Quantcast
Channel: ertangil.com - Felsefî Değiniler
Viewing all 287 articles
Browse latest View live

Değiniler: 1-15 Şubat 2016

$
0
0
(1) Şu Beyaz Türkler neymiş be abi? Beyaz Türkler aşağı, beyaz Türkler yukarı. Meğer memleketteki tüm kötülüklerin anasıymışız da haberimiz yokmuş. Her gün başka bir mecrada Beyaz Türklerden hesap sorulduğuna tanık olmak mümkün. Bugün Rüstem Batum burada alıntılamayacağım kadar düzeysiz bir yazıyla Twitter'ı sallamış da, ona istinaden söylüyorum. Türkiye'de en kolay iş, işinde gücünde, kimseye bulaşmayan, kendince hobileri olan, Cumhuriyetin getirdiği kazanımları benimsemiş, oraya buraya saldırmayan bu insanlara "neden susuyorsunuz? Neden sokağa çıkmıyorsunuz?" diye hesap sormaktır. Türkiye'de adettendir bu. İyi de, bu insanları yeri geldiğinde "Beyaz Türk", yeri geldiğinde "küçük burjuva", yeri geldiğinde "saçı fönlü laikçi teyze" gibi ifadelerle güya küçümserken, neden onların hiç incinmediğini, onların hiçbir hassasiyetinin olmadığını varsayıyorlar ki? Neden bunların kullandıkları bu ifadeler nefret söylemi sayılmıyor mesela? Yalnızca kendisinin düşünebildiğini varsayan kesimler, bir türlü beğenmedikleri "Beyaz Türkler"i nedense hep arkalarında görmek istiyor, hep onlardan hesap soruyor, onları sokağa çıkmadıkları için ahlâkçı ithamlarıyla yargılıyor, yadırgıyor.

Bilen bilir, Amerika'da WASP (White Anglo-Sakson Protestant) kavramı vardır. Bunu nasıl Türkiye'ye devşiririz derken düşün düşün bu Beyaz Türk muhabbetini icat etmişler işte. Beyaz Türk dendiğinde Cumhuriyetçi, laik, şiddete başvurmayan, okumayı seven, imkân bulursa tiyatroya filan giden insanlar anlaşılıyor ve altını çiziyorum, kesinlikle gelir düzeyi burada bir ölçüt değil. Ayda 1.300 lira alan da, eğer bu dediğim yaşam tarzını benimsemişse, onların gözünde Beyaz Türk, fabrika sahibi olan da. Hiç fark etmiyor. Çünkü sevmiyorlar işte. Siyasal İslamcı bakıyor, ya diyor, bu adam bizden değil, zaten yozlaşmış, Avrupaî, özünü yitirmiş, selam-ın aleyküm yerine günaydın diyen, "birinci Cumhuriyetin artıkları". Solcusu bakıyor, yeterince sosyalist, feminist, çevreci filan olmadığın ya da Kürt ulusal bağımsızlık hareketini desteklemediğin için seni sevmiyor zaten. Vatan, millet, bayrak gibi kavramları duygu sömürüsü ve hamaset olarak nitelerken, "çocuklar ölmesin!"şeklinde vicdanlara hitap ettiklerinde kendilerinin duygu sömürüsü yapmadıklarından nasıl da eminler. Herhalde kimse çocukların ölmesini isteyecek değil, ama kimsenin itiraz etmeyeceği genel bir ifadeyle ortaya atılıp kendi çözüm önerini dayatmak da hiç adil değil. Kısacası tüm bu kesimler, nedense Beyaz Türk diyerek küçümsedikleri insanlardan -hiç hakkı olmamalarına rağmen- destek bekliyor, onları susmakla, adil olmamakla, sokağa çıkmamakla yadırgıyor. 

E madem bu pis, bu kaka Beyaz Türkler bu kadar kötüler, neden herkes her zaman onlardan koşulsuz destek bekliyor ki?

(2) Televizyondaki “Suriyelilere Yardım” spotunu izlediniz mi? Eskiden kamu spotları “önce alışveriş, sonra fiş” gibi mottoları olan, ekonomi kayıt dışı olmasın, alışveriş edince fişinizi isteyin kabilinden kısa filmlerdi. Şimdi ise kamu spotlarının çoğu, hükümetlerin yaptığı kimi hataları aklama yeri olarak 7/24 işe koşuluyor. Spotta başrolde jestsiz, mimiksiz, Avrupaî, muhtemelen “cehape zihniyetini” temsilen “ruhsuz”, “vicdansız” bir kadın oynatılarak toplumun bilinçaltına verilen mesaj hoş değil bir kere. Desteklemediğimiz, içimize hiçbir zaman sinmemiş bu işgüzâr, bu şahin Suriye politikasının hazin sonuçlarından ötürü yine biz suçluyuz anlayacağınız. Yine sen, ben, biz suçluymuşuz. Ne yapsak "vicdansız" yaftası yemekten kurtulamıyoruz. 

Esad karşıtı politikaya başından beri karşı oldum ve savaşı Esad’ın kazanmasını tüm kalbimle istedim, hâlâ istiyorum. Çünkü “insanlar ölmesin :(” diye kimsenin itiraz edemeyeceği yuvarlak sözler dillendirmek marifet değil. Marifet, mevcut vaziyetin ortaya çıkmasına katkı sunmamaktı ve bugünlerin böyle olacağı dünden apaçık belliydi. Sıkıntı göz göre göre oluştu. Ben şuna bakarım: Diyelim ki Esad yönetimi kötü, hataları var, eyvallah. Peki alternatifler ne? Alternatif, Işid’inden “ılımlı” muhalifine, gözünü kırpmadan adam kesen cihatçı bir güruh. Alternatifin bu denli kötü olması durumunda, hâliyle mevcut yönetimin devam etmesini istemek doğaldı. Bu nedenle, en azından ehven-i şer ilkesi gereği, hep Esad’ı destekledim. Dillendirmediyse de, pek çok insan içten içe aynı duyguları paylaştı, biliyorum.

Ama yok, bizim cengaver dış politikamız orada keskin bir taraf oldu. Çoğu Katar’dan, Çeçenistan’dan, Türkiye’den, Afganistan’dan ve sair ülkelerden Suriye’ye giden bu sırtlanlardan önce en azından her Allah’ın günü bu kadar insan ölmüyordu. Tüm ideolojileri, Dünya görüşlerini bir kenara koyalım: Dün Suriye nasıldı, bugün nasıl? Bugün çok daha kötü. Bitti. Şimdi çıkmış, hararetle yürüttükleri şahin dış politikanın bedelini yine bize ödetiyorlar. 

Haklı çıkmak umrumda değil. Sorun kalmasın da haksız çıkayım, n'olur ki? Sonunda Esad mı kazanır bilmem ama bu denli bilinçsizce, elekten geçirmeden, aşı yapmadan, eğitmeden, entegre etmeden, kapıları ardına kadar açıp içeri doldurduğumuz bu göçmenler ileride büyük sıkıntı olacak. İnsanlar tek çocuk yaparken bile kılı kırk yararken, “çocuğumun geleceğini nasıl teminat altına alırım?” diye sorumluluk duyarken, aile planlamasından bihaber göçmenlerin savaş çıktıktan sonra yaptıkları bebekler ileride büyüdüklerinde radikalleşir, yaşadığı hayattan ötürü hüsrana uğrayıp terör örgütlerine katılırsa ne olacak? Burası onlar için gurbet ve gurbette hüsrana uğrayan, beklentileri karşılanmayan insanların radikalleştikleri bilinir. İslamcı şair İsmet Özel, Türkiye’ye ve Avrupa’ya iltica eden Suriyelilerin vatan haini olduklarını söylüyordu. Böyle büyük laflar bana göre değil. Fazla iddialı. Ama, en azından savaşacak kudretteki genç erkeklerin ülkelerini savaşın başından itibaren tereddütsüz terk etmeleri de savunulur gibi değil.

Bu insanların sefalet içerisinde olmalarından kimse sadistçe bir haz duyacak değil. Sonuçta bizim atalarımız da ’93 Harbi, Balkan Harbi derken yollarda az sürünmemiş. Ama bu Suriye dış politikasında böylesine sert bir taraf olmamız ve göçmenleri “kaderde ne yazılıysa o” hesabı plansız programsız içeri alıp şehirlere yığmak, ardından böyle bir kamu spotu çekerek sorumluluğu toplumun omuzlarına havale etmek, en hafif tabirle sevimsiz kaçmış. 

(3) “Hayatla olan tek ilişki kipimiz anlamak değildir” demişti Ulus Baker. Anlamak dışında bir bağ hakkında konuşmak kolay değil; zira adı üstünde, anlamak dışında olduğu için anlaşılması mümkün değil. Ancak şöyle bir değinilebilecek bir konu. Kavramak imkansız da olsa, kimi deneyimler, üzerimizde büyük etki bırakır. Anlama yetimize hitap eden son derece mantıklı metinler, tamamen kavramamıza karşın hiç etki etmeyebilirken, bam telimize dokunan, içimizi titreten, duygularımızı depreştiren bir söz, resim ya da herhangi türden bir deneyim bizi harekete geçirebilir. Duygular, maneviyat, sanat, bunlar, insanın analitik olmayan yönleri olmakla, kanıtlardan ve gerekçelerden etkilenmeyen bir uzama işaret eder. "Ya müthiş bir his; ama kelimelere dökemiyorum!" derken kastedilen deneyimlerdir bunlar. Onlar çözümlemelere direnir, ancak kendini bıraktığında, özne-nesne ikiliğini terk ettiğinde tecrübe etmen -belki- mümkün olur. Mesela bir şarkının kısacık bir bölümünde bir an için huşu ile dolduğumuz olur. Ne var ki aynı deneyimi bir kez daha ele geçirmek mümkün olmaz. Bir an için kendimizi aştığımızı, kendimizin dışına çıktığımızı (eks-staz/dışa-duruş) duyumsar gibi oluruz; ama o anı kalıcılaştıramayız; zira hem biricik hem de geçicidir. Bu taşma anlarını bir mabede girdiğimizde, sanat eseriyle karşılaştığımızda, gündelik yaşantılarımızın en beklenmedik anlarında, bir güzelliği takdir ettiğimizde, hayran olduğumuzda, kimi zamansa sevdiklerimizle bir aradayken deneyimleriz. Gelgelelim, yinelemek istedikçe hissettirdiği yoğunluk azalacak, nihayet sönümlenecektir.

Hangi politik sistem egemen olursa olsun, insanın bu duygusal/manevî yönünün varlığı nedeniyle, şiir, sanat ve din hep varolacak. Hangi sistem neyi yasaklarsa yasaklasın, içsel vecd duygusunu tamamen ortadan kaldırmaları mümkün olmayacak. Dünya üzerinde robot gibi, sırf mantıksal, matematiksel, bilimsel, her ne derseniz artık, safî analitik bir hayat sürdüren bir halk hiç olmadı. Afrikalı kabileler bile ateşin etrafında dans etti, totemler dikti, çanak çömleğini -hiç mantıklı ya da gerekli olmadığı hâlde- desenlerle süsledi. Sovyetler, dinin sönümlenmesini nafile bekledi. Kiliseyi yıksan ne olur? Kişinin içindeki maneviyat gereksinimini nasıl yok edeceksin? Aslında Kızıl Ordu Korosu'nun seslendirdiği o harikulade eserler, insanların dingin ve coşkun yönlerine hitap ederek o boşluğu kısmen dolduruyordu. Sanat ve dinin kesişiyor olması, dinin yasaklandığı bir ortamda sanatın fazlaca desteklenmesini, fazlaca ön plana çıkartılmasını zorunlu kılıyordu. Tüm o muntazam, hesaplı, simetrik, kaz adımlarıyla yürüyen militarist yapısına rağmen bugün Kuzey Kore’de maneviyat yokluğundan kaynaklı oluşan boşluk, Kim-Jong-Un'un Tanrısallaştırılması ile dolduruluyor. O da ayrı bir garabet.

İnsanoğlunun hayatla kurduğu tek bağ anlamak değildir. Ne zamandır kafamda gezinen bu muğlak satırları yazmama, Adam Philips’in Kaçırdıklarımız adlı kitabında yer alan “Kavrayamamak Üzerine” bölümünü okumam vesile oldu.

(4) Geçmişte yapılan yanlışların bedeli ne kadar süre ödenir? İnsanlar birbirlerini, “sen eskiden şöyle yapmıştın!” diye suçlamayı ne zaman bırakır? Bunda bir limit, bir son kullanma tarihi var mı? Yok gibi görünüyor. İstediğimiz yapılmadığı vakit, her köşeye sıkıştığımızda ya da bir şekilde baskın gelmek, haklı çıkmak istediğimizde cepte duran o geçmiş kozunu açıveriyoruz masaya: “Eskiden bunu bunu yapmıştın, hatırlatırım!” 

Tarih söz konusu olduğunda da aynısını yapmaya teşneyiz. Yapılanları, yapıldığı dönemi esas almaksızın, bağlamından kopartıp alarak tekrar tekrar hatırlatmak, vicdan azabı çektirmek, haklılığımızla adeta despotlaşmak, eskiden yapılmış bir yanlışa referansla “haklıyım, o hâlde sonsuza dek bunu senin burnundan fitil fitil getireceğim!” tarzı bir yaklaşımda diretmek, bir arada yaşamanın önüne set çekiyor. Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllarca belli ulusları egemenliği altında tuttu diye Türkiye sonsuza dek suçlanmaya devam mı edecek mesela? Avrupa’nın kimi ülkeleri sömürgeci geçmişlerinden ötürü eleştirildi, eleştiriliyor. Peki bugün Avrupa’da yaşayan bir Türk, göçmenlerin entegre olamamasından yakınan biri Almanla karşılaştığında, “siz de zamanında Dünya’yı sömürmüştünüz!” argümanına sığınmayı daha ne kadar sürdürecek? Bu argümanın bir “son kullanma tarihi” var mı? Tek parti iktidarının olduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, elde edilen onca başarıyla birlikte yapılmış kimi hataların bedelini sonsuza dek ödeyecek miyiz? Hıristiyanlıktaki ilk günah inanışında olduğu gibi, tarihte yapılan hatalar babadan oğula sonsuza dek geçmeye devam mı eder? Bu ne kadar "özcü" bir anlayıştır? Sömürgeci geçmişiyle İngiltere’yi ele alalım. Bir İngiliz, karşılaştığı bir üçüncü Dünya vatandaşı tarafından “siz geçmişte Dünya’yı sömürmüştünüz!” diye suçlanmamak için daha kaç jenerasyon geçmesi gerekecek? Tüm İngilizler toplu hâlde intihar etse geçmişte sömürülen halkların yüreğindeki hınç hafifler mi? Bugün Işid’in yaptıklarını neredeyse anlayışla karşılamamız gerektiğini ima eden araştırmacı-yazarlar, “Baas rejiminin baskıcı laik uygulamaları olmasaydı bugün Işid olmazdı” derken, daha ne kadar süre bedel ödeneceğinden neden dem vurmuyorlar? "Laik rejim şöyle şöyle baskı kurdu eskiden" denerek, kendine buradan biçtiği haklılıkla, sonsuza dek bölgeye kan kusturduktan sonra mı rahatlayacaklar? Moğollar eskiden İslam coğrafyasını talan etmiş, doğrudur, peki bunun için ne yapmaları gerekir, bugünün Moğol çocuklarının da vicdan azabından kıvranmaları mı? Moğolistan “evet, bu geçmişteki günahımızdan ötürü ülkemizi tamamen Dünya üzerinden silmeye karar verdik” dediğinde mi rahatlayacak tarihin mazlum halkları? Kaldı ki, tarihte tamamen masum bir halk mı var Allah aşkına?

