de oyun sürerken şah başka piyon başka :) Bedenimize, sağlığımıza ve beslenmemize verdiğimiz azamî –ve son yıllarda artan- önem, yüz yüze ortamlardaki muhabbetleri de değiştirdi. Bir sürü örnek verebilirim ama tavuk konusuna bakın mesela. “Abi 20 günde tavuk yetiştiriyorlarmış”, “tavuklara hormonu basıyorlar ya”, “dört sene önce sigarayı bırakmıştım, altı ay önce de tavuk yemeyi bıraktım hacı”, “köy yumurtası alıyoruz bizim bir tanıdıktan”, “tavuklara antibiyotik veriyorlar diyolla”, “ben zaten tavuk sevmiyorum”, "20 dakikada pişiyor tavuk, olmaz böyle şey" gibi sözleri her ortamda işitmeniz mümkün.

Bir etkinlikte samimi olmadığınız insanlar siyaset gibi netameli konulara mı girecek oldu? Çözüm basit: “YA BU TAVUKLAR HORMONLUYMUŞ HEP!" deyin, göreceksiniz sesler yükselecek, herkes en az yirmi dakika boyunca tavuk meselesini konuşacaktır.
(2) Kitaplarla aramın iyi olduğunu bilen bir arkadaş, hiç gazete okumadığımı söylediğimde şaşırdı. Bense şaşırmasına şaşırdım. Siz de öyle misiniz bilmiyorum ama düzenli olarak kitap okuyan birisi gazete de okur diye bir kaide yok. Eskidendi o. Okur denince, zihinlerde, her daim koltuğunun altında dürülmüş bir gazete bulunan birisi canlanırdı. Entelektüel olmak gazete okumak demekti.

Topu topu iki kere gazete aldığımı hatırlıyorum. Birisi Radikal'in son sayısı, hatıra olsun diye, diğeri ise Uçurtmayı Vurmasınlar kitabını hediye ettiği için Cumhuriyet'in bir sayısıydı. Neden düzenli olarak gazete okuyayım ki? Herhangi bir olayı hangi gazetenin nasıl yansıtacağını önceden biliyorum zaten. Hepimiz biliyoruz. Bir olay olsun, size hangi gazetenin manşete ne yazacağını yaklaşık olarak söyleyeyim, cidden. Bir fotoğraf koyup altına bambaşka yorumlar yazmak, hatta fotoğrafın üzerinde fotoşop tarzı yazılımlarla oynamak bile adetten oldu. Hayır, hadi saçmasapan bir yorum yapacaksınız, eyvallah, bari başlıkla içerik azıcık örtüşse... Sırf dikkat çekmek için atılan başlıkların, yazılanlarla pek bir alakası olmayabiliyor. İnternet siteleri de pek matah değil gerçi. Daha fazla tıklanabilmek için atılan başlıklar neredeyse gülünç. Bunu kaliteliyim diye geçinen gazeteler de yapıyor, sosyal ağlarda propaganda peşinde koşan çok takipçili hesaplar da. Bana sorarsanız günümüzde gazete okumanın kişinin entelektüel gelişimine hiçbir katkısı yok. Radikal, bir süre önce kağıt baskısını sonlandırarak yayın hayatına artık yalnızca dijital ortamda devam etme kararı aldığında doğru bir iş yapmıştı. Bence diğer tüm gazeteler de en kısa zamanda aynı kararı almalı. Kağıt israfından kurtulmuş oluruz böylece. Her konuya el atan çevreciler bu konuda da eylemlere girişse keşke. "Sizin bu paçavraları her Allah'ın günü kağıda bastırmanız etik değil!" diyebilirler mesela. Veya eline balta almış, ağaçları kesen gazete karikatürlerinin olduğu posterler hazırlayabilirler pekâlâ. Böylece insanlık için hayırlı bir iş yapmış olurlardı. Neden olmasın? Gazetesiz bir Dünya mümkün.

Gazetelerle ilişkim ayda bir berbere gittiğimde bekleyecek olursam çengel bulmaca çözmekten ibaret. Üstelik okumamakla hiçbir şey kaybetmediğimi düşünüyorum. Gazeteye harcanacak onca zaman yerine alır bir roman ya da öykü okurum, kırk kere daha iyi.
(3) Nedense üzeri örtülen, tartışılması neredeyse tümüyle edebiyata devredilmiş bir mevzuya değineyim. Şahsen, yalnızlığın sadece melankolik bir durum olarak ele alınmasını eksik buluyorum. Türkiye'de son yıllarda yalnız yaşayan insanların sayısı bir hayli arttı. Hepinizin apartmanında, arkadaş çevresinde ya da işyerlerinde böyle insanlar vardır. Siz de hâli hazırda yalnız yaşıyor ya da hayatınızın bir döneminde yalnız yaşamış olabilirsiniz. Pek çok insan için aile kurmak eski cazibesini yitirmiş gibi, belki de bir külfet olarak görünüyor. Sosyologlar bunu araştırıyor olsa gerek. Melankolik yönünü inkâr etmemekle birlikte, yalnız (ne kadar da hüzünlü bir sözcük, acaba "tek başına" mı desek, daha az dokunaklı sanki?) yaşamanın o kadar da kötü bir durum olmadığını da teslim etmek gerekiyor. Mutluluğun formülünde yer alan daimi bir aradalıklar herkes için geçerli bir reçete değil. Kişilerin mutluluklarına giden yollar farklı farklı olabiliyor. Kimisi, sosyal, hoşsohbet, göz teması kuran ve dışadönük görünse de, tek başına kaldığı anlar o kişi için daha keyifli olabiliyor.