Artık mevcut olmayan bir durum hakkında sayıp sövmek kolaydır. Çünkü öyle bir güç artık yoktur. Sana karşılık veremez. Bu yüzden bu yaklaşım müthiş cezbedici, çünkü hem kolay, hem risksiz, hem de politically correct (bunu çeviremedim, özür). Haklı olmak, gelecekte haksız olma riskini de beraberinde taşır. Mazlum olmaktan mağrur olmaya giden yol çok kısa. Ezilenlerin, ellerine güç geçtiğinde gayet ezici olabilecekleri ihtimalini de elden bırakmamak gerek. Kimse geçmişte maruz kaldığı bir haksızlıktan ötürü sonsuza dek haklı olmak zorunda değil. Bunun bir limiti, bir vadesi, bir bitişi olmalı. Yoksa çok-kültürlülük, farklılıkların bir-aradalığı filan, bunlar zaten kırılganken, hepten yalan olur. 

Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanını yarıladım bugün. Romanın tarihsel arkaplanında tek parti dönemi Türkiye’si var. Bu yazdıklarım oradan mülhem. Kendisinin diğer kitaplarını da okumaya karar verdim.

(5) Kulüp taraftarlığı enteresan bir olgu. Hani doğup büyüdüğümüz yerle ilgisi olmayan, hiçbir somut bağımızın olmadığı ama buna rağmen ona laf edildiğinde dellendiğimiz kulüpler, şirketler. Sırf “hangi takımı tutuyorsun?” sorusuyla karşılaştığında bir cevabı olsun diye, öylesine, ya da arasıra keyfine maç izlemek için takım tutanlar iyidir. Sporun tadını çıkarırlar. Yalnız fanatizm boyutlarında taraftarlık anlaşılır iş değil. Üstelik sayıları hiç de az sayılmaz. Cem Yılmaz, bir söyleşisinde, bir tek din ve futbol üzerine espri yapmadığını söylemişti. Ne alaka değil mi? Futbol ve din. Dikkat edin, akıllı adamdır, sahnede dini inançlara dair yaptığı şakalar genellikle İslam değil de Hinduizm, Budizm filan üzerinden gider. Kelimelerini dikkatli seçer. Futbol kulüpleri de adeta birer kutsal oldukları için onlar hakkında atıp tutmak da aynı ölçüde riskli. Müthiş baskı grupları var. Savaş çıktı, hadi cepheye gel desen gelmeyecek adamlar maça bıçakla, satırla gidebiliyor. Koridordaki ışığı söndürmek için oturduğu yerden kalkmayan adamlar tuttukları takım için dışarıda gece vakti kavga etmeye üşenmeyebiliyor. Destekledikleri kulüpler onların kırmızı çizgisi, adeta biricik kutsalları. Dini inançla kulüp taraftarlığı bu bakımdan benzeşiyor. İkisi de tartışmaya kapalı, ikisi de hakkında konuştuğunuzda “inciniyoruz” tepkisi verilebilen alanlar. Normalde sakin bir insan, kulübüne laf gelince hiddetlenebiliyor. 1.300 lira maaşla çalışan bir tersane işçisi, berberde -diyelim ki- Fenerbahçe’ye bilmem kaç milyon dolara gelen futbolcu transferinden kıvançla söz edebiliyor. Hayır, ülkemizde sorsan her konuda batılılaşma karşıtı onca insan, İngiliz icadı bu oyunu adeta ata sporumuzmuşçasına nasıl da benimsemiş, o da ayrı bir konu.

Bugün bir işten kovulma hadisesi yaşandı bu taraftarlık ve "incinme" mevzuundan kaynaklı. Kim haklı, kim haksız, umrumda değil. Tarafların haklı olup olmaması değil, olayın bizatihi kendisi bir garabet. Bir kulübe taraftar olmak, diğer kulüp taraftarlarına beddua ettirebiliyor, insanları işten attırabiliyor, kendi tarafından değilse "oh olsun!" dedirtebiliyorsa, olmaz olsun öyle taraftarlık.

(6) Selin Sayek Böke için “vaftiz edilmiş!” diye manşet atmış kayyum yönetimindeki bir gazete. Vaftiz edilmiş, yani hıristiyan! Vay. Tespite gel, konuya gel, manşete gel, ithama gel. Tam da kendilerine yakışır cinsten, alışılageldik çirkinlikler, çiğlikler, kofluklar, bayağılıklar, anca’kendilerine yakışacak tarzda bel altından vurmalar, ucuz kurnazlıklar, sinsi yöntemler, yine kendilerine yakışacak tarzda kibirlenmeler, büyüklenmeler, akıllı bir rakiple karşılaştıkları vakit adilane mücadele etmek yerine saçından çekmeler, faul yapmalar, çelme takmalar… “Vaftiz edilmiş!” Manşete gel, tam da bunlara yakıştı yani: Karakterlerinin bir imzası gibi adeta.

Peki, tamam, vaftiz edilmiş diyelim, iyi de, buna cevap vermek, bunu kaale almak, bunun için açıklama yapmak bile kabahat; çünkü böylesine bataklığa gömülmüş, böylesine kirlenmiş, bu denli hastalıklı bir zihniyete açıklama yapmak ancak onu adam yerine koyduğunuzu, onu ciddiye aldığınızı, onu yüksek bir yerde gördüğünüzü zannetmelerine neden olur. “Bana cevap verdi, bana açıklama yaptı, öyleyse ben daha önemliyim!” diyecek bir zihniyetten söz ediyoruz. Kültürümüzde yer etmiş asıl doğru öğeleri, mesela “ayinesi iştir kişinin” sözünü bir kenara koyup, insanların yapıp ettiklerine değil de, onların kimliklerine, inançlarına, memleketlerine, etnisitelerine, şu ya da bu şekilde, sonuçta tesadüfen sahip oldukları aidiyetlerine bakarak onları güya küçük gören, düşman gören, sapkın gören çürümüş bir zihniyete açıklama yapmak mı? Külliyen yanlış. 

“Vaftiz edilmiş!” gibi anayasanın 24. maddesine de, uygarlığa da, insanlığa da aykırı bir manşete önce şöyle bir gülümsemek, ardından dudak bükerek yalnızca şunu demek lazımdı:
“Eeeeeeeee? N'olmuş yani? Ne diyo’sun?”

(7) "Lütfen olayı kişiselleştirmeyelim!" derken dile getirdiğimiz rahatsızlık, felsefedeki adıyla "ad hominem" denen mantık hatası başımıza bela oldu. Bir fikri tartışmak gerekirken, fikri değil de o fikri dillendiren kişiyi tartışıyoruz. Bir fikir duyduğumuzda ilk işimiz "kim diyor onu?" diye sormak oluyor. Hâlbuki, bir fikri, onu söyleyenden bağımsız olarak ele alamadığın zaman, makûl bir tartışma yürütmek zaten -neredeyse- imkânsız. Hele tribünler önünde konuşuyor, başkalarının önünde rezil olma kaygısını taşıyorsan, iş hepten aklın ve mantığın alanını aşıp Müge Anlı programına dönüyor. Doğruyu söyleyen değil, daha çok alkış toplayan, duyulmak isteneni söyleyen kazanıyor. Benzer şekilde, sevdiğimiz insanları çoğunlukla haklı ve doğru bulma eğiliminde olurken, sevmediklerimiz ne söylese bize yaranamıyor, doğru konuştuklarında bile onları onaylamaktan, takdir etmekten ödümüz kopuyor. 

Gerçi bu durum günümüze özgü değil. 19. Yüzyıl Almanya'sını canlandırın gözünüzde. Çağın büyük filozofları Hegel ve Schopenhauer aynı üniversitede birer profesör. Hegel'e ilgi yoğun. Derslerinde oturacak yer bulmak zor. Schopenhauer, Hegel'e o kadar zıt, onun gördüğü bu ilgiden ötürü ona o kadar gıcık ki, derslerinin saatlerini, ısrarla, tam da Hegel'in derslerinin olduğu saatlere denk getirtiyor. Amacı Hegel'in öğrencilerini kendi dersine çekmek. Nihayet, Schopenhauer, o meşhur karamsar filozof, derse girdiğinde 3-4 öğrenciyle karşılaşınca hayal kırıklığına uğruyor -kıskançlığın hazin sonu. Hegel ne derse desin, onları sırf Hegel dillendirdiği için Schopenhauer muhtemelen hep karşı çıkacaktı. Al sana bir ad hominem, al sana bir kişiselleştirme vakası. (Schopenhauer'in o kötümser, yürek karartan, geleceğe dair tüm umutları yerle bir eden düşünceleriyle gencecik insanları kendisine çekememiş olmasına şaşırmamalı. Gerçi o ayrı bir mevzu.)

Akla aykırı bir başka durum da, birisinin söylediğini onaylamama gerekçesi olarak onun daha önce söylediklerini baz almak. Bunun Latince bir karşılığı var mıdır, bilmiyorum. Bir insanın bir konuda söylediklerine katılmamış olabiliriz. Oysa aynı kişinin başka bir konuda söylediklerine katılmamız gayet mümkündür. Ama, naçizane gözlemim o ki, x kişisi y kişisini (1) sevmezse (2) bir kez onun herhangi bir fikrini beğenmediyse, bir daha asla ve kat'a ona hak vermiyor. Kafasında bir kez bir yere oturttuğu vakit artık "haklısın" demek, "katılıyorum" demek ölüm gibi geliyor.  

Felsefe, terminolojisi, jargonundan ötürü değil, ad hominem ve diğer hastalıkları üzerimizden silip atamadığımız için, kişiselleştirme illetinden sıyrılamadığımız için zor. Zor ama mümkün; zira ad hominem hatasına düşmeden felsefe yapan insanlar hep vardı, hep var olacak.

Tamer Ertangil.

Değiniler: 15 Şubat - 1 Mart

$
0
0
(1) Dünkü barbarlığı kimin yaptığına dair anket yapmışlar, seçenekler içerisinde MİT, YPG, Işid, ABD ve Rusya var. En çok oyu alan şık, fail addediliyor. Günümüzün en acı doğrusu, "algı her şeydir, olgu ise hiçbir şey" düşüncesi. Yaşananlara dair farklı kesimlerin inandığı farklı anlatılar var, ne yaparsan yap öyle olduğuna inanmaya devam ediyorlar. "Bence devlet yaptı abi" diyen adama ne dersen de onu ikna edemezsin. Kendince gerekçeler üretir. "Bence 11 Eylül'de İkiz Kuleler'i ABD vurdu abi, kendi kendini vurdu yani" diyenler de bir kez öyle inandıktan sonra kimse fikirlerini değiştirememişti. Dünkü hadise için kimisi YPG uzantıları misilleme yaptı, kimisi Türkiye Suriye'ye girmeye gerekçe üretmek için kendi kendine operasyon yaptı, kimisi Işid yaptı, kimisi ABD yaptı ve Mit içindeki unsurlardan yararlandı, kimisi Rusya yaptı ve paralel yapılanmadan yardım aldı diyebilir, diyor. Hatta bu algılar çoğaltılabilir. Mümkün. Herkesin kendi algısı var ve tartışmayla, kanıtla ikna olmaları mümkün görünmüyor.

Algıları anketlerle yarıştırırken gözden kaçan nokta ise intihar bombacısı denen saldırgan tipi. Mesele saldırıyı kimin yaptığından ziyade, bir insanın kendi bedenini havaya uçuracak denli davasına adanmış olması. Bir insan düşünün ki, askerî ve sivil insanlara zarar vermek üzere kendini patlatacak kadar bir davaya körlemesine adanmış olsun. Tehlikenin farkında mısınız? Farklılıklara saygı retoriği adı altında geldiğimiz nokta bu. Farklılıklara saygı duymamız gerektiği söyleniyordu. Farklılıkları oldukları gibi kabullenmemiz, onların tartışmaya kapalı, eleştiriden muaf, iyi ya da kötü olmalarından bağımsız olarak, onları sırf ne iseler öyle benimsememiz, onları değiştirmeye kalkmamamız gerektiği telkin edildi yıllarca. Kişiler aydın, çağdaş ve rasyonel bireyler olamadıkları vakit -farklılıklara saygı retoriğinin de beslediği- etnik, mezhepsel vb. kimliklerine yapışmaktan başka çıkar yol bulamayacaktı. Kimliğine fazlasıyla tutunmak, bireyin bireyselliğinin sonu demektir. Kendisini kendi yapıp etmeleriyle değil de, inşasında hiçbir çabasının olmadığı çeşitli aidiyetlerle tanımlayan kişi, birey olmaktan çıkmıştır artık.

Ve kendisini yalnızca belirli bir etnisiteye ya da dine ait olmakla tanımlayan kişi tartışmaz, savaşır -bu insan tipinden korkmamız için yeterli bir sebep.

Rusya yaptı, ABD yaptı, o yaptı, bu yaptı... Onu bunu bilmem, tek bildiğim şu ki, hiçkimse, bir şeye körlemesine inanmadığı sürece, kendinden olmayanları yok etmek uğruna KENDİSİNİ havaya uçurmaz. İnsanlar kullanılabilir, evet ama hiçkimse "dış güçlerin oyunları için yarın kendi kendimi havaya uçurayım bari" demez. Bu insanların, etnik ya da dinsel kimi adanmışlıkları, kimi saçmasapan, irrasyonel ve tam da bu nedenle körlemesine bağlandıkları davaları olması gerekir.
Bizi kurtaracak olan şey yeni bir insan tipinin yaratılması. Filozof Habermas, "Aydınlanma henüz tamamlanmamış bir projedir" derken haklıydı. Türkiye'de ise Cumhuriyet henüz tamamlanmamış bir proje. Yurttaşlık bilinci gelişmiş, seküler, tartışmaya açık, rasyonel, dolayısıyla çeşitli kimliklere ve aidiyetlere körü körüne bağlanmayacak, bu uğurda ortalığı kan gölüne çevirmeyecek insanların yetiştirilmesine, bu anlamda, adını koymaktan çekinmeyelim, gerçek bir TOPLUM MÜHENDİSLİĞİNE ihtiyaç var. Demokratça düşünmeyen, kimlikçi, mezhepçi, etnik milliyetçi, doğuştan getirilen çeşitli aidiyetlere tırnaklarını geçirircesine sımsıkı tutunmuş bir halkın olduğu bir ülkede, demokrasi değil bir gömlek, sekiz on gömlek bol gelir. Bu yüzden Ortadoğu seçimlerle, baharlarla, demokrasiyle, sandıkla filan düzelmiyor. "Ben sosyal demokrat anlayışı makul buluyorum, o hâlde şu partiye oy vereyim", "bense serbest piyasacıyım, o hâlde liberal partiye oy vereyim", "ben şu partinin eğitim ve sağlık alanındaki projelerini doğru buldum, ona oy vereceğim" gibi düşünen insanların değil de, Şii olduğuna göre x partisine, Kürt olduğuna göre y partisine, Sünni olduğuna göre z partisine, Kıpti olduğuna göre q partisine, Müslüman olduğuna göre w partisine oy vermesi gerektiğini düşünen (daha doğrusu düşünmeyen) insanların olduğu bir toplumda, istersen 150 tane seçim yap, sonuç, her seferinde, demografik bir anketten öteye gitmeyecektir.

Sonuç, hiçbir ödün vermeyen, hiçbir şekilde tartışmayan, aidiyetlerinin diğerlerininkinden üstün ve doğru olduğuna koşulsuz inanmış insanların gerilimli, patlamaya hazır bir-aradalığı. Herkesin kendi kimliğinden olana gülümsediği, kendinden olmayana ise ser verip sır vermediği, zayıfken sessizce fırsat kolladığı, güçlüykense esip gürlediği Mordorvari bir yeryüzü cehennemi: Kısacası mevcut Ortadoğu. Ve maalesef, kısmen de olsa, son on yılların Türkiye'si.

(2) Şoför durak harici yerlerde inmek isteyen yolculara itiraz eder, ama durak harici yerlerden yolcu alır. Çünkü ilki külfet, ikincisi ise para demektir. Dışarıdaki yolcu, durak dışından binmesinin yanlış olduğunu bilse de, bu durum işine geldiğinden ses çıkartmaz. Ne var ki, aynı yolcu, minibüsün içinde ve işe geç kalmışken, yani acele içerisindeyken, minibüs durak dışında yolcu aldığında bundan rahatsız olur, zira ilk durumda işine gelen kural ihlâli, ikinci durumda kendi aleyhine işlemektedir: "Hadi bas gaza be kardeşim! Niye durak harici yolcu alıyorsun? Acelemiz var burda!" Kurallar, yönetmelikler, yasalar, hukuk, ancak o zaman, yani kendi aleyhimize bir durum hasıl olduğunda aklımıza gelir. Fazlasıyla genel, içimize işlemiş, tabana yayılmış bir suç ortaklığı bu. Mirgün Cabas, bir ara motosiklet gezisi programı yapmış, Artvin’e gitmiş, Borçka ilçesindeki çarpık yapılaşmadan, özellikle sıvasız evlerin verdiği çirkin görüntüden rahatsız olduğunu ifade etmişti. Mikrofon uzatılan vatandaş ise hoşnut olmamıştı bu eleştiriden. O çirkin görüntü için, “yoo, gayet de güzel görünüyorlar” dediklerini hatırlarım. Burada denmek istenen şuydu: “Belli bir düzenimiz var, belediye de bize ses etmiyorken başımıza iş çıkartma, başımıza masraf çıkartma şimdi!”

Hemen her konuda bu suç ortaklığının, bu yazılı olmayan anlaşmanın, bu ortak sessizlik hâlinin varolduğunu sezinliyorum.

(3) “Koskoca doçent bile karısını dövmüş!” diye şaşırmanın alemi yok. Bu işin eğitimle ilgisi yok –dermişim :) Eğitimle fazlasıyla ilgisi var da, akademik gelişimle ilgisi yok. Herhangi birisi bilişsel yönden fazlasıyla gelişkin, yüksek IQ’lu, akademik yönden başarılı, bilgi bakımından derya deniz olabilir. Ayaklı ansiklopedi tabir edilen türden bile olabilir. Ama zeki veya bilgili olmanın, yüksek lisans ve doktora yapmış olmanın, akademik bir unvan sahibi olmanın insan ilişkileriyle, dürüstlükle, sözünde durmakla, dayanışma duygusuyla, sağlıklı iletişimle, nezaketle, zarafetle, centilmenlikle, adab-ı muaşeretle filan hiçbir ilgisi yok. Dersane tarzı eğitim verdiğiniz bir öğrencinin sınav başarısını bol bol test çözdürerek arttırırsınız belki, ama onun iyi bir insan olmasını bu yolla garanti edemezsiniz. Sözlü ya da fiziksel şiddeti asgari düzeye indirmek için değişim gerekli. Öğretmen arkadaşlar bilir, eğitim, çoğu kaynakta, “istendik davranış değişikliğine yol açmak” olarak tanımlanır. Yani eğitim eşittir değişim. Sorun şu ki, sorsan herkes şiddetten şikayetçi olsa da, kimsenin değişmeye niyeti yok. Gücü yeten dayak atıyor, yetmeyense bağırıp çağırarak “fırçalıyor”.

Dizilerin tanıtımlarını görüyorum arada, maşallah bütün karakterler çatık kaşlı: Her an birileri birilerinden hesap soruyor, bağırıp çağırıyor, ayağını kaydırıyor, oyuna getiriyor, diz çöktürüyor ve hangi kötülüğü yaparsa yapsın kararlı, ne yaparsa yapsın “dik duruyor”. Haklı olup olmamaya bakan yok, daha ziyade bir güç mücadelesi söz konusu. Gerginlikten besleniyoruz, kavga çıkması, “olay çıkması” ilgimizi çekiyor. Herkes bir şeyleri birilerine ödetmek peşinde. Acıları, acımızı ise fazlasıyla seviyoruz. Haklılığımızın biricik nedeni geçmişte acı çekmiş olmamız, “haklıyım, o hâlde benden her şey beklenir, haklıyım, o hâlde seni mahvedeceğim” tarzı bir yaklaşım, acıya referanslı bir haklılık despotizmi var. Zaten acılarla, ölümlerle yoğrulan bir coğrafya burası. İşin tuhaf tarafı, acı olmadığı zamanlar, her şey yolunda gittiği zamanlar bile ağlayacak, üzülecek şeyler buluyoruz. Arabesk diye bir müzik, müzikten de öte bilinçaltımıza ilmek ilmek işlenmiş, damarlarımızda kan gibi akan bir kültür var 80’lerle birlikte yerleşmiş olan. Askere gidenler bilir: Asker ocağında, kolları jiletli bir sürü asker vardır Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen. Cinselliğe ilişkin ilk imgeleri, çocukluklarında tanıştıkları Küçük Emrah nevinden filmlerdeki tecavüz sahneleriyle şekillenen, ortada acı yokken bile, durduk yere arabesk şarkılar dinleyip acılara gark olan bu gençler, aşık olduklarında serseri mayınlara dönüyor. Sevdiğine kavuşursa evliliği süresince karısını dövebilir, kavuşmazsa en iyi ihtimalle kendisini, orasını burasını jiletler, en kötü ihtimalle ise sevdiğinin canına kıyar. Üstelik bu zihniyet cinsiyetleri aştığı, cinsiyetlerden bağımsız olduğu için, kadın tarafından pek de anormal karşılanmayabilir. Ne sevgidir be ondaki! İşte adam gibi adam! İşte Anadolu çocuğu: “Biraz da deli dolu / Kızdı mı Dünya’ya yakarca bakan / Sevdi mi içinde ormanlar yanan.” Yani sağı solu belli olmayan. Yani tekinsiz. Sever de, ama bir anda gözü dönebilir, yakabilir, kesebilir, biçebilir. Hiç eleştirilmeyen, hep yüceltilen bu toprağın insanı, bu milletin “öz” evladı. Hiç değişmeyen, değişmemenin dik durmak, kararlı olmak, dirençli olmak olduğunu zanneden, insanlaşmaya, hümanizme, medenî olmaya bile “Batılılaşma” diye burun kıvıran, arabeskin cazibesi tarafından asimile edilmiş olan halkımız. Adamın ait olduğu, kendi kültürüymüş gibi gönüllü asimile olduğu zihniyet “YA BENİMSİN YA TOPRAĞIN!” sözünde özetini bulmuş. Ne kadar bencilce, nasıl da şımarıkça: Benim olmazsan öl. Ne kadar da ben-merkezci ve üstelik gaddar. Adam bu çevreyle, bu kültürle, bu zihniyetle büyüyor, ne olmasını bekliyorduk ki? Şiddetsiz bir toplum mu? Ortadoğu kültürüne, arabesk kültüre dair eleştiri getirenlerin “halktan kopuk, fildişi kulelerde yaşayan 3-5 aydın bozuntusu” addedildiği, değişiminse kültüründen kopmak, asimile olmak olarak değerlendirildiği bir ortamda, neyin düzelmesini bekliyoruz ki? Kendi kendine mi düzelecek bu şiddet sorunu? Biz üzüldükçe mi düzelecek?

Biz, sahiden, kelimenin gerçek anlamıyla, DEĞİŞMEK istiyor muyuz? Hâlimizden memnunsak aynen devam edelim. Mesela sesi yüksek çıkan istediğini çatır çatır yaptırsın, haklı çıksın, baskın gelsin, daha zayıf olanlar ezilsin, ses çıkaramasın. İnsan gibi, medenî bir şekilde bir-arada olmak yerine yanındakini bir omuz darbesiyle yıkıp öne geçiversin. Güç mücadelesi hayatın her alanında devam etsin. Satranç oynar gibi, stratejik, taktik ilişkiler geliştirelim. Niyet okuyalım, saman altından su yürütelim, kurnazlıklar edelim. “Babana bile güvenmeyeceksin!” ise bu yolda bize kılavuzluk eden şiarlarımızdan biri olsun. Kültürümüz buysa bizim, sımsıkı tutunalım, sahip çıkalım madem. Madem herkes memnun. Aynen devam edelim o hâlde.

Yalnız işler iyice sarpa sardığında şikayet etmek yok.

(4) Birkaç gündür, malum terör örgütünün kamu çalışanları adına sahte Facebook hesapları açtığına dair bir paylaşım görüyorum. Kendimi bildim bileli bilgisayar kullanan, ilk çıktığı zamanlardan beri ise internetle haşır neşir birisi olarak, söz konusu beyanatın hiçbir işe yaramayacağını, zira hiçbir geçerliliği olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Herkes kendi bilir tabi. Kimseyi yargılamak bana düşmez. Belki kamu çalışanı arkadaşım çok olduğu için bu denli fazla gördüm bu paylaşımı. Belki o kadar da kopyalanıp yapıştırılmamıştır, bilmiyorum, abartıyor olabilirim.

Yalnız söz konusu metnin yansıttığı bir bilinç hâli var ki oturup düşünmek lazım. Yıllardır kutuplaşma denen süreç o kadar başarılı yürütülmüş ki, kırk yıllık normal vatandaş, terörle, şiddetle, aşırılıkla, radikal hareketlerle hemhâl olmayı bırakın, hayatında eline taş almamış, onu da geçtim, hakaret ya da küfür içerikli bir paylaşım bile yapmamış vatandaş, kendi adına açılacak sahte bir Facebook hesabında yapılacak bir paylaşım ile terörist muamelesi görebileceğinde inanabiliyor. Bu durum, Türkiye'de yurttaşların hükümete ve daha da önemlisi birbirlerine olan güvenlerinin ne kadar sallantıda olduğunu, ne kadar tedirgin olduklarını, kültürümüzdeki "çamur at izi kalsın"çirkinliğinin birgün kendilerine de bulaşmasından nasıl da ürktüklerini, ne kadar etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmamış bir hayat yaşarlarsa yaşasınlar, atılan bir çamurla kirlenebilecekleri, yurttaşı olduğu devletin hükümeti tarafından takibata alınacakları, daha da kötüsü, yakın/uzak çevreleri tarafından, "yapmıştır şerefsiz, ATEŞ OLMAYAN YERDEN DUMAN ÇIKMAZ!" nidalarıyla aforoz edilebilecekleri korkusunun nasıl da derinlere işlemiş olduğunu gösteriyor bana kalırsa.

İnsanlar, "aman abi, n'olur n'olmaz, harcanmayalım boş yere, pisi pisine götürmesinler" düşüncesiyle kaygı duyabiliyor. Daha doğrusu bu kaygıyı duyabilecek hâle getirildiler. Şaka gibi.

(5) 28 Şubat’ın yıl dönümünde, 19 senedir her yıl yinelenen, klişeleşmiş değerlendirmelerden farklı bir bakışaçısı geliştirmenin zamanının geldiğini hissediyorum. Türkiye’de hep suçlu hissettirilen, daima itham edilen, kimseye yaranamamış nispeten büyük sayılabilecek bir kesim var. Etnik milliyetçilikten de, mezhepçilikten de, kör şiddetten de yaka silkmiş, insan gibi insanlar, hümanist diyebileceğim, elbette kusurları olmakla birlikte körlemesine bir davaya adanmaktan uzak, oturup sakince konuşabilen, güleryüzlü, nazik ya da centilmen, tam da bu nedenle zayıf olarak görülen, intikam duygusuyla hareket etmeyip ortalığa tehditler savurmayan, evrensel değerleri benimsemiş, yalnızca diplomalı değil fakat aynı zamanda eğitimli diyebileceğim bir kesim. Hani geçenlerde demiştim ya, birbirini gözlerinden, bakışlarından tanıyan insanlardan bahsediyorum. Körlemesine kutuplaşacak kadar kaskatı olamayan, doğruya doğru demesini bilen, esnek insanlar. Türkiye’de, bu güzel insanların n’apacağını bilmez vaziyette olduklarını hissediyorum. “Hadi oradan Birinci Cumhuriyet’in artıkları! Hadi oradan Baasçılar, laikçiler!” diye indirgemeci yaftalarla horlanan bu insanların bir kılavuzdan yoksun olduklarını, pusulasız kaldıklarını ve radikal, adanmış, sadık, asla ikna olmayıp bir kıvılcımla birlikte lince meyilli hâle gelebilen kitleler karşısında n’apacaklarını şaşırmış hâlde, yönünü karanlıkta el yordamıyla tayin etmeye çalıştıklarını düşünüyorum. Müthiş bir kafa karışıklığı söz konusu. Bir şeylerin yanlış gittiğini hissedip adını koyamama durumu var. 28 Şubat mağduriyetlerinin durmaksızın dillendirilmesiyle, hep ezen, suçlu, günahkâr ve zalim hissetmemiz için, 19 senedir, her daim sürekli günah çıkartmamız, özür dilememiz için, bizim, şu kimseye zararı dokunmamış sıradan yurttaşların bilinçaltına düzenli olarak telkinlerde bulunulduğunu gözlemliyorum. 28 Şubat bin yıl sürmedi, doğru, ama onların mağduriyeti bin yıl sürecekmiş, 28 Şubat’ı sonsuza dek kullanacaklarmış gibi görünüyor. İktidar da olsalar, zengin de olsalar, her kurum onların yönetiminde de olsa, bir türlü “mağduruz” demeyi bırakmayacaklarmış, kendilerini sonsuza dek hep haklı göreceklermiş gibi görünüyor. Bize kalansa, toplumsal olguların onlarca, yüzlerce değişkeni varken, yıllardır bilinçaltımıza işlenmiş olan argümanlarla “28 Şubat olmasaydı iktidar olmazlardı” gibi sığ sebep-sonuç ilişkileri oluyor.

İnsanlar o kadar kılavuzsuz, o kadar n’apacağını bilmez hâlde ki, 90’lı yıllarda siyasal İslam adım adım yükselirken suikastlerle teker teker öldürülen iyi ve aydın insanların ardından, Doğu Perinçek gibi ne idüğü, neyi savunduğu belirsiz, tekinsiz, geçmişi ve ilişkileri şaibeli insanlar bizlere alternatif diye, “aha sizi temsil eden adam bu” diye kakalatılmaya, yutturulmaya çalışıldı.

Kendimizi marjinal ya da elit saymamıza gerek yok. Gayet normal insanlarız biz. Ortadoğu’da, yanı başımızda oluşan otorite boşluğunun anında dinci/mezhepçi/kimlikçi barbar zihniyetler tarafından doldurulduğunu gördükçe, ne kadar da normal insanlar olduğumuzu daha iyi anlar olduk zamanla. Belki, ileride yeni bir öncü, yeni bir kılavuz çıkartır bu topraklar ve işler yoluna girer. Belki girmez ve körlemesine adanmış aşırılık yanlılarının güç mücadelesi yürüttüğü bir arenaya döner Türkiye –tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi. Bilemem. Öngörüde bulunmam mümkün değil; birinci durumun gerçekleşmesi için temennide bulunabilirim ancak.