Yalnızlık, belirli alışkanlıkların oluşmasına, kendine has bir yaşam tarzı gelişmesine sebep oluyor. Küçücük bir tencere ile yetinmeyi, elektrikler kesilse, zifiri karanlıkta da kalsan tüm ıvır zıvırı elinle koymuş gibi bulmayı öğretir sana. Bulaşık deterjanı 3-4 ay dayanır. Ütü masasını hiç toplamazsın. Nasıl olsa yerin boldur. "Tek başınayken yemek yiyemiyorum ben" diyenleri anlamazsın; zira tek başına yemek yemek senin için gayet olağandır. Evin, kompartımanlara ayrılmış bir alan değil, tüm kapıların daima açık durduğu, yekpare bir bütün, kocaman ve tek bir oda gibidir. Özel mülkiyetin, sınır çekmenin, "çitleme" denen mefhumun icadı sağolsun, evin, o biricik dört duvarın senin kutsalın, adeta kurtarılmış bölgendir. Yalnızlık bir tercih midir? Bundan tam olarak emin değilim ama emin olduğum bir şey var ki insanoğlu her koşula ayak uydurabilen bir varlık ve yalnız yaşadıkça bundan bıkmıyor, canına tak filan etmiyor, bilakis, bir pekiştireç işlevi gören her geçen günle birlikte ona alıştıkça alışıyor.
3-4 sene önce Yalnızlığa Övgü adında bir kitap okumuştum. O kitaptaki kadar büyük sözler etmeyi, yalnızlığı kayıtsız şartsız, sert bir şekilde savunmayı doğru bulmuyorum. Bunlar iki kere iki dört gibi iddialı konuşulacak konular değil. Sonuçta insan doğası gereği yalnızlığa eğilimli değil. Yalnızken de kitap okuyor, film izliyorsun sonuçta, ki o eserleri yapan da bir başkası. İnsanın insanla teması dolaylı da olsa hep var yani. Ne var ki, tek başına yaşayanların durmaksızın hüzünlerden hüzünlere savrulduğunu düşünmek de abartılı olur. Onca insan yalnız yaşadığına, hatta bunu o kadar da sorun etmediklerine göre, içten içe bir bildikleri vardır belki de, kim bilir? Tercihlere gelirsek, insan en azından yaşadığı yeri tercih edebilir. Daha az kalabalık, daha dingin, daha atıl, daha huzurlu bir mekânda yaşamayı yeğleyebilir. Zaten büyük şehirlerde yaşayanların da zaman zaman "emekli olunca şirin bir sahil kasabasına yerleşeceğim" dedikleri olur. Bu sahil kasabası hayalini, emekliliğimi beklemeden gerçekleştirdiğim için şahsen memnunum -ama tavsiye etmem. Dedim ya, herkesin mutluluğu farklı yollardan geçiyor. İnsan bu konularda telkinlere kapalı oluyor, telkin vermek de işe yaramıyor. Zaten herkes bildiğini okur. Herkesin reçetesi farklı.
(4) Paris metrosunun içi. Sıkış tıkış bir vagonda Ortadoğu göçmeni genç erkekler hiddetli ses tonlarıyla, bağıra çağıra Arapça sözler ediyor. Ardından tekbir sesleri. Vatandaşlar sinmiş. Çıt çıkarmadan, göz teması kurmadan, onları uyarmadan, onlara bulaşmadan öylece ayakta dikiliyor. "Bir an önce şu kâbus sona erse" der gibiler. Böyle görüntüleri paylaşmıyorum. Bu güzel akşamda asabınız bozulmasın. Örnekler o kadar çok ki... Almanya'nın Bornheim kentinde 18 yaş üstü erkek göçmenlerin halka açık havuza girmesi yasaklandı mesela. Zaten Ortadoğu'dan göçen kadın havuza girer mi? Girmez. Neden erkeklere yasaklandı peki? Elbette hepimiz biliyoruz nedenini. Medeniyet nedir kardeşim? Medeniyet, toplu taşıma araçlarında, nefret dolu, çatallanmış bir ses tonuyla tekbir getirerek, her şeyi geçtim, "nasıl olsa biz 15 kişilik genç bir erkek grubuyuz, kalabalığız, bize kimse müdahale edemez" zihniyetiyle insanları rahatsız etmek değildir herhâlde? Herhâlde medeniyet, kendi kültüründen olmayan kadınları "hafifmeşrep" görmek, onların senin tacizlerinden rahatsız olmayacağını varsaymak da olmasa gerek. Herhâlde medeniyet, kendi inancını paylaşmayan insanları aşağı görmek, onları sapkın veya kâfir olarak telakki etmek de değildir. Herhâlde medeniyet, zerre kadar özeleştiri yapmayıp, karşındakinden gördüğün en ufak bir eleştiride onu ırkçı, faşist, İslamofob gibi yaftalamalarla savuşturma kolaycılığına başvurmak da değildir. Kimse alınganlık göstermesin. Elbette oralara gidip hayata tutunan, insanca yaşayan göçmenler de var. Ama madalyonun öbür yüzünü görmemek için de kör olmak lazım.

Bazı yabancı siteleri ara ara okur, takip ederim. Kimi Avrupa ülkelerine iltica eden Ortadoğulu göçmenlere uyum sağlama eğitimi verildiğini biliyor musunuz? Uyum sağlama deyince, zannetmeyin ki akla hayale gelmeyecek şeyler öğretsinler. "Anayasayı ezberleyeceksiniz, madde madde soracağız!" tarzı talepler yok. Uyum sağlama adı altında bildiğiniz insanlık dersi veriliyor: İnsanlık-101. Bu ülkede kadınlar etek giyebilir, dışarıda dolaşabilir, ÇALIŞABİLİR filan deniyor göçmenlere. İnsanlar zaman zaman eğlenebilir, içki içebilir, bu ülkede bunlar normaldir, tepki vermemeniz, karışmamanız lazım deniyor. Olayın vahametine bakar mısın? Ülkelerinde benimsenen çok-kültürlülük anlayışı gereği farklılıklara hoşgörünün esas olduğu, kendi inançlarını yaşayabilecekleri, ne var ki kendi inançlarını paylaşmayanların da aynı haklara sahip olduğu hatırlatılıyor. Düşünsenize, Ortadoğu'dan göçüp gelmiş insanlara kamusal alanda nasıl davranılır, kısacası insanlık nedir, medeniyet nedir, hoşgörü nedir, bunlar öğretiliyor. Şu düşülen durumun ne kadar acıklı olduğuna bakar mısın?
Şu hâlde hangi medeniyet galip gelmiş, hangisi çökmüş oluyor Alla'sen?