Şimdiden söylemeliyim ki söylediklerimi kanıtlamam, bu yönde veriler bulmam mümkün değil. Zihniyet okuması yapıyorum, etrafı kokluyor, hissettiklerimi yazıyorum sadece.

Tamer Ertangil.

Değiniler -Mart.

$
0
0
(1) "Ot gibi yaşıyorum." Son zamanlarda gerek öğrencilerden, gerekse yetişkinlerden sıkça duyduğum bir ifade bu. Bir dokun bin ah işit. İşten eve, evden işe, okuldan eve, evden okula gitmekten başka hiçbir şey yapmadığından yakınan onca insan. Yakınma çok da, çözüm de yok gibi. Şu gün tiyatro varmış, gelmek ister misin, yok. O gün şurada doğa yürüyüşü yapılacak, gelir misin, ı-ıh. Kitap okumak? Sıkıcı. Film izlemek? İlginç değil. Müzeler, sergiler, sanat galerileri, mesela şu yanı başındaki, bir dolmuş mesafesindeki müzeye gittin mi hiç? Gitmedim. Peki, ot gibi yaşamanın alternatifi nedir senin için? Biraz yokladığınızda çıkan sonuç genelde değişmiyor: Gece hayatı. Yani, geceleri sabahlara kadar gürültülü müzik eşliğinde "alemlere akan" insanlar güzel yaşıyor, gerisi ise "ot gibi" yaşıyor(muş). 

Herkesin kendi tercihi, karışmam. Gelgelelim, yanımdakinin ne dediğini bile duyamayacağım kadar gürültülü ortamlarda gece yarısına veya daha da geç saatlere dek gümbür gümbür eğlenmek, eller havaya yapmak, zıp zıp zıplamak, dans etmek, halay çekmek ya da her neyse, şahsen, bana şuncacık cazip gelmiyor. Eğer eğlenmek ve hayattan tat almak gece hayatıyla özdeşleşmişse, ot gibi yaşıyor gibi görünmekten, bu -bana kalırsa haksız- değerlendirmeye maruz kalmaktan zerrece rahatsız olmam. Mevcut hayat tarzımla sağlığım el verdiği sürece yaşarım. Hiç de şikayet etmem. 

Bohem diyebileceğim, ner'de akşam or'da sabah tarzında, hayatın sürekli yollarda, farklı şehirlerde ve kasabalarda geçtiği, parasızlık çekildiği, sık sık iş değiştirildiği, kitaplarda okurken, filmlerde izlerken cazip gelen Beat Kuşağı ve benzeri hayatlarsa, kimimize eğlenceli gelebilir ama herkese hitap etmez. Kimi insanlar bırakın sürekli yolda olmayı, bırakın yarını düşünmeden yaşamayı, gündelik özbakımından, sıcacık yatağından, tertemiz nevresim ve havlularından bile vazgeçmez. Kimileri için yolda olmak ancak varılacak bir hedef olduğunda, yahut kürkçü dükkanına dönme teminatı olduğunda anlam kazanır. Bu da bir mizaç ve tercih meselesi.

Şahsen can sıkıntısı nedir bilmem. Hatta keşke günler daha uzun sürse, her şeye daha çok zaman kalsa, keşke uzun bir ömür sürsem diye dilerim çoğu zaman. Evet, rutin hep aynı belki, ama zaman zaman o rutini kırmak da -kısmen- bizim elimizde. Arada değişiklik yapmak mümkün. Hâl böyleyken sürekli ot gibi yaşamaktan yakınmak bana biraz abartılı geliyor. Çalışmak dışında kalan zamanlarda, dileyen herkes keyif alacağı bir meşgale bulabilir. Dileyense alemlere akabilir. Tercihi gece hayatından yana olanlara iyi eğlenceler.

Ama ben almayayım.

(2) İnsan yazarken düşüncelerini daha derli toplu ifade ediyor. Sözlü tartışma, zaten, içinde bulunduğumuz şu demokratik kakofoni döneminde değerini hepten yitirdi. Münazırların birbirini dinlediği yok. Birbirine denk olmayan münazırları güya tartıştırıyorlar, ama ona tartışma değil olsa olsa didişme denir. Haklı ya da doğru olmaktan ziyade daha fazla alkış almak, daha çok taraftar toplamak önplandayken bilgili ve mantıklı olmanızın da hiçbir ederi yok. Mesela ağzı laf yapan ve sevilen bir televizyon sunucusu, uzmanlık alanı olmayan bir konuda, taraftarları önünde -diyelim ki- bir biyoloji ya da fizik profesörüyle tartışabilir(!). Oraya bir tane de ilahiyatçı koyarlar. Seyredin cümbüşü. O profesörü rahatlıkla susturur, kolayca mat ederler. Sesi gür çıkanın, daha belagâtli konuşanın ve daha çok alkış alanın haklı çıktığı bir ortamda sözlü tartışmalar Dünya’nın en boş işi oldu artık. Bilgi sahibi olmadığı hâlde her duyduğuna “NE SAÇMA YEEA!” diye tepki veren mi ararsın, tribünlere oynayan mı? Haksız çıktığında köşeye sıkışmış kedi gibi saldıran mı ararsın, halkın önyargılarına hitap ederek taraftar toplamaya çalışan mı? Bir düşünceyi, o düşünceyi dillendiren kişiden soyutlayarak ele alamayan, yani her tartışmayı kişiselleştiren mi ararsın, yoksa tek bir örnekten koskocaman genellemelere kolayca sıçrayan mı? Bitmedi, bir de sakin sakin konuşurken, “AMA HADİS VAR!” diyerek, hadise, ayete, İncil'e, Tevrat'a ya da başka kutsal kaynaklara referans vererek muhatabını susturma çirkefliğini yapanlar var ki, en kötüsü de bu. En kötüsü bu, çünkü bu yaptıkları kelimenin tam anlamıyla saygısızlık. Rasyonel, akla, mantığa ve bilgiye dayanan bir tartışma esnasında, en olmadık anda, sıkıştığında, inancının buyruklarını kaynak olarak göstermek, üstüne üstlük karşındaki şahıs bu yaptığın kurnazlığı eleştirdiğinde onu dinsizlikle, inançsızlıkla suçlamak ya da bunu ima etmek saygısızlığın dik âlâsı. Tartışmayı kişiselleştirme hatasından da öte bir çirkinlik bu. 

Tribünlere oynamak kolay ne de olsa. Ne güzel taktik: Hipotezi çürütemiyorsan, elinde deneysel kanıt da yoksa, münazırı sustur. Hooop sen kazandın! Ne güzel vallahi. Türkiye’de aydınlar domuz bağıyla katledilmiş, Madımak’lar yaşanmış, yanıbaşımızda Işid’i var, El-kaidesi var, Afganistan’da Taliban’ı var, adamlar bırakın adam öldürmeyi, 3.000 yıllık Buda Heykellerini bile dinamitle patlatmış, adam farklı olana cansız olduğunda, taş olduğunda bile tahammül edemezken, böyle bir ortam, daha doğrusu zihniyet varken, karşındaki insan istediği kadar bilgili ve mantıklı olsun, sen hadise/ayete referans verdiğinde susacaktır tabi. Bal gibi biliyorlar bunu. O yüzden hemen hooop “Hocam hadis var, lütfen!” Çünkü karşındaki cevap veremez, cevap verirse "dine hakaret etti" denir, "inciniyoruz" denir, "mukaddesatımızla alay etti" denir, “ağzından çıkanı kulağın duysun Hocaaa!” denir ve nihayet sindirilir. Halkımıza da şöyle dersin: "Bakın! Bu adam okumuş, profesör olmuş ama hadisi inkâr ediyor! İşte karşınızda bir okumuş cahil! Kalbi mühürlü bir sapkın!"İşlem tamam. Açıkça söylemene gerek yok. İma etmen bile yeter. Karşındaki şahıs Dünya’nın en zeki ve makûl insanı olsa ne yazar? Kendi kendine, “aman abi, lânet olsun, ha evet, hadis var, haklısın diyeyim geçeyim, canımdan kıymetli mi?” diye düşünecektir hayatta kalma, uyum sağlama içgüdüsüyle. Düşünsenize, karşındaki münazır, gözlerini kısarak, tartışmayı izleyen kitleye şöyle bir bakıyor, sonra sana dönüp “ne yani, sahih hadisi inkâr mı ediyorsun?“ diyor. Hadi yiyorsa hipotezini sürdür. 

Dogmalara referansı, niyet okumayı, kişiselleştirme hastalığını, konuyu saptırmayı, söylenenleri çarpıtmayı, büyük genellemeleri, münazırla belirli kavramlar üzerinde uzlaşılmamış olunmasını, aynı sözcüklerden başka şeyler anlıyor olmayı ve diğer kimi mantık hatalarını bir kenara bırakalım, eğitimli kesimde bile, konuşmanızın ortasına zart diye girip lafı ağza tıkma eğilimi varken, bana kalırsa farklı kesimler arasında sözlü tartışmanın anlamı kalmadı. Seküler bir zihniyet egemen olmadan bu sorun çözülmez. “E o da dogmatik abi, laiklik de dogmatik!” filan deniyor da, bu kadar zayıf bir argüman daha duymadım hayatımda. Laiklik neden dogmatik değildir, sekülerizm ve laiklik aynı şeyler midir, onları bilahare konuşuruz.

(3) Kısa bir şey diyeceğim. Önümüzdeki dönemde mahremiyet/gizlilik (privacy) konusu giderek daha fazla önem kazanacak gibi görünüyor. Sosyal deney ve kamera şakası adı altında kimi yapılanlar bana sevimsiz geliyor. Yani haber vermeden, kişinin rızasını almadan onu videoya çekmek, bir kurguya tabi tutmak, şaka yapmak, korkutmak, germek, şaşırtmak vs. Bunda bir sıkıntı yok mu? Tehlikeli sonuçlar ortaya çıkabilmesi bir yana (bir "sosyal deneyde"öfkelenmesi beklenen "denek" silahını çekiyordu, zor durdurdular), üniversite öğrencilerinin, sosyal deney bahanesiyle çektiği videolarda bir bilimsellik göremiyorum şahsen. Belli bir tepkinin ortaya çıkması için neredeyse tuzak gibi bir kurgu ayarlamışlar, sorsan sosyoloji bilimine katkı yaptıklarını iddia ediyorlar. Rıza alınarak yapılırsa, kamera şakasının da, sosyal deneyin de anlamı kalmaz, bunu biliyorum. Yine de tanımadıkları insanları kendi amaçları uğruna böyle kurgular içine yedirmeleri bana yanlış geliyor. Neden yanlış derseniz, belki bu konuda beni biraz katı bulacaksınız ama, böyle şeylerin mahremiyet ihlâli olduğunu düşünüyorum.

(4) Sabah erkenden kalktım. Kimi işlerimi hâllettikten sonra komşu ilçedeki hastaneye gittim. Sağlık ocağını, eğer orada çözüm bulamazsam devlet hastanesini tercih ediyorum çoğunlukla. Prensibe dönüştü bu durum bende. Neyse, o ayrı bir konu. 

İşleri hâlletmenin verdiği huzurla minibüse bindim. Adamın biri telefonla o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki şaşarsınız. Herkes onun kişisel görüşmesini dinlemek zorundaymış gibi... Arkalarda oturan bir genç kız da -o adam kadar olmasa da- yine yüksek sesle “Dünya’yı başına yıkarım”, “bunu yanına bırakmam”, “yavaş atın çiftesi pek olur” gibi büyük sözlerle, telefonda birisiyle tartışıyordu. Şoför, duraklardan binen yolculara “hadi ablacım, biraz acele!”,”hadi çabuk!” diyor, yolcular biner binmez tam gaz yola devam ediyordu. Derken bir yolcu “ne acele ettiriyorsun milleti kardeşim!” diye çıkışınca şoförle tartıştılar. Şoförün itirazı "sana ne oluyor ki?"şeklindeydi -sanki o yolcu da aynı minibüste seyahat etmiyormuş gibi. 

Neyse, sağsalim hastaneye vardım. İçerisi hınca hınç kalabalıktı ama kuru kalabalık. Zaten randevu almıştım 4-5 gün öncesinden, dolayısıyla kalabalık herhangi bir olumsuzluk yaratmıyordu. Randevu saatimi beklerken insanları gözlemledim ister istemez. Asık suratlar, bir itiş kakış hâli, ara ara saman alevi gibi parlayıp sönen tartışmalar. Yani, bakıyorum, sıkıntı yok aslında, ekranda ismi yanan odaya girecek, yaşlılara da öncelik var, bağıran çağıran hemşire yok, sağlık elemanı yok, doktorlar sakin, ama vatandaş durduk yere stres yaratıyor. O arada “KİMSİN ULAN SEN!” ünlemini işitiyorum bir köşeden. Derken sıra bana geliyor. Doktor gayet iyi. E ben de iyiyim smile ifade simgesi Yani iyi demeyelim de, nazik bir uslup kullanınca doktor da aynı şekilde mukabele etti desek daha doğru. 

Hastaneden çıkıp ilacımı aldım. Eczanede de dayının biri eczacı kadına büyük büyük sözler ediyordu yine yüksek sesle: “Benim eczacım burası değil aslında, başka yerde ama bu seferlik geldim, ek ücret filan kesme, ben sinirli adamım!” “Beyefendi, eczane ek ücret eklemez, nereye gitseniz 14 lira isteyecekler zaten” dese de dayıyı ikna edemedi tabi. Dayı parayı ödedi ödemesine ama bağır çağır kendini rahatlatıp öyle çıktı eczaneden. Sinirli adam ne de olsa, sağı solu belli olmaz, yıkar masayı. Helal olsun amcaya. Sinirli adam. Tabi ben, 11.50’de başlayıp üst üste akşama kadar sürecek olan derslerimi düşündüğümden Dünya umrumda değildi. Soyut bir varlık gibi, kafam bir fanusun içindeymişçesine dışarıda olup bitene duygusal tepkiler vermeksizin, zerre kadar stres yapmaksızın hâllediyordum işlerimi. Derken dönüş yolu başladı. Toplu taşıma yine. Bir tırla bizim minibüs az daha çarpışıyordu. Kırmızı ışıkta şoförler küfürleşti. Eve varıncaya kadar aralarında bir yarış hâlidir sürdü. Minibüs Formüla-1 hızında gidiyor, şoförün elinde telefon, bir yerleri arıyor sürekli. 

Neyse, alt tarafı komşu ilçede doktora gidip eve dönene kadar tanık olduğum gerginlikler böyleydi özetle. Abarttığımı düşünmeyin. İnanın hiç abartmıyorum. Sabah iş hâlletmeye dışarı çıkmam normalde. Belki de sabahları daha kötü oluyormuş ortam. Bilmiyorum.

Son zamanlarda en sevmediğim sözlerin “hadi çabuk!” ve “biraz acele!” olduğuna karar verdim. Nedir arkadaş bu kadar stres bu millette? Nedir bu sürekli fırça atma, sebep yokken hesap sorma, gerekli gereksiz gerginlik yaratma hâli? Diken üstünde diyaloglar, “nasıl olsa bu kişiyi tanımıyorum ve ileride karşıma çıkmayacak” düşüncesi hasıl olduğunda kaba saba ve saygısız davranabilme hakkını kendini bulmalar ve her daim acele içerisinde bir toplumsal varoluş: Nedir bu hengâme? Toplum olarak, hep birlikte bir panik havası oynuyoruz sanki. Stresli, gergin bir koşuşturma, sakin olan kişilerinse sakin olmayanlar tarafından “çabuk!” diye dürtüklenmesi durumu. “Acele giden ecele gider” derlermiş eskiden, şimdi pek öyle düşünen kalmadı anlaşılan. Knut Hamsun’un İstanbul gezisi izlenimlerini okumuştum da, 1910’lardı galiba, Türk insanının ne kadar sakin, ağırkanlı, tasasız olduğunu, bulduğu bir ağaç gölgesinde nargilesini tüttürüp kahvesini, çayını içtiğini, iş yaparken acele etmediğini anlatıyordu. Hamsun bugün Türkiye’ye gelseydi şaşkınlıktan küçük dilini yutardı muhtemelen.

(4) Şu sıralar düşünüyorum da, karar vermek her zaman mantıksal bir edim değil. Kimi zaman, aklî gerekçelere, artılara ve eksilere bakmadan, ince düşünmeden, hatta hiç düşünmeden, hislerimize ve arzularımıza göre karar verdiğimiz oluyor. Öyle durumlarda, karar sonrasında ortaya çıkan sorunları “kervan yolda düzülür” şiarıyla hâllediyorum. Zaten karar verirken, verilen kararın ardından çıkacak her ayrıntıyı, her sorunu mükemmelen öngörmek mümkün değil. Fazlaca ince eleyip sık dokumak, insanı hareketsizliğe sevk ediyor. Çok ince düşünen, her ayrıntıyı teker teker, derinlemesine ele alan kişiler kararsızlık kıskacında kısılı, hareketsiz kalabiliyor. Bazen şunu mu yoksa bunu mu alsam, şöyle mi yoksa böyle mi yapsam diye düşünürken, tercihim canımın istediğinden yana oluyor -mantıklı olandan değil. İki ev düşünün. Birinci ev pek çok özelliği bakımından diğerinden daha üstün, üstelik daha uygun fiyatlı olsun. Ne var ki, içine girdiğinizde bu ev sizde iyi bir duygu uyandırmıyor olsun. Diğer ev ise fizikî özellikleri bakımından daha eksik olsun. Gelgelelim evin içinde gezerken o dört duvarı bir yuva gibi hissediyor, evin “içinize sindiğini”, onunla bütünleştiğinizi duyumsuyor, “işte ben burada yaşarım” diye içinizden geçiriyor olun. Mantıklı olan, birinci evi tercih etmektir belki; ama kararlarımızı sırf mantığımızla almadığımız için tercihimizi ikinci evden yana yapmamız pekâlâ mümkündür. Bunun gibi çok sayıda örnek verilebilir.

(5) “SEN DE ACILARDAN BESLENİYORSUN” demişti bana birisi. Böyle büyük harflerle. Eleştiriye açık olmaya varım, tamam, ama bunu kabullenemeyeceğim. Cumartesi İstanbul’a gidip bir otelde kaldım. Yıllardır ertelediğim bir klasiği, Suç ve Ceza’nın kırpılmamış, tam metnini okuyorum bu aralar, onu da yanımda götürdüm. Göğüs numaramı aldım, biraz gezdim, yemek yedim, otel odamda kahve yapıp romana devam ettim. Evde uydu alıcı olmadığından televizyon izlemek zevkli geldi. TRT-Belgesel izledim biraz. Pazar günü ise -dün fotoğrafını koyduğum- Başakşehir Koşusu yapıldı. Bir önceki hafta Fareler ve İnsanlar oyununu izlemeye, tiyatroya gitmiştik. Yüzüm güler normalde. Dolayısıyla, her şey yolunda gittiği sürece, dün Ankara'da olduğu gibi durduk yere insanlar katledilmediği sürece toplumsal gerçekliğimiz üzerine yazmak, “acılardan beslenmek” filan gibi bir derdim yok. Acı olmasın hiç, tiyatro, sinema, edebiyat, spor derken hayatla gül gibi geçinir giderim. Hiç de yakınmam.

Koşu bitti, otelime döndüm. Toparlanıp yola çıktım. Otobüste de kitaba devam ettim. Her şey yolunda görünüyordu. Eve yorgun argın vardıktan bir iki saat sonra Ankara’daki patlamadan haberim oldu. Düşünün, sabahleyin toplu hâlde ısınma hareketleri yapıyorsun, alkışlar eşliğinde hep birlikte koşuyor, hatıra madalyanı boynuna takarken gülücükler saçıyorsun, aynı günün akşamı ise, aynı ülkede, onlarca kişi DURDUK YERE feci şekilde can veriyor. Bu normal değil. Letonya’da bir süpermarketin çatısı çökmüştü de, 25 kişi ölmüştü sanırım, adamlar ulusal yas ilan etmişti. Bu ölümler normal değil. O nedenle tepkisiz kalınmasını beklemek gülünç.

Canlı bomba söz konusu yine. Öyle adanmış ki davasına, ister kendince cihat ediyor ve İslam devletini hedefliyor olsun, ister ayrı bir Kürt devleti kurmayı hedefliyor olsun, sonuçta öyle inanmış, öylesine adanmış ki, değil yalnızca kendisini, durakta bekleyen sıradan insanları, sen ben gibi kimseye bir zararı dokunmamış insanları yok etmekte tereddüt dahi etmiyor. İşin can alıcı noktası ise şu: Hepimiz içten içe biliyoruz ki, çeşitli kimlik politikalarına, çeşitli etnik/mezhepsel/dinsel aidiyetlere yaslanarak insanları öldürecek potansiyelde tonla insan var bu ülkede. Kimi kandırıyoruz? Benimsediği, kendini ait hissettiği kimlik uğruna ortalığı kan gölüne çevirebilecek tonla insan var. Bu tekil olaydan bahsetmiyorum. Genel olarak böyle bir sorun, böyle bir zemin var. Bunun görmezden gelinmesine akıl sır erdiremiyorum. Hep birlikte susuyoruz. 

Okullarda değerler eğitimi diye bir proje yürütülüyor. Peki biz, gerçek anlamda, “kimsenin ait olduğu etnik, mezhepsel ve cinsel kimlik onu otomatikman haklı ve üstün kılmaz” diyebiliyor muyuz mesela? Biz gerçekten, mesela öğretmenler olarak, öğrencilerimizin karşısında, cesurca, “senin Sünni, Alevi, Türk, Kürt, Arap, kadın, erkek, eşcinsel, hıristiyan, müslüman, musevî vs olman, seni hiçbir şekilde, durduk yere haklı ve üstün kılmaz. Ait olduğun, hiçbir çaba sarf etmeksizin kendini içinde bulduğun kimlik, seni durup dururken üst bir mertebeye çıkarmaz” diyebiliyor muyuz? Aidiyetlerinden ötürü kendini tanım gereği doğru yolda gören kişilerin, kibrin o dayanılmaz cazibesine kapılmasını engellemek mümkün mü? Kendini yapıp ettikleriyle (ayinesi iştir kişinin) değil de, x ya da z olduğu için doğru bulan kişiden, açık söyleyeyim, her şey beklenir. O değerler eğitimi denen proje güzel aslında. Ama “elbette ki benim inancım/kimliğim/ideolojim doğru olandır, diğerleri ise yanlış yoldadır/sapkındır” diye düşünen yeni nesiller silkelenmedikleri sürece hangi değerden bahsediyoruz? "Hayır kardeşim. Senin eylemlerine, yapıp etmelerine dayanmayan, sebat ederek elde etmediğin, üreterek ortaya koymadığın hiçbir haklılığın da, üstünlüğün de yok" diyebilir miyiz cidden? Daha iyi bir gelecek için buna cesaret edebilir miyiz? Yoksa "İNCİNİYORUZ!!!! AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞIN DUYSUN!" tepkisini işittiğimiz anda usulca kenara mı çekileceğiz?

Umudun yattığı tek bir yer var: Bu denli barbarca tutumlara mesafe koyarak, “arkadaş kimse bana ‘müslümansan cihatçı grupları destekle!’, ‘Kürtsen PKK’yı destekle!’, ‘Türksen hükümet ne yaparsa yapsın destekle!’ gibi dayatmalar yapmasın” diye resti çekecek insanlarda yatıyor umut. Kimliğinin üzerine biçtiği elbiseden sıyrılıp makûl olmaya, kendi olmaya, medenî olmaya, İNSAN OLMAYA doğru bir adım atacak olan insanlarda yatıyor umut. "Evet abi, eyvallah, Kenya’da ya da İsveç’te değil de Türkiye’de doğduk, belirli aidiyetlerimiz var, bunları inkâr ettiğimiz yok, ama beni insan yapan, beni ben yapan, benim yapıp ettiklerimdir. Beni ben yapan, yaptığım iyilikler ve yapmadığım, sakındığım kötülüklerdir, doğuştan kendimi içinde bulduğum, hazır bulduğum bir etiket değil" diyen, makûl insanlar artarsa işler iyiye gider. 

Bana kalırsa medeniyet ekonomik büyümede, kalkınmada ya da teknolojide değil, zihniyette yatıyor.

(6) Haftasonu yaşanan intihar saldırısı sonrasında yaralıların bir kısmının İsrailli olduğu ortaya çıkınca, iktidar partisinin kadın kollarından bir vatandaş, “beter olsunlar”, “keşke yaralanmayıp ölselerdi” gibi açıklamalar yaptı. Hemen görevden almışlar tabi. Görevden aldılar da, hepimiz biliyoruz ki nice insan aynı şekilde düşünüyor ama bunu uluorta dillendirmeyecek kadar akıllı, böyle dan dun konuşmayacak kadar dikkatliler. Yapılan onca hoşgörü güzellemesinin üzerine “bir çuval inciri berbat eden” bu toy hanfendiye epey kızmış olmalılar. Oysa kadıncağızın yaptığı, yerleşik bir önkabulü, kökleşmiş bir nefreti, bilinçaltımıza derinlemesine işlenmiş bir hor görüyü gün yüzüne çıkarmak, onu dillendirmekti sadece, o kadar. Türkiye’de ortalama bir yurttaşı çekip kenara sorun, lafa geldiğinde muhtemelen hoşgörülü bir yapıda olduğunu söyleyecektir. Ancak Türkiye’de en hoşgörülü insan için bile bir kırmızı çizgi var: YAHUDİ. Yahudi dendiğinde, İsrailli dendiğinde akan sular durur kardeşim. Geçiniz o işleri. O noktada inançlara hoşgörü filan kalmaz. Hoşgörülü geçinen, evrensel hukuktan, insan haklarından bahseden, “önemli olan insan olmak” filan diyen birisi bile “Yahudi” sözcüğünü işittiği vakit irkilebilir, bilinçaltında kimi kötü çağrışımlar tetiklenebilir, elinde olmaksızın kaşları çatılabilir. Kırmızı çizgidir bu. Herkese, her şeye hoşgörülü olunabilir; ama Yahudi mi dedin? Orada dur! 

Hâl böyleyken hiç kimse kendi inancından ötürü kendisini üstün, hak ve hakikat yolunda görürken, kendinden olmayanı, kendisiyle aynı inancı paylaşmayanı hoşgörebileceği masalını anlatmasın. Kendini otomatikman üstün, ötekini ise sapkın ve aşağı gören kişi hoşgörülü olamaz. Zayıfken sabırla bekler, güçlendiğindeyse boyun eğdirir. Felsedeki adıyla özcülük hastalığının sonuçlarıdır bunlar. 

“Aptal, aptallık yapandır” demişti Forrest Gump –şu meşhur filmdeki karakter. Kimse etnik kökeninden, inancından, cinsiyetinden, şuyundan ya da buyundan ötürü aptal ya da aşağı değerde değil. Ne var ki, aptallık yaptığın zaman, aptalca hareketler yaptığın, kör şiddetle insanları ortadan kaldırdığın zaman Forrest Gump’ın dediği gibi aptalsındır işte. Bunun lamı cimi yok. Durduk yere kimse kimseyi kötü olmakla suçlamıyor, ama apaçık bir kötülüğe imza attıysan kötü addedilirsin. Ve kötülük ettiğin vakit seni ne etnik kökenin ne de dinî inancın aklayabilir. İçini bilemeyiz, yaptıklarına bakarız. Orada burada sıradan insanların yanında kendini havaya uçurur, hem kendini hem de başka insanları yok edersen, “amellerim yanlış olabilir ama itikadım sağlam!” diyerek kötü olmaktan kurtulamazsın. Kötüsün, çünkü kötülük yaptın. Bu kadar basit. 

Bu konuda çok ciddi sıkıntıların bizi beklediğini hissediyorum.

(7) Şaka sanmıştım, gerçekmiş o ifadeler. Çok samimi söylüyorum. Böyle Ali Ağaoğlu gibi burjuvalarla ülke kalkınacaksa, daha ileri teknolojili cep telefonlarımız, daha güzel otomobillerimiz, daha pürüzsüz otoyollarımız, daha yüksek binalarımız filan olacaksa, samimi söylüyorum, istemiyorum ben öyle ekonomiyi de, zenginliği de. Bu pespayelik, bu bayağılık, bu aleni çirkinlikle zengin olacaksak, değil Dünya'nın 16. büyük ekonomisi, en büyük ekonomisi bile olsak istemiyorum. 

Daha eski bir telefonum olsun, otomobillerimiz daha az konforlu olsun, hatta daha da ileri gidiyorum, hani hep diyorlar ya, yağ kuyruğunda bekleyelim, ekmek karneyle dağıtılsın, ama her gün şu çirkinlikleri, şu yozlukları, çiğlikleri, artık ne derseniz, şunları görmeyelim, razıyım. 1960'larin Türkiye'sinde yaşamak isterdim. Adam "bizim ortanca hanım" ile başlıyor lafa, zengin olduğu için karanfil değil de gül aldığından devam ediyor, kahkahalar filan, ortam şen... Şu rezilliktense, daha yoksul ama medeni bir Türkiye'de, daha az maaşla yaşamak isterdim. Gerçekten, samimi söylüyorum.

(8) Sabahın beş buçuğunda berrak bir zihinle uyanmışken içimdekileri dökeyim. Bağdat'taki bir futbol maçının ardından ödül törenine geçilirken bir Işid militanı kendini havaya uçurdu. 41 kişi hayatını kaybetmiş. Biraz araştırdım. Şiileri hedef aldıklarını açıklamış Işid. Düşünün, Irak nüfusunun %62,5 gibi bir kısmı Şii ve futbolcuları, taraftarları, bildiğin sıradan, onca sıkıntının içinde azıcık eğlenmeye çalışan insanları yok etmenin gerekçesi bu. Neden? Çünkü öteki, çünkü farklı. 

"Vesayet kalktı, demokrasi geldi" gibi sözleri sıkça duyuyoruz. Yalnız bu vesayet öyle bir şey ki, kalkması Pandora'nın kutusunun açılması gibi, kapağını kaldırdığınız anda tüm kötülükler çıkıveriyor dışarıya. Diktatör olarak, vesayetçi olarak gösterilen kimi liderler ve rejimler yıkıldığında, diğer bir tabirle vesayet ortadan kalktığında, her şeyin daha güzel olacağını, baskılanmış olan grupların, baskılanmış olan fikirlerin gün yüzüne çıkacağını, böylelikle herkesin huzur içinde bir arada yaşayacağını söyleyip durdular. Medyada yıllardır, belki 90'lı yılların ikinci yarısından beridir adeta bir bombardımana tabi tutulduk. Sene 2016 oldu, yıllardır gördüğümüz o ki, Pandora'nın kutusu açıldığında içeriden yalnızca iyilik ve güzellik değil, bir o kadar, hatta daha da fazla olmak üzere kötülük ve çirkinlik de çıkabiliyormuş dışarıya. Anlaşılan o ki, kimi iğrençlikleri baskılar yıldıramıyor. Fırsat buldukları anda hortlayıveriyorlar.