(5) Kimi insanların bünyesinde varolan hayata dair hırsa tanıklık ettikçe, onları içten içe takdir ediyor, hatta onlara hayranlık duyuyorum. Bu Dünya onların hatrına dönüyor. Tarihin tekerini ileriye doğru döndürebilmek için hırslı bir yapıya sahip olmak, toprağa, paraya, eşyaya, maddi olan ne varsa ona tutunmak ve asla bırakmamak, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, sahip olma tutkusunun peşinden ödünsüz koşmak gerekiyor. Malum, fırtına esmeden yağmur yağmıyor. Dengelerle sürekli oynayan, meydan okuyan, el koyan, işgal eden, yerinden eden, başa çıkan, savuşturan ve ne olursa olsun pes etmeyip hep daha fazlasını isteyen o kutlu insanlar sayesinde Dünya'ya hareket geliyor. Nerde hareket orda bereket. Onlar elde etmenin şampiyonları. Ödün vermeyen, feragât etmeyen, "enayi" olmayan, ince hesapları titizlikle yapan, gerektiğinde uzun vadeli planlar yapan, koz biriktiren ve yeri geldiğinde elindeki kartları ŞAK diye masaya çarparak karşısındakini mat eden bu insanları hiçbir zaman anlayamadım. Ne var ki, onları anlayamıyor olmam, onları takdir etmeme, giderek onların bu vasıflarına hayranlık duymama engel teşkil etmedi. Zaten anlamak, hayatla kurulan tek ilişki kipi değil. Nesnelere, eşyaya, Dünya'ya karşı duyulan bu sahip olma hırsını hiç anlayamadım ve belki de, tam da anlayamadığım için hep hayran oldum.

Diğer yandaysa yaşama kudreti zayıf, manastıra kapanmış gibi günlerini miskince geçiren, arzularını frenleyen, toplumsal hayattan ve dolaysız ilişkilerden el etek çekmiş olanlar var. Onlar capcanlı, dopdolu, şelale misali gürül gürül bir varoluş arzusunda değiller. Adeta birer gölge gibi yaşayan, varlıkları ile yoklukları bir, silik ve etkisiz, nihayet hırs yoksunu şu zararsız insanlar kümesi, şu kalpleri yavaş atan, strateji nedir, taktik nedir bilmeyen, ensesine vur lokmasını al kabilinden, tarihte hiçbir iz bırakamayacak olan, iç huzuru yakalamış ama kendisini dışarıya kapatmış olan naif bedenler kümesi var ya, işte onlardan bahsediyorum. İki çatık kaşla karşılaştığı vakit gözlerini kaçıran, doğuştan gelen hırs yoksunluğu sebebiyle arzularını asgari miktarda sabitlemiş, azıcık aşı kaygısız başıyla, kendi yağıyla kavrulan bu tembel tenekeler Dünya'ya herhangi bir etkide bulunabilir mi? Elbette hayır. Eğer "DAHA, DAHA, DAHA!" diyen güçlü kanattansanız, maddî evrenle kenetlenemeyen, toprağa kök salamayan, gelip geçici bu gölge-varlıkları kendi hâline bırakın gitsin.
Şu meşhur tabirle, onlara gölge etmeyin, başka ihsan istemiyorlar zaten.

(6) Mustafa Koç'un vakitsiz ölümüne üzüldüm. Zenginliği taşıyabilen, belirli bir kültürü hazmedebilmiş, burjuva olmanın hakkını veren bir aile Koç ailesi. Bunlar Türk işadamları ve zenginleri içerisinde en görgülü, en eğitimli, en kaliteli insanlar. Sonradan görme asla değiller. Ne var ki, hani zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış ya, bir yanda şu hiç haz etmediğim kaba saba, kategorik, iki tane kavramla hayatın anlamını çözdüğünü zanneden ruhsuz solcular, öte yanda Yeni Akit gazetesinde ve sosyal ağlarda en düzeysiz dışavurumlarına tanık olduğumuz siyasal İslamcı hınç var. Hayatını kaybeden bu değerli insanın ardından olur olmaz sözler ettiler yine. Şaşırtmıyorlar bizi, bu konuda haksızlık etmeyelim şimdi, zira iğrençlik yapmak konusunda epey istikrarlılar.