Şahsen demokrat değilim, demokrasiye de gayet temkinli yaklaşıyorum. Demokrasinin koşulları bir toplumda oluşmuşsa orada demokrasi işler. Söz konusu koşullar oluşmamış ise orada demokrasi kaostan başka bir anlama gelmez.

Gündelik hayatımda ne yapabilirim diye düşünüyorum. Çok değerli bir Hocam, "yeni bir insan tipinin yaratılması otomatik olarak devrim anlamına gelir" demişti. Bence bu müthiş bir tespit. Haftasonu sabahın köründe binada tadilat yapmayarak, komşuları rahatsız etmeyerek başlayabiliriz belki. Trafikte gereksiz korna kullanmayarak ya da. Bankada, süpermarkette, toplu taşımada, hastanede, okulda, işyerlerinde daha hoş, biraz daha nazik bir üslup kullanabiliriz. Brüksel'de veya Bağdat'ta yaşanan patlamalar sonrasında üzüntü duyanlara "bizde de neler oluyor, neden sesin yalnızca başka ülkelerdeki olaylarda çıkıyor?" gibi hesap sormayabiliriz mesela. Sokakta bağıra çağıra konuşmayabiliriz. Bize bir adım atana on adım atabiliriz. Ne bileyim, bir şekilde can vermiş insanların bedenlerinin fotoğraflarını, aileleri incinir diye düşünerek, kötülüğü arttırana destek olmamak, tam da onun istediğini yapmamak adına paylaşmayabiliriz mesela. Fikir tartışmasına, bilgi paylaşımına evet ama insanların özel hayatlarını çekiştirmeyebiliriz. 

Bilgi başka, yaşam tarzı başka şeyler. "Benim yaşam tarzım doğru olandır" fazla iddialı bir söz. 2 * 2 = 4 değil bu. "Benim yaşam tarzım doğru olandır"önyargısından "o halde herkes benim gibi yaşamalıdır" dayatmasına varma tehlikesi var. Böyle bir zihniyet, baskılandığı ve zayıf olduğu sürece sadece düşünmekle yetinir, azat edildiği ve palazlandığı zamansa yaşam tarzını doğru bulmadıklarına boyun eğdirmek için elinden geleni ardına koymaz. Sıkıntı biraz da burada.

(9) Pakistan'da halkın Pazar akşamı çoluk çocuk eğlenmeye gittiği lunaparkta, tekrar ediyorum lunaparkta bir canlı bomba kendini imha etmiş. Bunu açıklamak için "Avrupa sömürdü eskiden, o yüzden abi", "Baasçı, laik, vesayetçi partilere bir tepki", "dış güçlerin oyunu bence", veya şudur budur demek yerine, sıradan, eğlenmeye gitmiş, çocuklarını götürmüş, normal olmak derdindeki, birazcık gülüp eğlenmek derdindeki insanları acımadan katleden bir zihniyete bahane aramak yerine, tereddütsüz, ikircimsiz, lafı uzatmadan söylemek gerekiyor: Kötülüktür bu, kelimenin tam anlamıyla, dolaysız, katıksız, hem de en adisinden KÖ-TÜ-LÜK. Bunu analiz etsen, anlamaya çalışsan n'olur? Beyhude çaba. Yeryüzünün kötü huylu bakterileri, virüs gibi yayılan, çoğalan kanser hücreleri işte. Yahu lunaparkta eğlenen insanların sana ne zararı var? Sen gitme o zaman? Siz insanlığın başına bela mısınız?

Bu gibi olaylarda ufacık bir iyilik zerresi var ki o da canlı bombanın kendisini de katletmiş olması. Yok böyle bir eziklik. Senin Dünya'ya sunabileceğin hiçbir iyilik, hiçbir alternatif, hiçbir medenî unsur yok ki. Bu kadar kötüyken yaşamasan da olur zaten, bari az ötede patlataydın kendini. Zihniyetin batsın.

Tamer Ertangil.

Değiniler: Nisan 1-15

$
0
0
(1) Konuştuğum eğitimli, okur-yazar, az buçuk sanatla, edebiyatla, kitaplarla hemhâl hâlde yaşayan insanlarda zaman zaman yüzeye vuran bir kaçış arzusu var. Kaçış arzusundan kastım, bir trene atlayıp hesapta olmayan yerlere, “uzaklara” yahut belirsiz bir geleceğe gidiş değil. Son derece somut. Müstakil bir ev hayali mesela. En kısa zamanda bir otomobil alma hayali. Daha şık, daha yalıtılmış, güvenlikli sitelere taşınma hayali. İçinde bulundukları koşulları değiştirmenin zorluğundan kaynaklansa gerek, hayatlarını farklı koşulların olduğu yeni ortamlarda sürdürmek istiyorlar. Toplu taşımadan bir an önce kurtulmak istiyor, çünkü yolculuk boyunca bağıra çağıra telefonda konuşan insanların hep varolacağını biliyor. Kural ve yönetmeliklere uymayan şoförlerin ve yolcuların hep varolacağını, uyardığı, bir şeyleri değiştirmek istediği, mesela “biraz sessiz konuşur musunuz?” dediği vakit “madem memnun değilsin araba al kendine kardeşim!” diye tepki görme ihtimalinin olduğunu biliyor. Madem toplu taşımaya bindin, katlanacaksın. Zihniyet bu. Daha eğitimli, daha yüksek gelirli ve nedense daha sakin insanların yaşadığı sitelerde yaşamak istiyor. Çünkü komşularıyla ağız dalaşına girmiş, nazikçe uyarmış gürültüden ötürü, “beğenmiyorsan git başka yere taşın!” yanıtı almış. Madem bu apartmanda yaşıyorsun, madem benim alt dairemdesin, katlanacaksın. Madem gürültüden, halı silkelenmesinden, kavga, bağırış, çağırış seslerinden filan rahatsızsın, git kendine müstakil ev al kardeşim. Düşünce bu. Yani biz asla değişmeyiz, biz buyuz, sen de buna katlanacaksın mantığı. Toplumsal ilişkilerin hakim formu: Katlanmak. Stadyuma maç izlemeyi mi gittin? Küfür duyup rahatsız mı oldun? Eeee, gelmeseydin. Madem buradasın, küfre katlanacaksın. Çözümsüzlüğü kalıcılaştıran, bir sorun varsa, bunun çözümünün olmadığını, tek çözümün dışarıda, bambaşka bir alternatifte yattığını savunan bir tuhaf anlayış. Her kim rahatsızlık veriyorsa onun rahatsızlık vermekten vazgeçmesi gerekir. Ama yok, zihnimize yerleşmiş olan önkabul, sorunu çözmek için azıcık bir şeyleri değiştirmek, bir nebze değişmek, birazcık itelemek değil de, sorundan uzaklaşmak, uzaklara gitmek. Ufak bir eleştiri kırıntısında dahi karşılarına duvar gibi dikilen “İŞİNE GELİRSE!” levhasına toslaya toslaya yılgınlığa düşmüş gibi görünüyorlar.

(2) Bir mobese kamerası çekiminde, otoyol kenarındaki çimenlikte iki küçük çocuk, kendince şu küçük, adını unuttum şimdi, tek seferlik dilim pastalardan almış, üzerlerine mum dikip doğum günü kutlamaya çalışıyor. Ama mumu bir türlü yakamıyorlar. Polis, kamerada bu durumu görünce, oraya iki memur gönderip çocukların mumlarını yakıyor ve doğumgünlerini kutluyor. İzlerken bile mutlu oldum.

Çocuk ya da yetişkinlerin mutlu olmasına sebep olan her ne varsa, bunun nereden geldiğini fazla kurcalamamak gerekiyor artık. İnsanların yüzünü güldüren, onları mutlu eden, bir araya getiren, paylaşmayı arttıran, kısacası iyi olan her iş için, "ya acaba bu benim inancımda yasak mıdır?" diye düşünmek, atacağınız her adımı, hayata dair her ayrıntıyı dinî referanslarla donatmak için kasmak, böylelikle şüpheci ve giderek hareketsiz hâle gelmek (yapsam mı yapmasam mı ikilemi), olsa olsa, hayatın güzel yönlerini, renkliliğini azaltıyor. İnsanların bir araya gelmesine ve mutlu olmasına sebep olan doğumgünü ve yılbaşı gibi kutlamaların, yasak olduğu ya da dinde yeri olmadığı gerekçesiyle dışlanması yanlış. Çünkü, hadi sen doğumgünü kutlama diyelim, başkası, mesela o otoyol kenarındaki çocuklar bunu kutlarken kimseye zarar vermiyorlar. Hadi mutluluğa karşısın, mutluluğu bencilce buluyorsun, çileci bir anlayışın var diyelim, yine de, en azından, kimseye zarar vermiyorlar. Doğumgünü bir örnek sadece. Her eylem bu zarar vermeme ve yaşama sevincini arttırma ya da insanları bir-araya getirme gibi gayet dünyevî etik ilkelerle ele alınabilir. Etik, pekala ayakları yere basan bir disiplin esasen.

Şahsen yılbaşı, doğumgünü, piknik, yemekli toplantı, tiyatro, doğa yürüyüşü ve aklınıza ne geliyorsa artık, insanları bir araya getiren ve paylaşmayı arttıran hayata dair her ne varsa, bunun kaynağına, kökenine hiç mi hiç bakmıyorum. Zira iyi, iyi olduğu için iyidir, iyi olduğu söylendiği için değil. Platon’un bir diyaloğunda geçiyordu: Ya diyordu, şimdi mesela cinayet kötü olduğu için mi Tanrı onu yasakladı, yoksa Tanrı onu yasakladığı için mi cinayet kötü? Mesela Tanrı, cinayetin kötü olduğunu söylemeseydi, cinayetin kötü olmadığını mı düşünecektik? -Elbette hayır, çünkü zarar veren bir edimin kötülüğü kendinden menkûldür. Sekülerizm budur zaten. Toplumsal ilişkilerde uhreviyatın değil de dünyeviyatın geçerli olması. Bu kadar basit. Huzurun anahtarı böyle bir toplum düzeni. Dindar birisi de seküler bir toplumda huzur içinde yaşayabilir. Ne zaman ki dünyevî/seküler bilinç, eğitim süreçleriyle köklü bir şekilde yerleşir, ancak o zaman farklılıkların -mesafeli de olsa sağlıklı olan- bir aradalığı mümkün olur. Farklılıklardan, farklı unsurlardan birisinin baskın gelip diğerlerine müdahale ettiği, akıl verdiği, onu sapkın olarak gördüğü, iyiliği arttıran edimlerini bile yadırgadığı bir zihniyetse ancak strese sebep olur. Onca Ortadoğulunun Batı'ya göç etmesi yalnızca ekonomik sebeplerle açıklanamaz zaten.

Kaba ateizmin anlamamakta ısrar ettiği maneviyat/tinsellik ve koyu dinciliğin anlamamakta ısrar ettiği sekülerizm konusunu bir ara açmak lazım.

(3) Ruhsal acılardan, varoluşsal bunalımlardan, “bilgili olmanın verdiği onulmaz yaralardan” ve cehalete düzülen nostaljik övgülerden fırsat gelse de, insanlık, beden denen o kutlu hediyenin üzerinde dursa artık. Beden, sanıldığından çok daha önemli. Yüzyıllardır, semavî dinlerin bedeni bir horgörü nesnesi hâline getirmiş olmasından kaynaklı olarak, ruh yüceltilirken beden hep aşağı görüldü. Bedensel hazları hor görmekten, giderek bedeni maddesel, çürüyen, gelip geçici ve dolayısıyla değersiz bir giysi olarak, “ruhun hapishanesi” olarak görmeye varmak zor değildi. Şimdilerde bedenin kıymeti daha iyi anlaşılmış olmakla birlikte, huzurun, sakinliğin, mutluluğun kaynağının da büyük ölçüde bedende yattığı, bedensel olduğu göz ardı ediliyor. Sindirim sistemindeki aksamaların kişiyi keyifsiz kıldığı bilinir örneğin. Kitaplarla arası iyi olan, hareketsiz bir yaşam sürdüren, iş gereği masa başında fazlaca vakit geçiren birisiyseniz, omurga sorunları yaşamanız mümkündür –özellikle 30’lu yaşlardan itibaren. Ciddi bir bedensel sorun, yaşamınızı alt üst etmeye, hayatı size zehir etmeye yeter de artar. Çaresi olmayan hastalıkların adını bile anmak istemiyorum. Kimi yerlerde “beden bir hapishanedir” gibi yüksek perdeden, bilmiş aforizmalar alıntılamalarına bakmayın. Atasözlerinde bedenin, bedensel bütünlüğün ve sağlığın nasıl da önemli olduğu apaçık ortada (Bu arada atasözlerine bayılırım.) Gündelik hayatta da insanlar genellikle birbirlerine sağlık diler, “her şeyin başı sağlık” gibi sözler eder zaten. Boşuna değil.

“Amerikan sağının uydurmaları” diye es geçilen, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması ve Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan kitaplarını aldım. Bu zamana kadar erteledim; çünkü her biri yaklaşık altı yüz sayfa. İyi, hoş, tuğla gibi kitaplar, oku oku bitmez, ama hareketsiz kaldığın kadar hareket etmek zorundasın. Hobilerin ve gündelik yaşamın seni hareket ettirmiyorsa, her gün, yaz kış, yağmur çamur demeden, hiç olmazsa dışarı çıkıp bir saat yürümen gerekiyor. Kaldı ki, masa başında saatlerce kitap okumak insanı bedenen sıkar. Bedende seğirmeler, bacağı durduk yere sallamalar başlar, elinle yüzünü, saçlarını kurcalar, zamanla kimi takıntılar geliştirebilirsin. Descartes, uykusunu almaya özen gösterir, Kant, her gün muhakkak yürüyüşünü yapar, asla ihmal etmezmiş. Şahsen, ne zaman koşudan eve dönsem bedenimi bir sakinlik kaplar. Okuduğumu daha iyi anlar, aldığım duştan, içtiğim sudan, yediğim yemekten daha fazla tat alır hâle gelirim. Koşu, yürüme, yüzme ya da başka bir spor, tercihler kişiden kişiye, yaşa, bedene göre değişir tabi –esas olan hareketle hareketsizliği dengelemek.

Biraz da bu yüzden bedeni küçümseyen filozofları değil de Platon’u, Spinoza’yı ve Nietzsche’yi sevdim hep. Filozofların Karnı diye bir kitap var, beslenmeyle felsefe ilişkisine dair, çok güzeldir. Bilinç, ruh, püsişe, varoluş, Dasein derken bedenin es geçilmesi, geri planda bırakılması akıl alır gibi değil. Evet, beden her şey değildir belki ama sanıldığından çok çok daha önemlidir. Huzur biraz da bedende yatıyor. Bedensel huzur diye bir şey var.

Budistlerin manevî huzuru ararken onca beden ve nefes egzersizi yapıyor olmaları boşuna değil.