Geçenlerde Mustafa Koç'un kardeşi Ali Koç, "kapitalizm bu şekilde devam edemez, gelir adaletsizliğine bir çözüm bulmak zorundayız, eşitsizliği asgari düzeye indirmek zorundayız" gibi sözler ettiğinde, bu kaba saba solcular dediğim güruh onunla güya dalga geçmişti. Vay efendim bir burjuva bunları söyler miymiş? Ali Koç kafayı mı yemişmiş? Vallahi bal gibi söyler, hatta bu konuda adımlar bile atar. Orası ayrı bir tartışma konusu. Benim takıldığım nokta, Koç ailesinin servetinin binde birini bile verseniz karakteri bozulacak, eline üç kuruş geçse poposu kalkacak, görgüsüzleşecek, insanları ezecek, hâli tavrı değişecek, nezaketin n'sinden bile yoksun onca insanın, Ali Koç'un sözlerini tiye alması, Mustafa Koç'unsa ölümüyle, Twitter'da iki tane fazla RT alacağım diye alay etmesi. Size bir şey diyeyim mi? Türkiye'de sınıf mücadelesi filan olmaz. Öğretmenler, polisler, işçiler, şoförler, hukukçular, askerler, mühendisler, kim varsa, tüm çalışan kesimler birbirinin önünü kesme derdindedir. Sokakta simitçiye sormuştu bir muhabir: "Memur 9-5 çalışıyor, siz kaç saat çalışıyorsunuz?". Simitçi hiddetlenmiş, 12-13 saat çalıştığını söylemiş, "ben de 8 saat çalışarak insanca yaşamalıyım" demek yerine, "MEMUR DA 12 SAAT ÇALIŞSIN!" diye bağırmıştı -hiç unutmam. Alın bu örneği, tüm meslek gruplarına genişletin. Türkiye'de işçi sınıfı, emekçi sınıfı filan birleşmez. Hakim düşünce şudur: Mademki ben sürünüyorum, o hâlde herkes sürünsün.
Türkiye'deki kutuplaşmalar gelir düzeyiyle değil, kültürel önkabuller, davranış kodları ve yaşam tarzlarıyla ilgili. İnsanların özünde yer alan bu farklılık onların bakışlarına, gözlerine yansır. Herkes bir bakışta kimin kendinden olup olmadığını bilir. Bunlar adeta yazılı olmayan kurallar gibidir. Bu nedenle Koç Ailesi ağzıyla kuş da tutsa, onu bırakın, tüm servetlerini sendikalara da bağışlasa bu millete yaranamaz. Zira onlar, "halktan kopuk", "özünü yitirmiş", "züppe", kültürlü, elit, eğitimli, laik, Avrupaî, üniversite mezunu, iyi giyinen tiplerdir. Yaranmak için ne yaparsan yap, insanlar kendilerini benzeyeni sever. Ve Türkiye'de Mustafa Koç'a mizaç itibariyle benzeyenler, onunla göz teması kurduğunda "işte bizden biri" diyecek insanlar %25-30'u geçmez -maalesef öyle.

Ya bir de, konudışı ama, ölüm herkes için ölüm değil mi? Hadi Yeni Akit ve bazı Twitter hesapları leşin leşi, onları boşverin de, sol cenahtaki kimi kepazelikleri nasıl açıklayacağız? Vakitsiz ölümlerin ardından, insanların en azından ailesine, yakınlarına saygı duy da iki gün sus bari ya. Eleştirin mi var? Olay soğusun, acılar azıcık olsun dinsin, ondan sonra ne diyeceksen dersin. Bu gibi insanî tutumlar tüm kesimlere genişletilse iyi olur.

Neyse, dediğim gibi, Mustafa Koç'un ölümüne üzüldüm. Huzur içinde yatsın.
(7) Suudi Arabistan başmüftüsünün satrancın haram olduğunu söylemesine takılmadım ben. Daha acınası olan, ona "satranç haram mıdır?" sorusunu yönelten insanların varlığı. Gerçi öyle sorular soruluyor, öyle konularda icazet bekleniyor ki, satranç haram mıdır sorusu devede kulak kalır. Sorun bireyleşememiş olmakta yatıyor olsa gerek. Kendi aklını kullanma cüretini göstermedikten sonra atacağın her adım için şeyh, hoca, müftü, rahip, kim varsa artık onun otoritesine başvurmak zorunda kalman normal. "Kendi aklını kullanma cesaretini göster", Kant bu cümleyle tanımlıyordu aydınlanmayı. Bu kadar basit. Sen yetişkinsin, aklın var, doğruyu yanlışı tart, makûl olanı bul, bulamadığın zaman hata yapmış oluyorsun zaten -ki hata yapmak en doğal şeydir. Satranç haramdır, değildir, ben bilmem, ama bunu dert edinip soruyorsan asıl sıkıntı orada.

(8) Sol cenahtan tanıdığım adanmış kimseler genellikle asık suratlı oldu. Bazen azıcık hayatı olumlamalarını, azıcık esnek olmalarını, azıcık güleryüz göstermelerini söylemek istediğim olur, sonra kendi kendime, "boşver Tamer!" derdim, boşver, karışma. O inatla sürdürdükleri negatif tutumları, yüzlerindeki ışığı çekip almış gibi gelirdi. Tüm iyi niyetimle, küçük bir eleştiri getirecek olsam tepki gördüğüm olur, sanki sorgulamadan, koşulsuz bir aidiyet (biat?) talebiyle karşılaşmışım gibi hisseder, onların katı ahlakçı ithamlarından çekinirdim. Safça, tartışmaya açık olduklarını zanneder, ufak bir eleştiri kırıntısıyla dahi karşılaştıkları an köpürmelerini ve yineleyip durdukları 4-5 etiketi kendilerini eleştirenlere iliştirdiklerini görünce kendime gelir, içten içe "burada bir sıkıntı var" diye düşünür ama bunun adını koyamazdım.
Nietzsche'yi düşünüyorum, dile kolay, yıllardır okuduğum şu adamı, bugün yaşasaydı, bu asık suratlı zihniyete nasıl da kızardı: "Hayatı olumlamıyorsunuz siz, nihilistsiniz!" diyeceğinden o kadar eminim ki... Zamanında acıları ön plana çıkarıp hayattan zevk almayı günah sayan, bedeni hakir gören hıristiyanlığa da bu yüzden savaş açmıştı. Dile kolay, kaç senedir okuyoruz, bugün Marx yaşasaydı diyorum, "dostlar, katı olan her şey buharlaşıyor, bugünün Dünyasında sol ve sağ kavramları da esnedi, birbirine geçti, yeni bir bakışaçısı geliştirmediğimiz sürece küçülmeye mahkumuz" derdi gibi geliyor. Küçüldükçe küçülen, hani filozof Levinas'ın tabiriyle "ötekileşen", ötekileştikçe kimsenin umrunda olmayan, gözden düşen bir hareket, bir zihniyet. Sırf öteki olduğu için, sırf farklı olduğu için kendisini haklı ve üstün zanneden, herhangi bir konudaki farklılığını yücelterek, eskiden sağ cenahı özcülükle suçlarken bizatihi kendisi özcülük çukuruna düşen, el uzattığın vakit öfkelenen, olmadı elinden tuttuğu gibi seni de o zayıf tarafa, o hayatı olumsuzlayan, asık suratlı çukura tüm gücüyle çeken, direnecek olursan, sert yüz çizgileriyle, kınayan bakışlarıyla küçümseyip senden yüz çevirdikten sonra hayatın ne kadar da adaletsiz olduğundan dem vuran, hep kaybeden, kaybettikçe bunu bir alışkanlık hâline, giderek kendi özü hâline getirip her yeni güne yeni hatırlatmalarla, yaşanan eski acıları anarak, gülmeyi kendine yasaklayarak, "hayır, iyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın!" diyerek hayatında ve çevresinde gerçekleştirebileceği küçük dönüşümlerden bile umudu kesen bir anlayış, bir hareket, daha doğrusu bir hareketsizlik. Avrupa solunda, hıristiyanlardan devralınan günah çıkartma eylemiyle her dakika kendine mutluluğu yasak etme, her dakika kendini suçlama mazoşizmi, buralarda ise Ortadoğu kaynaklı bir arabesk, bir acı-severliğin durmaksızın pekiştirilmesi. Toplum neden sana inansın? Çevren neden dediklerine ikna olsun? İnsanlar neden peşinden gitsin? Bugün topluma vaat edebileceğin ne var? O sert bakışlarınla kimi, nasıl yanına çekebilirsin ki? Öteki olduğun için mi? Öteki olman insanların umurunda mı sanıyorsun? Sırf öteki olduğun için her söyleyeceğinin dinleneceğini mi zannediyorsun?