(4) Maneviyat gereksinimini anlayışla karşılıyorum. Bir hakikat anlayışının, ki bu Türkiye dendikte genellikle İslamiyet oluyor, belirli kuralları olabilir. Yani sınırlı sayıda kimi buyruk ve yasaklardan oluşan bir küme. Makûldür bu. Zira en özgürlükçüyüm diyenin de, bilinçli ya da bilinçsiz, benimsediği kimi kuralları, hatta tabuları olabilir. Bunlara riayet eden eder, etmeyen etmez. Orası beni ilgilendirmez. Ne var ki, “hakikat anlayışımın kuralları” kümesinin yanında kurnazca itelenen, bir de “hakikat anlayışımda yeri olmayanlar kümesi” var ki, asıl sorun burada yatıyor. Çünkü “hakikat anlayışımızda (dinimizde) yeri yok” diyerek sonsuz sayıda unsuru bu kümeye sığdırmak mümkün. Bu mantıkla, mesela kültürünüzdeki kimi unsurlar ve bireysel tercihleriniz, kutsal metinlerde geçmediği vakit “dinimizde yeri yok!” denerek otomatikman dışlanabilir. Gün gelir, bir bakmışsınız, günümüzde olduğu gibi, “halay çekmenin dinimizde yeri yok”, “satranç oynamanın dinimizde yeri yok” gibi absürt ifadeler işitmeye başlamışsınız. Tedirgin bir kendinden emin olmayış hâli. Bitimsiz bir onay arayışı. Oysa birinci kümeyle yetinmek gerekir. İkincisi hatalı bir sıçrama. Asimilasyon böyle bir şey işte.

Tamer Ertangil.

15 Nisan - 15 Mayıs: Değiniler

$
0
0

(1) Sabahleyin -çok şükür- bir intihar bombacısına rastlamadan İstanbul Yarı Maratonu'nu bitirdim. Aslında koşu bahane. Yalnızca koşmak için değil, biraz da o şenlikli ortamı, hayattan tat almaktan ve güzel anılar biriktirmekten başka derdi olmayan insanların meydana getirdiği sinerjiyi hissetmek için katılıyorum bu gibi müsabakalara. Koşuda güvenlik önlemleri üst düzeydeydi, helikopterler bile uçuşuyordu. Sağsalim tamamladık tamamlamasına da, Kilis’e bombalar yağmış art arda.

Her kanalda her gün konuşan uzmanlardan sıkıldım. Sıkıldım çünkü işin uluslararası boyutunu o kadar öne çıkarıyorlar ki, bu El-nusra, Boko Haram ve Işid gibi medeniyet düşmanlarının beslendiği ideolojik/düşünsel kaynak adeta görmezden geliyor. Benim bildiğim, bir sorun varsa üzerine gidilir, duyar duymaz, dakikasında “gerçek İslam bu deyillll!” diyerek sorun savuşturulmaz. Uluslararası çıkar ilişkilerinin bu işlerde istediği kadar parmağı olsun, Ortadoğu coğrafyasından ve hatta Avrupa’dan müslümanlar, bu örgütlerin saflarına gönüllü gönüllü, bile isteye katılıyor mu, katılmıyor mu? Katılıyor. Elbette herkes değil, ama katılanlar var; zira dinî inançlar siyasallaştığı vakit, en ılımlı dindarın bile bir canlı bomba hâline gelmesi mümkün olur. Arada yalnızca bir derece farkı var –özsel bir fark değil. Postmodernizmin körüklediği kimlik politikalarının sonucunda palazlandı bu gaddar hareketler. Orası uzun, teorik bir hikaye… Ama şunu söyleyeyim, postmodernizmin çöküşü ufukta görünüyor artık. Bu her şey göreli, nesnellik yok, ilerleme yok, akıl yok diyen garabet zihinlerden defolup gittiğinde, bu insanlık düşmanı cani örgütleri besleyen damar da ortadan kalkmış olacak. İşte o gün inançlar mecburen bireyselleşecek ve ancak o zaman huzur içinde bir arada varolabileceğiz. Kısacası, bireysel bazda din ve vicdan hürriyetinin teminatı, ama toplumsal düzenin dünyevîleşmesi. Buna direnenler deli muamelesi görecek ileride.

Tıpkı çizgifilmlerde olduğu gibi, boşlukta koştuklarının farkına vardıklarında düşmeye başlayacaklar. Şimdilik boşlukta yürüyorlar ama farkındalık aşaması henüz gelmedi.

(2) Öncelikle, kimse alınganlık göstermezse sevinirim. Şahsen bu konuda tartışasım yok.

Trabzon konusunda değinmek istediğim bir nokta var. Yıllardır, toplumun her kesiminde ve yaygın medyada, alenen ve örtük olarak, Trabzon insanı için “tıpkı Karadeniz gibi hırçındır, bir dalgalanır, bir durulur”, “tutkulu insanlardır, birden parlayıp sönerler”, “yiğit çocuklardır”, “delidoludurlar” gibi ifadeler dinleyip durduk. Tabi bu ifadeleri Trabzonlular da dinledi ve belli ki bir kısmı benimsemiş. Dolmuş ücretlerini protesto eden 20 yaşındaki üniversiteli kızlar esnaf dayağı mı yemedi, nice maçların öncesinde ve sonrasında olaylar mı çıkmadı, Rize’de Eğitim-iş (Eğitim-iş yahu, radikal bir sendika bile değil) basın açıklaması yaparken üyeleri linç edilmek mi istenmedi… Ne de olsa delidoluydu Karadeniz insanı. Aklı başında hiçkimsenn savunmayacağı eylemleri meşrulaştırıyordu şu “delidoluluk”. Yürekleri sevgi doluydu bu insanların; lakin Trabzon’da veya Rize’de dayak yeme ihtimaliniz hep vardı. Pot kırmamalı, damarlarına basmamalıydınız; çünkü hassasiyet eşikleri epey düşüktü. 

Artık bu konuyla yüzleşmek lazım. Şahsen Karadenizli olsam, “yoo kardeşim, öyle sağı solu belli olmamak, başka bir deyişle tekinsiz olmak iyi bir özellik filan değil, bize bunları atfetmeyin” diye tepki verirdim. Sinir krizi geçirip karşısındakini korkutmak, yüksek sesle sindirmek ve sağım solum belli olmaz gibi tekinsiz tavırlar sahiplenilecek, övünülecek özellikler değil. Bu özelliklere “Karadeniz insanı on numaradır abi!” gibi sözlerle methiyeler düzüldüğü, kaba saba tutumlara, hatta dünkü maçta olduğu gibi apaçık barbarlığa dönüşen eylemlere sahip çıkıldığı takdirde, sonuçları göze almanız gerekir. Beslenen, körüklenen bir zihniyetin taşıyıcıları içerisinde daha olgun olanlar kendini bir şekilde zapteder belki. Ama dün olduğu gibi, böyle 17 yaşında bir genç bir densizlik yaptığında ve tribünlerdeki koca koca adamlar “VUR ULAN VUR!” diye ona destek verdiğinde şaşırmamanız gerekir. 

Herhangi bir şehirde doğmuş olmak hiçbirimizi durduk yere üstün kılmaz. Kimse memleketinden ötürü, hiçbir emek sarf etmeksizin “on numara adam” filan olmaz. "Bize her yer Trabzon" ifadesini kendine göre yorumlayıp, “biz böyleyiz, böyle kabul edeceksin” tavrını dayatmak yanlış. Karadenizli olmayıp gaz veren, veya “delidolu insanlar abi, idare edeceksin işte” diyerek şiddeti ve kaba sabalığı sıradanlaştıran tutumlarsa bence daha da suçlu. Bu işe bir son verilmesi lazım. Yoksa her şey, nezaketsizlik, şiddet, dayak, küfür, hatta cinayet bile bu “delidoluluk” ile, “aniden parlayıp sönmek” ile meşrulaştırılabilir.

(3) Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı yapılan icraatlardan en memnun kaldıklarım, hilafetin ve saltanatın kaldırılması ve anayasaya laiklik ilkesinin konması. Yapanlardan Allah razı olsun. Laikliğin hem teorik hem de pratik bakımdan ne kadar üstün, ne kadar muhteşem olduğundan, şu insanoğlunun icat ettiği en kıymetli düşünsel çözümlerden biri olduğundan bahsetmeyeceğim. O kadar müthiş bir şey ki laiklik, uğruna epik şiirler yazmalı. Yalnız bir konuya değinmekte yarar var. Zaman zaman dillendirilen şu meşhur sözde-tespit: “ANAYASASINDA LAİKLİK YAZMAYAN ÜLKELER DE VAAAR!”

Var tabi, olmaz mı. Mesela son derece çağdaş ülkelerin, İsveç’in, Hollanda’nın, Finlandiya’nın anasayasında laiklik yok. Çünkü bu ülkelerin toplumları zaten sekülerleşmiş/dünyevileşmiş. Bu toplumların bireyleri ve grupları, birbirleriyle olan ilişkilerini zaten herhangi bir dine referansla kurmuyor. Zaten adamlar atacakları her adımda “acaba benim inancım bu konuda ne diyor? :(” diye sormuyor, hâliyle bir başkası da “bana ne senin inancından!? Senin inancına uygun olan benim inancıma uymuyor!” diye tepki de vermiyor. Doğal olarak, Ortadoğu toplumlarında olduğu gibi her Allah’ın günü gerim gerim gerilmiyorlar. Bilim ve teknolojinin ilerlemesi, sanayileşme, kentleşme ve dolayısıyla küçük, mahallî toplulukların büyük bir cemiyete/topluma dönüşmüş olmasıyla, kendi eski, küçük Dünyalarında onlara yeten kimi ezberlerle yetinemeyeceklerini, toplumsal ilişkileri düzenlemek için dünyevî bir hukuk sisteminin gerekli olduğunu çoktaaan kanıksamışlar. Böylesine dünyevileşmiş toplumlarda anayasada laiklik yazsa ne olur, yazmasa ne olur? Ama Türkiye’nin kafası karışık. Bir yandan eşyanın tabiatı gereği genişleyen bir dünyevileşme var, öte yandan bundan hoşnut olmayan oluşumlar. Bu hoşnut olmayanlar çok tehlikeli, çünkü dilediği gibi ibadetini yapabilmek onlara yetmiyor, “yok abi, ben doğruyu biliyorum, o yüzden sen de ben gibi yaşayacaksın” noktasına vardırabiliyorlar olayı. 

Bugünün şartlarında laikliğin, insanlık tarihinin şu muhteşem, şu harikulade buluşunun Türkiye’nin anayasasında olması gerek. Aksi hâlde bize vaat edilen, tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi kan ve gözyaşından fazlası değil. Hatta Türkiye, madem İslam aleminin öncüsü olmak iddiasında, tüm Ortadoğu ülkelerine laikliği ihraç etmeyi misyon bellemeli kendine. Yoksa Şiiler, Sünniler, Caferiler, şucular, bucular, bilmem ne kadar mezhep, cemaat ve tarikat varsa artık, hep birlikte “tabi ki ben haklıyım ulan!” diye birbirini boğazlamaya devam eder. 

Laiklik herkese lazım.

(4) Ücretlerin arttırılması kadar, çalışma saatlerinin azaltılması taleplerine de ağırlık verilmeli artık. Kimisi çalışmayı sever, işi onun hayatıdır. Bırakın isterse günde 16 saat çalışsın bu insanlar. Uzakdoğu toplumları da öyledir mesela. Japonlar, çalıştıkları ofislerdeki sandalyelerinde, üzerlerinde ceket ve kravatla bir saat kestirip, uyandıklarında çalışmaya devam ederlermiş. Bırakalım işine bu denli tutkun olanlar çok para kazansın. Ama herkes bu kadar çalışma ve para kazanma arzusunda değildir. Seçme şansı olmalı bence. Finlandiya'dayken, Belçikalı birisiyle tanışmıştım. Hastanede part-time çalıştığını, böylece ilgi alanlarına zaman ayırabildiğini söylemişti. Zaten ilgi alanlarından birisi vesilesiyle, Helsinki Maratonu için Finlandiya'daydı. Günde 4-5 saat çalışan insanlar zengin olmasınlar, daha az kazansınlar, tamam, ama insanca yaşayabilsinler. Bazı insanlar para etmeyen, resim, tiyatro, heykel, edebiyat ve felsefe gibi, "önüne bir tas çorba koymayan" ilgi alanlarına sahiptir. Bırakalım da bu insanlar daha az çalışarak yaşayabilsin ve kendilerini gerçekleştirdikleri, yetenekli oldukları, onlar için hayatı anlamlı kılan faaliyete daha fazla zaman ayırabilsinler.

(5) Pakistan kökenli bir müslüman, Londra Belediye Başkanlığı için aday olmuş. Hem de ülkenin en büyük partilerinden birisi olan İşçi Partisi’nden. Seçilmesi pekâlâ mümkün. Buna şaşırmıyoruz. İşini düzgün yaptığın sürece Avrupa ülkelerinde tutunmak, üstelik kendi kimliğini inkar etmeksizin, müslüman olduğunu, Pakistanlı olduğunu saklamaksızın tutunmak, hatta Londra gibi devasa bir kentin yöneticiliğine soyunmak gayet mümkün. Bunu hepimiz doğal karşılıyoruz. Peki, dürüst olalım, Pakistan’da, ne bileyim Lahor’da veya Karaçi’de, belediye başkanlığına Pakistan kökenli olmayan birinin, bir hıristiyanın ya da ateistin aday olması mümkün olur muydu? Aday olsa bile, hatta Taliban tarafından katledilmeyeceğini varsaysak bile, “alnı secdeye değmeyen” bu adamın, ne kadar çalışkan, idealist, azimli, sorumluluk sahibi ve dürüst olursa olsun, Pakistan halkından dikkate değer oranda oy alabilmesi mümkün olur muydu?

Olmazdı ve bunun asla normal karşılanmaması gerekiyor.

(6) Çeşit çeşit insan var ama iki tür kişilik yapısı karşılaştırılmaya müsait. Kimisi sakin, temkinli ve kanaatkâr olur. Bu kişiler aynı zamanda son derece keskin görüşlü, sezgi gücü kuvvetli, olan bitenin farkında ve bir o kadar eğitimli ve kültürlü olabilirler. Ne var ki, genellikle, bedensel varoluşları, "oradalıkları" pek iddialı değildir -saha adamı değildirler. Arkalarından birilerini sürüklemeleri epey zordur. Diğer kişilik yapısı ise önder özelliklerini haiz, tüm gözleri üzerine çeken, konuştuğunda kendini dinleten, bedeni her daim orada durduğunu hissettiren, hani neredeyse ışıklar saçan, aura sahibi, bilgili ve kültürlü olmayan ama stratejik davranabilen, anlık kararlar almakta usta, Makyavelist, hırslarını gerçekleştirmek için elinden geleni ardına koymayan, hedefine giden yolda, onunla birlikte yürüyenleri bile gerektiğinde basamak hâline getirebilen kişiler. İlk grup için “teorik” kişi, ikinciler içinde “saha adamı” denebilir belki. Teorik, dilediği kadar keskin bir kavrayış gücüne sahip olsun, insanları etkilemek söz konusu olduğunda ASLA saha adamıyla boy ölçüşemez. Teorik ya da bilge kişilik ince düşünürken, kimseyi kırmayayım, incitmeyeyim, nezaketi ve erdemli tavırları elden bırakmayayım derken, saha adamı gamsızdır. Geceleri uykusunu kaçırsa kaçırsa bir tek hedefine ulaşamamış olmak kaçırır –bir de hedefine giden yolda karşısına çıkan engeller. Saha adamı uzlaşmaz, geri adım atmaz, ödün vermez; zira ödün vermek onun gözünde zayıflıktır. Onu ne teorik üstünlük, ne bilgi birikimi, ne de mükemmelen doğru mantıksal çıkarımlarla yenebilirsiniz. 