Bugün sol cenahın klasik argümanlarının topluma sunabileceği hiçbir şey yok. Ekonomi mi diyorsun? Haydar Baş da 5.000 lira asgari ücret vereceğim dedi ama aldığı oy ortada. Etnik ve mezhepsel farklılıklar mı diyorsun? Güzel de hani milliyetçilik eleştirisinden evrensele varacaktın? Bu kimlik muhabbeti de artık baymadı mı? Kimlikleri yarıştırdığın vakit kalabalık olan kimliğe mağlup olmaktan kurtulabilir misin? Devrim mi diyorsun? Hacı, kurulu bir düzen var tıkır tıkır işleyen, bozarsan insanlar emin ol hoşnut olmaz ve seni ebedî düşman beller. Çevrecilik mi diyorsun? Önce git Laos'a, oradaki komünist rejim akarsulardan elektrik üretip komşularına satıyormuş, ona çemkir.
Mevcut bir uygarlık var. Ona uyum sağlayarak insan gibi yaşamak dışında bir alternatif göremiyorum. O uygarlığın düşmanı nihilist, değerleri yok eden, sadist, insanî olan, güzel olan ne varsa ortadan kaldırmakta ustalaşmış olanlar var bir de. Uygarlık tek, farklı olanlar kültürler. Kültürel farklılığınla o tek olan uygarlığın şemsiyesi altında bir renk olmaktan, uygarlığın evrensel kümesinde bir alt küme olmaktan fazlasını istediğin sürece, kimi ezber 3-5 kavrama hayatı zorla tıkıştırmakta direttiğin sürece yüzün daha da sertleşecek, yıprandığınla kalacaksın. Bu yol, yol değil.
(9) İyi bir insan deyince gözümün önünde kimseye yük olmayan birisi canlanıyor. Başka bir deyişle, birisine "iyi" nitelemesini atfedebilmem için, ondan bir iyilik görmüş olmam ya da o kişinin etrafındakilere iyilikler yaptığına tanık olmam şart değil. İnsanlara, etrafına, topluma zarar vermesin ve başkalarına yük olmasın yeter. Yalnız, "işi düşünce aramak" ifadesinin sırf kötüye yorulması da pek makûl değil. Elbette işi düşünce, daha yetkin olduğun bir konuda yardım almak için birisi seni arayabilir. Bu kişi yakın bir arkadaşın da, sık görüşmediğin bir tanıdığın da olabilir. İşi düşünce sana ulaşıp yardım talep ederken zaten ricacı olmuş olur. Eğer elinden gelen bir işse ve müsaitsen ne âlâ -yardımcı oluverirsin. Burada bir sorun göremiyorum. Asıl kafaları karıştıran nokta, ricacı olmaksızın size külfet çıkaran kişileri reddettiğinizde sizi suçlamaları. Dikkat edin, insanı suçlu hissettirmeye, vicdanı ile başbaşa bırakmaya gayret ederler. Yahu dersin, "acaba ben kötü bir insan mıyım?" Bu suçlayan tavrı benimsemiş kimi insanların, müsait ya da istekli olup olmamanıza bakmaksızın oldu bittiye getirdikleri taleplerini karşılarsanız sizden iyisi yoktur, bir tanesinizdir. Ha, ama eğer hayır derseniz, söylememe gerek bile yok ki kötüsünüzdür.
Burada kendi kendimize sormalıyız bence: Acaba istediğimi yapmadığı için o mu kötü, yoksa ona külfet olduğum için ben mi?
Bence ikincisi.
(10) Ergüder Yoldaş hayatını kaybetmiş. Tek bildiğim "Mihrimah" adlı şarkısı ve klasik Türk müziğindeki makamları hafif müziğe uyarlamayı başarmış, önemli bir müzisyen olduğuydu. Bilgim yüzeysel tabi. Konunun ayrıntılarını ancak profesyonel müzisyenler bilir. Bana daha ziyade yaşarken yeterince ilgi görmediğinden yakınması, inzivaya çekilmesi, saçı sakalı salması, kendine bakmayı tamamen bırakması, kısacası bir nevi berduşa dönmesi ilginç gelmişti. 90'larda görmüştüm o hâlini televizyonda. Beraber çalıştığı meslektaşları onun bir dâhi olduğunu, yaşarken kıymeti bilinseydi Dünya çapında tanınacağından emin olduklarını söylüyorlar.



Ben pek öyle düşünmüyorum. Yetenekli insanların tanınması ve hak ettikleri ilgiyi görmeleri kimi tesadüflere, kimi değişkenlere bağlı. Tarkan'ı düşünün örneğin. Albümlerin, daha doğrusu kasetlerin çok sattığı, daha MP3 nedir, Youtube nedir bilmediğimiz zamanlarda, 90'ların başında piyasaya çıkmış olmasaydı bu denli ünlü olabilir, bu denli uzun süre ünlü kalabilir miydi? Sanmam. Yeteneğinin duyulabilmesi için doğru zamanda Dünya'ya gelmişti. Bugün albüm satışları yok denecek kadar az. Artık şarkıcılar kendince bir klip çekiyor, Youtube gibi sitelere yükleyip reklam gelirleri ve konserlerden para kazanmaya çalışıyor. N'apsın?

Yeteneklerin ölçüsünde ilgi görmeyi beklemek yanlış bir tutum belki de. Herhangi bir konuda olağanüstü yetenekli olman, toplum tarafından takdir edilmeni zorunlu kılmaz. İnsanın kendini fazla beklentiye sokması, hayal kırıklığı yaşama ihtimalini fazlasıyla arttırıyor. Toplum, işi gücü bırakıp "acaba bugün kimi keşfetsek de omuzlarımızın üzerinde taşısak, ellerimiz patlarcasına alkışlasak!" diye etrafına bakınmaz. Alkışlasa bile devamını getirmek zorunda değildir. Ertesi gün, bilemedin ertesi ay yüzüne bile bakmaz. Tam da bu yüzden Yetenek Sizsiniz tarzı programlarda bir anda, bir gecede, hatta bir dakika içinde milyonların önünde, ama rezil ama vezir, bir şekilde şöhret olan insanlar bu denli çabuk unutuluyor. O alkışlar, o ışıltılı sahne ve o gazlayan kalabalık tamamıyla aldatıcı. Kusursuz bir yanılsama. Bu yüzden, kişi yukarı çıktığında havalara girdiyse eğer, altındaki destek çekildiği an zemine yüzüstü çakılıyor: Hazin son. Bu anlık, hızlı, kolayca ve hiç emek sarf etmeden elde edilen şöhret yüzünden yeni nesillerin de kafası karışıyor. Bir tarafta sıkıcı dersler var. Hepsi çalışma, disiplin ve özen gerektiriyor. Diğer tarafta ise avuçları patlarcasına seni alkışlayan, gaza getiren kalabalıkların cazibesi. Onaylanma, takdir edilme ihtiyacını kolay yoldan tatmin etme arzusu. 16-17 yaşında bir gençseniz, sıkıcı olanı değil ışıltılı ve eğlenceli olanı tercih edersiniz elbette. Gelsin hayal kırıklıkları.
Ergüder Yoldaş'ı unutuyordum az daha. Kendisi yaşarken beklediği ilgiyi görmedi belki ama "Mihrimah" -ve benim bilmediğim nice bestesi- gökkubbede hoş bir sada bıraktı en azından.

(11) Eskiden "elit" dendiğinde daha dar bir grup kastedilirdi. Zamanla kavramın işaret ettiği kitle genişlemiş görünüyor. Elit olarak nitelendirilen insanlara bakın: Aralarında gelir bakımından devasa farklılıklar var. Ne var ki çok zengin olanı da, ortalamanın altında bir gelire sahip olanı da birbirini gözlerinden tanıyabiliyor, aynı masaya oturduğunda çeşitli konularda muhabbet edebiliyor. Adeta görünmez iplerle birbirlerine bağlanmışlar. Zaman değişti. Günümüzde doğa yürüyüşleri, edebiyat, felsefe, müze ziyaretleri, Kieslowski ya da Demirkubuz gibi yönetmenlerin filmleri, tiyatro ve mimarî gibi alanlarda, parasal beklentilere girmeden, sırf entelektüel ve estetik haz almak amacıyla, üretici, katılımcı ya da alımlayıcı olarak yer almanız, elit sayılmanıza sebep oluyor.

Oysa, dikkat ederseniz, estetik ve entelektüel faaliyetler masraflı işler değildir. Bisikletinizle dağ bayır gezmek, nitelikli filmler izlemek, müze ve sanat galerilerini ziyaret etmek ve en önemlisi kitap okumak hiç de masraflı işler değildir. Geçenlerde gezdiğim bir müzenin bileti 7 liraydı, bir paket karışık kuruyemiş ise 10 lira. Kitaplar çok mu pahalı? Vallahi gider bir kütüphaneye üye olursunuz, inanın ilçe kütüphanelerinde edebiyat tarihinin en seçkin eserlerine erişmek mümkün -hem de ücretsiz. Burada ilginç bir nokta var: Zevk uğruna yapılan işlerden para kazanma beklentisine girmiyorsunuz. Bu işlerin hiçbiri "önünüze bir tas çorba koymuyor." Bırakın entelektüel ve estetik faaliyetleri, balık tutmak, çiçek yetiştirmek veya hayvan bakmak bile karşılık beklemeden yapılan işler. Balıkçı için balığa çıkmak ve çiftçi için tarlada çalışmak, hayatlarını kazanmak için yaptıkları işlerdir. Ya da mesela köpek alıp bağlarlar bahçeye ki bekçi işlevi görsün. Gelgelelim, kentleşmiş insan balık tutma, çiçek yetiştirme/toprakla uğraşma ya da hayvan besleme gibi işleri bizatihi o işin kendisi hatrına, hiçbir beklentiye girmeksizin yapar.

En nihayetinde tercih meselesi. Adam "halktan biriyim" diyen birisinden daha az gelire sahip olabilir, daha ucuz, konforsuz ve küçük bir evde oturabilir, otomobil sahibi olmayabilir. Ama hayatın tadını çıkartmak onun elindedir yine de. Halktan biri olmakla, "AH İMKÂN OLSA BEN DE YAPARDIM!" diye kendi avutmakla bir ömür geçiren kişi ise bir türlü sormaz kendine: "Yahu beni tutan mı var Allah aşkına?" Acaba şu ya da bu kişiyi entel, dantel, elit, züppe diye itham etmektense, bu kolaycılığa kapılmaktansa, ben de şu kütüphaneye üye olmakla mı işe başlasam acaba? Evin perdelerine şu kadar bin lira harcamaktansa yıllık iznimde kimi mekânları mı gezsem, bir bisiklet alıp dağa bayıra mı vursam kendimi acaba? Ya acaba her akşam başka bir kanalda izlediğim dizileri bire indirsem, mesela Salı akşamı benim dizi günüm olsa da, geri kalan akşamlarda kendime bir hobi mi edinsem, içten içe hep merak ettiğim şu ahşap maket yapım kursuna mı gitsem acaba?

Doğru, burjuva olmak pek az insana nasip olur ama küçük burjuva olmak bedava. Üstelik bu kulübe girmeniz için kökeninizin, kimliğinizin ya da inancınız da önemi yok. Dünyanın en demokratik kurumundan bahsediyoruz. Bu renkli Dünyanın kapısı herkese açık. Çemberin içine girmek sanıldığı kadar zor değil. Tek şart inançlarını, tabularını ve dogmalarını kapının ardında bırakman, içinde tutman, kendine saklaman. Aksi hâlde nezaketsizlik etmiş olursun. Gelin, gelin büyüyelim. Birlikte "İyi İnsanlar Cemaati"mizi büyütelim. Biliyor musun, biz birbirimizi gözümüze bakar bakmaz tanırız :) Gel kardeşim, bu entel dantel diye küçümsediğin insanlar aslında normal insan -sandığın kadar kötü değiller. Gel kardeşim, küçük burjuva olmak parayla değil. Hangi aileye mensup olduğun da belirleyici değil. Bizler bağımsız bireylerin herhangi bir konu üzerine kurduğu gelip geçici bir-aradalıklarız, bir klan değil.

(12) Koşarken aklıma geldi. Dostoyevski, Yeraltından Notlar'ın başlarında bir yerde, "size akıllı bir adamın neyden bahsetmesi gerektiğini söyleyeyim mi? Elbette kendisinden!" der. Belki on iki sene oldu okuyalı ama aklımdan çıkmamış. Bu sözü doğru bulduğum için mi? Hayır; zira sürekli kendinden bahseden insanları sevimsiz bulurum. Dünya'da konuşacak onca konu varken insan neden hep kendinden bahseder? Üstelik bir de bu yaptığını Dostoyevski'ye referansla "akıllı adam işi" addeder? Şu sıralar bir denge durumunda olduğumu düşünüyorum. Evet, insanın hep kendinden bahsetmesini sevimsiz bulmaya devam etmekle birlikte, kendini fazlaca önemsiz bulmasını, sürekli kendini eleştirmesini, kendisindeki güzellikleri hiç görmeyip her daim kusurlarını ön plana çıkartmasını, kısacası kendini eziklemesini de sevimsiz buluyorum. Bunun adı tevazu olmamalı. Tevazu bu kadar negatif değil, daha ziyade nötr bir tavır. Kendini küçümsemeye belki katı bir acı-severlik, bir nevi mazoşizm denebilir. Aslına bakarsanız, kendisini sürekli öven kişi ile kendisini durmaksızın yeren kişilerin, özünde benzer olduklarını bile düşünmeye başladım. Birisi kendini överek, artılarını vurgulayarak, diğeri ise kendini ezikleyerek, eksiklerine dikkat çekerek kendisini merkeze almış oluyor. İkisi de ben-merkezci sonuçta. İkisinin de derdi kendiyle.

Kendi güzelliklerinin farkında olmak lazım. Kusurlarını da takıntı hâline getirmeden aşmaya çalışmak iyidir. Hep kendinden bahsetmek hoş değil belki ama kendinden kaçar gibi 24 saat mesela politika konuşmak da bir tuhaf. Olağanüstü insanlar olmayabiliriz de bu neden kötü olsun? Belki daha bile iyidir? Belki daha da konuşmaya değerdir? Tamam mütevazı olalım ama hepimiz bir hayat yaşıyoruz iyi kötü. Nadiren de olsa kendinden söz etmek kimseyi sevimsiz kılmaz.
Kendilik meselesinde ortası iyidir ya.

(13) Bir keresinde Bulgaristan'dan 89'da Türkiye'ye göç etmiş birisiyle sohbet ediyordum. Böyle birisine ne zaman denk gelsem, Komünist Parti rejiminde gündelik hayatın nasıl olduğunu muhakkak sorarım. Rusya'da aynı odada kaldığım insanlar arasında 70'lerinde bir amca da vardı. Sorular, sorular... Hayatı anlamak için kitaplar yetmez, yaşanmışlıklar da önemli. Bugün Rusya, Sovyet geçmişini kendi sanayi devrimi olarak görüyor. Stalin döneminde ailelerin çok çocuk yapması kalkınma için teşvik edilmiş. Çok çocuk yapan annelere madalya verilirmiş devlet tarafından. Ne enteresan, değil mi? Gelgelelim, ekonomik yapı durgunluktan bir türlü kurtulamıyordu -özellikle 70'ler ve 80'ler boyunca. Sosyalist ekonominin 72 yıl dayanabilmiş olmasını, Sovyetler'in devasa yüzölçümüne ve sahip olduğu geniş kaynaklara bağlamak mümkün. Eğer o kadar kaynak olmasaydı o sistem 15 yılda çökerdi. Dünyaca ünlü sosyalist tarihçi Eric Hobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl adlı kitabında, sosyalist ekonomilerin bir borsa olmadan, fiyatların piyasa tarafından belirlenmesine izin vermeden sürdürülebilir olmadığına ikna olduğunu söyler. (Tıpkı "gerçek İslam bu değil!" diyenler olduğu gibi, "gerçek sosyalizm o değildi!" diyenler olabilir. Doğrudur; ama gökte asılı ideallerin ışığıyla kör olmaktansa tarihsel deneyimlerden ders çıkartmakta yarar var.)

Bulgaristan göçmenini bağlayacağım asıl konu insan doğası. Herkes insan doğasını kendi inancına göre yorumlar. Kapitalist der ki insan insanın kurdudur, rekabetçidir, güçlü zayıfı ezer. Sosyalist ise tam aksine, insan dayanışmacı, diğerkam bir varlıktır gibi sözler eder, bilirsiniz. Her kesimin kendi insan doğası anlayışı vardır. Bu varsayımlar kanıtlanamadığı için, birer inanç olarak kaldıkları için tartışmaya da kapalıdır. Bu yüzden insanın doğası şöyledir, böyledir gibi iddialı sözler etmektense çok daha makûl olan "insan eğitilebilirdir" argümanı ile yetinmekte yarar var.

Bulgaristan göçmeni amcaya dönersek, komünist rejim yıllarında, insanların köyde komşularına kıyak geçmek ya da bir sebepten ötürü teşekkür etmek için koyun armağan ettiğini ve devlete hayvanın öldüğünü rapor ettiklerini söylemişti. Diyelim ki sorumlu olduğun 50 koyun var. Biri için öldü yazıyorsun rapora, veriyorsun koyunu bir arkadaşına ki ziyafet çeksin ailecek. Olaya bakar mısın? Hâl böyleyken Dünya'nın en kusursuz sistemini kursan ne olur? İnsan faktörünü nasıl es geçebilirsin? Karşılıklı güveni tesis etmediğin, etik değerleri yerleştirmediğin sürece insanlar sistemin açıklarından yararlanmaya çalışacaktır. Bu kez devlet tüm açıkları kapatmak, hayatın her alanını denetlemek çabasına girecektir ki, Sovyet bloğunda yaşanan deneyim tam da buydu zaten. Boğucu bir gözetim-deneyim mekanizması.

Tolstoy "Dünya'yı değiştirmek isteyenler nedense kendilerini değiştirmeyi düşünmüyorlar" derken bunu kastediyordu muhtemelen. Bunları bana yazdıran, bu akşam Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanını bitirmem oldu. Gerçekten güzel bir romanmış.

(14) Eski insanların ilaç kullanmadığı, hastane nedir bilmediği söylenir ya hep, doğrudur. Bir sebep o ki, eski insanlardan ayakta kalabilenler zaten yalnızca güçlü olanlar, doğal seçilimden sağ çıkabilenlerdi. Hepimizin aile büyüklerinin daha bebekken ölmüş kardeşleri vardır. Hastalık geldiyse ve bünyen zayıfsa bittin. Eskiden Dünya'ya gelen çocukların pek çoğu bebekliklerini atlatamadan ya da küçücük bir çocukken geçirdikleri ilk hastalıkta hayata veda ederdi. Hayatta kalanlar bünyesi en güçlü olanlardı hâliyle. Bugün tıp bilimi fazlasıyla geliştiği için bebek ve çocuk ölümleri istisnaî hâller. Bir şekilde o çocuklar yaşatılıyor. Kim bilir, belki de bugün o hayata tutunamayan, heves yoksunu ve kırılgan kimseler, modern tıp sayesinde zoraki yaşatılan çocukların yetişkin hâlleridir.

(15) Bazen insan insanı bir bakışta çözemiyor. Öyle durumlarda mesafeli davranmak iyidir. Özellikle tekin olmadığını sezdiğiniz birisiyle karşılaştıysanız fazla açık vermemekte yarar var. Tamam, kendini yerin dibine sokmadığın sürece özeleştiri iyidir, hoştur da, yeterince tanımadığın veya yapısının bozuk olduğunu bildiğin kişilerin karşısında havadan sudan konuşmak ya da sessiz kalmak en iyisi. Zira, maalesef, kimi insanlar özeleştiri yapan kişiyi zayıf olarak görüyor. Tuhaf, ama öyle. "Değil mi ki kendini eleştirdi, o hâlde göğsümü kabartıp, koltuğumda dik konuma geçip, bıyık altından gülerek, küçümseyen bakışlarla onun üstüne daha da varayım, madem ki zayıf bir yönünü kabul etti, bunu iyice yüzüne vurayım. İtiraz ederse 'dost acı söyler' der geçerim" diye düşünür böyle şahıslar. Senin tevazu gösterip özeleştiride bulunman ya da zayıf olduğun, eksik olduğun bir konuyu açık etmen onun için bulunmaz bir fırsattır. Derhal ukalalıklarına başlar. Çünkü o, kendisinde var olanla, kendi inşa ettiği değerlerle değil, başkasında var olmayanla, başkasında eksik olanla kurar kendi benliğini. Hayata dair takındığı bu kan emici, bu negatif tutum onun için neredeyse hayatın anlamı hâline gelmiştir. Böyle tekinsiz, her daim açığını arayan ve herhangi bir özeleştirini zayıflık addeden kimselere en ufak bir açıklama yapmaya gerek yok. Nezaket çerçevesinde, merhaba, merhaba, güle güle, güle güle -tamamdır. Yeterli. Çünkü açıklama yaptıkça seni daha küçük görecektir. "Bu kadar açıklama yaptığına göre, değersiz bir şeyden bahsediyor olmalı" diye düşünür. "Bu denli açıklama yaparak beni ikna etmeye çalıştığına göre, düşük değerde bir düşünceyi bana kakalıyor galiba" diye düşünür. Tüm bunların yanı sıra, kurumlanarak, "bana açıklama yapıp durduğuna göre, ondan daha yüksek, daha önemli bir insan olmalıyım" diye de kafasından geçirir içten içe.

Gene siz bilirsiniz ama bence bu durumu sezdiğiniz anda sağlığınız için koşarak oradan uzaklaşın.


Tamer Ertangil.

Viewing all 287 articles
Browse latest View live