Bir saha adamını yenebilecek alternatif, yalnızca daha güçlü başka bir saha adamıdır. Karşısındakinin haklı olup olmaması hiçbir şeyi değiştirmez. Güç ve haklılık bambaşka kategoriler.

(7) Erkeklerin anne olmayı tam anlamıyla idrak edebilmesi, tam bir empati kurabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla bizimkisi ancak dışarıdan bir bakış, eksik kalmaya mahkûm bir değerlendirme. Ama her insan, özellikle çocukluğuna dönüp baktığında annesinin ne kadar fedakâr olduğunu hatırlar. Biz üç erkek kardeştik. Sürekli mızmızlanıp duran, yemek sofrasında bile şakalaşmadan duramayan, "ona çok koydun bana az!" nevinden ifadelerle, hep arıza çıkartmaya meyilli üç tane baş belası... Köyde olsa tarlada bahçede enerjimizi tüketirdik belki; ama bir apartman dairesine tıkılı, bir ev bir de dükkan bilen, insanın sabrını zorlayan, kafa şişiren üç tane çocuktuk. Buna rağmen, yaptığı fedakârlıkları kafamıza kakmaksızın, "sizin için ne iyilikler yapıyorum!" diye altını çizmeksizin, tamamen karşılıksız bir şekilde, her sabah hepimizden önce kalkar, sobayı yakar (kalörifer nerdeee?), kahvaltıyı hazırlar, ondan sonra bizi uyandırırdı. Her şey hazırlandıktan sonra nazikçe uyandırılan birer şehzadeydik. Buna rağmen, bazı günler kahvaltıda mahmur gözlerle "onu yemicem, bunu yemicem" diye huysuzluk ettiğimiz olurdu. Şimdi hatırlıyorum da, bazı günler sabahın köründe, sırf sevdiğimiz için eliyle limonata yapar, suluğumuza koyardı kadıncağız. Suluğumda limonata olduğunda mutlu mesut okula yürüdüğümü hatırlıyorum -'90-92 yılları. 

Vallahi açık konuşmak gerekirse, annelerin çocuklarına verdiği emeği insan kendi kendisine bile vermiyor. Onların bizleri büyütürken yaptıklarıyla bizim büyüyünce onlar için yapabileceklerimiz arasında sonsuz, asla eşitlenemeyecek bir uçurum var.

Tüm annelerin anneler günü kutlu olsun.

(8) Papaz eriğini imam eriğine çeviren proje sahte ya da gerçektir, bilmiyorum ama geçen sene Kayseri esnafı, hem kendileri rahatsız oldukları hem de vatandaştan gelen talep o yönde olduğu için papaz eriğinin adını “imam eriği” olarak değiştirmişti. İlk anda gülünç geliyor kulağa ama biraz düşünürsek, bu durum, vatandaşın rahatsız olma ve incinme eşiğinin ne denli düşük bir düzeye geldiğinin göstergesi. Tek bir sözcük bile, kırk yıllık papaz eriğinin ismi bile rahatsız edebiliyor "duyarlı" vatandaşı artık.

Kayseri’deki bu olayın, apaçık bir hoşgörüsüzlüğü ifşa etmesi bir yana, söz konusu hoşgörüsüzlüğü de besleyen, daha da derinlerde yatan bir kibri yansıttığı da göz ardı edilmemeli. Ortadoğu insanı neden çoğunlukla kibirli? Neden hep ilgi ve saygı bekler? Cevap, geçenlerde bir İmam-hatip Lisesinde düzenlenen “İNANIYORSANIZ ÜSTÜNSÜNÜZ” seminerinin başlığında yatıyordu. İtiraf gibi seminer başlığı vallahi. Sırf müslüman olmak, yani kişinin dinî veya mezhepsel inancı, doymak bilmeyen bir saygı görme arzusu yaratmıştır içinde. Yeni bir üstünlük ölçütü vardır: “Üstünlük takvadadır.” Yani inançları onları üstün kılmaktadır: Buradan kibre ve hoşgörüsüzlüğe varılması zor değil. Kutsal metinlere referansla, kendileri için cennet kapılarının ardına dek açık, öteki inançlar içinse kapalı olduğunu düşünürler. Bu durum, hiçbir emek sarf etmeksizin, durduk yere, hiç de hakları yokken kendilerini üstün görmelerini mümkün kılar -eşittir kibir. Bugün tam da bu yüzden feci bir durumda Ortadoğu.

Üstün olduğuna inananlar eşitlik talep etmezler. Bir ara yürüyüşlerde “We don’t want democracy. We want Islam!” pankartlarıyla yürüdüler. Yani eşit olmak, şu farklı olanlarla, şu aşağı değerde, cehennemlik olanlarla eşit olmak, aynı haklara sahip olmak asla onları tatmin etmeyecekti. Onlar için küfürdü bu. Bu yüzden hep daha, daha, daha fazlasını isterler. Mağdur olduklarına dair güçlü bir kanıya sahiptirler. Farklı olanlarla eşit olmaları onlar için eşitlik değil, eşitsizliktir. Ne yani, ondan aşağı olanla bir mi tutulacaktır?? Onlar için adalet, ancak farklı olanlar, onlardan aşağıda durduklarında gerçekleşir. O yüzden, akla hayale gelmeyecek en küçük farklılıklardan, küfür ya da hakaret içermeyen en masumane sözcüklerden bile rahatsız olabilirler. Papaz eriği gibi.

“Ya hacı, iyi hoş da, mevcut hoşgörüsüzlüğü ve kibri eleştirirken sen de bir yenisini yaratmış, eleştirdiğin tavrın bir benzerini yeniden üretmiş olmuyor musun?” denilebilir.

Hayır, olmuyorum. Hem de hiç.

Tamer Ertangil.

Değiniler 15 Mayıs-1 Temmuz

$
0
0
(1) “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Mutlak monarşilerde egemenlik kayıtsız şartsız hükümdarındı. Millet dediğimizi oluşturan bireyler hakları olan birer yurttaş değil, hükümdarın kullarından ibaretti sadece. Öyle önüne gelen köylü çocuğu okuyup bir yerlere gelemezdi. Bunun için soylu olmak gerekiyor, aristokrasi kan bağıyla sürdürülüyor, en baştaki hükümdarlıksa babadan oğula devrolunuyordu. Hükümdar, meşruiyetini dinden alırdı. Çok eski dönemlerde, örneğin Antik Mısır’da firavun aynı zamanda Tanrı’ydı, malum. Osmanlı’da ise padişah Tanrı değildi belki, ama halifeydi; yani sonuçta dinin yeryüzündeki temsilcisi. O dönemde Samsun’da bağımsızlık mücadelesini başlatan Mustafa Kemal, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken, meşruiyet zeminini göklerden yeryüzüne indiriyordu. Artık, yirminci yüzyılda, kutsal referanslarla ya da soylulukla meşruiyet sahibi olamazdınız. Ortaya çıkan meşruiyet krizi ise ancak yeni bir toplumsal sözleşmeyle, toplumun bizatihi kendisine dayanarak çözülebilirdi. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü dünyevileşmenin, Dünya işlerinin Dünya’da olanlarla yürütülmesinin, meşruiyet zemininin Tanrı’dan İnsan’a kaydırılmasının ifadesiydi. Bugün meşruiyetini halktan alanlar, meşruiyet zeminini genişletmek ve sorgulanamaz hâle getirmek için kutsal referanslara başvurabiliyor. Bu bir sınır ihlâlidir. Daha fazlasını hayal etmekle birlikte, Cumhuriyet'i monarşiye yüz milyon kere tercih ederim. (2) Geçen gün, bir arkadaş, hayatımda neleri hedeflediğimi sorduğunda bir süre donup kaldım. On saniye kadar sonra, gülümseyerek, “ne düşündün o kadar öyle?” diye ekledi. Ne olacak, neyi hedeflediğimi düşünmüştüm. “Bir hedefim yok galiba; varsa bile, birden sorunca aklıma gelmedi” diye yanıtladım. Gerçekten de bir hedefim yok. Tam olarak ne zamandır bilmiyorum ama bir süredir huzur içerisinde, gayet hâlinden memnun bir şekilde yaşayıp gidiyorum. Geceleri mışıl mışıl uyuyorum. En son ne zaman uykumun kaçtığını, neyi kafaya takıp sinirlerimin bozulduğunu hatırlamıyorum bile. Gündelik yaşantılarımda keyfim -nadir de olsa- kaçtığında, kısa süre sonra, olay, üzerimdeki etkisini büyük ölçüde yitirmiş, eve döndüğümdeyse izleri tamamen yok olmuş oluyor. Rahat bir yıl geçirdim. İşe gidip gelmek, öğrencilerle hem ders işlemek hem sohbet etmek, sosyal faaliyetlere, kahvaltılara, davetlere filan katılmak, tiyatroya gitmek, koşu organizasyonlarında yer almak, doğa yürüyüşü, spor ve elbette hiç vazgeçmediğim okuma eylemiyle dolu, pek çok insana göre renkli sayılamasa da en azından “hayır, gelmiyorum” ifadesini nadiren kullandığım, rahat, hem bireysel hem de katılımlı bir yıl oldu. Öyle varılacak net bir hedefe değil de, bir varolma sebebine sahip olduğumu söyleyebilirim yine de. Evet, söylemesi biraz tuhaf ama, hayatı huşu içerisinde yaşamayı seviyorum. Nesneler karşısında, onlardan kopuk bir özne olarak değil fakat onlarla hemhâl hâlde yaşamayı, bütüne ait olduğumu hissettiğim anların sayısını çoğaltmayı, hayatın bizatihi kendisini bir sanat hâline getirme gayretini seviyorum. On dokuzuncu yüzyıl Alman romantiklerinin yapmaya çalıştığı şey... Yaşama sanatı denilebilir buna belki: Hedefleri olan bir proje değil de duygularla ilerleyen bir süreç. Bir film, roman, tablo ya da müziğin sizi içine çektiği tarif edilemez özdeşlik anını, o her zaman yakalanması mümkün olmayan odaklanma anını, analitik parçalanmışlığın geçici olarak da olsa devredışı kaldığı vecd anlarını deneyimleme gayreti. Ambiyansı, atmosferi idrak ederek onun içinde kaybolma hoşnutluğu. Hedef denecekse eğer, hayattaki mevcut hedefimin, hani bir film için “harika bir atmosferi var, insanı içine çekiyor” dediğimizde kastettiğimiz o "atmosferi" hayatın kendisinde yakalama gayreti olduğunu söyleyebilirim. (3) Bencillik yalnızca tek tek bireylerde yok, kolektif oluşumlarda da söz konusu. Belirli bir grubun varlığına öncelik hakkı tanımak ister istemez o gruba dahil olmayanları dışlamayı beraberinde getiriyor. “Moda” olduğu ‘30’lu yılların Dünyasında, bu kolektif bencilliğin hakim formu ırkçılıktı. Irkçılığın modası geçti; çünkü biyolojiye dayandırılan bir ideolojinin bilimsel yöntemlerle çürütülmesi mümkündü. Bugün dışarıda kendinden emin bir sesle “ben ırkçıyım” diyen duymazsınız. Gülünç kaçar artık. Irk ve ekonomik sınıf gibi çeşitli kolektif formlardan sonra bugün kolektif bencilliğin yeni türleriyse -ilginç bir şekilde- coğrafî ve kültürel. Daha örtük, daha sinsi. Ortadoğu coğrafyası söz konusu olduğunda hakim kolektif bencillik formu ümmetçilik. Sabah akşam duyarız: Ümmetimiz, ümmet, ümmet için, ümmetin evlatları vs. Sırf ait oldukları inançtan ötürü kendilerini ayrı, doğru yolda, hakikat yolunda görmelerine sebep olan, yeni bir ayrımcılık türüdür bu. Yirmi birinci yüzyılın yeni ırkçılığı, hem de daha kapsamlısı. Bir ırkın üstün görülerek yüceltilmesindeki bencilliği eleştiren, ne bileyim mesela Nazi Almanyasını eleştiren, kısacası ırkçılığa karşı olduğunu tereddütsüz dillendiren bu zat-ı muhteremlerin, tutarlı olmak adına ümmetçilik denen bu yeni ayrımcılığı da eleştirmesi, onun da karşısında durması gerekirdi. Gerçi her dönem böyle olmuştur. Kolektif bencilliğin herhangi bir kümesine dahil olanlar, kafalarını o kümeden çıkartıp kendilerine dışarıdan bakmaya yeltenmezler. Zaten dışarıdaki kümelerle, sapkın, yanlış yolda ve hakikatten yoksun olanlarla kesişmediklerine emindirler. O yüzden farkında olunsun olunmasın bu bencillik, bu kendini hep mağdur, masum ve üstün addederken başkalarını tehdit olarak görme, yanı sıra aşağı görme eğilimi örtük olarak, derinlerde bir yerde hep mevcuttur. Bunu eleştirenlerse adeta yabancı bir dil konuşmakta, anlaşılmayan bir dilde zırvalamaktadır(!) Yanıt olarak “ne münasebet!” derler, “ben çok hoşgörülüyümdür!” İşin kötü yanı, ırkçılığın bilimsel olarak çürütülmesi mümkünken, kültürel unsurlara ya da dinî inançlara dayanan memleketçilik, bölgecilik, mezhepçilik ve ümmetçilik gibi yeni kolektif bencillik türlerinin bilimle çürütülmesinin imkânsız oluşu. Bunlar ancak zamanla düzelir. Bu sesi gür çıkan, kendilerini Dünya’nın merkezinde gören, en ufak bir eleştiriyi bile hakaret addeden, kendinden emin gibi görünen bu dışlayıcı yapıların ne denli kırılgan oldukları zamanla ortaya çıkacak. Antik çağlarda devasa boyutlarda, son derece heybetli, insan şeklinde bir heykel dikmişler. Altın, gümüş, bronz ve demirden yapılmasına karşın, ayakları kildenmiş. Bir gün, bir çocuk, heykelin ayaklarına taş atmış ve o "ihtişamlı" yapının tuzla buz olması için bir dakika yetmiş. Zamanla, yıkılan heykelin silik bir hatırası kalmış zihinlerde. Heykelin asla yıkılmayacağını zannedenlerse, tevazunun gerekliliğine giderek daha fazla inanır olmuş. (4) Bazen kanepeye uzandığımda, acaba sınırsız param olsaydı n'apardım diye hayal kuruyorum. N'apardım biliyor musunuz? Araba almaz (zengin olmuşum, deli miyim ki kaskosuyla, muayenesiyle, vergisiyle, bakımıyla filan uğraşayım?) evi derhâl boşaltır, tüm eşyadan kurtulur, ortaboy bir valizle bir uçağa atlayıp bir an evvel uzaklara giderdim. Geçen yaz yirmi üç gün Rusya'da yaptığımı tüm hayatıma genişletir, sabah koşusu, müzeler, botanik parkları, mimarî eserler ve sanat galerileri derken, bol bol gezip tozar, yorulduğumdaysa bir kahve molası verir, molalarda veya akşamları odamda kitap okurdum. "Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?" sorunu da böylece çözülmüş olurdu: Vallahi bence en ideali hem gezmek hem okumak -ya da gezerken okumak. Hiç sıkılmazdım, ülke ülke, şehir şehir, dağ bayır gezer, hiç ev almaz, daima otellerde kalırdım. Zaten yerimi hiç yadırgamamışımdır. "Kendi yatağım dışında, kendi evim dışında bir yerde uyumakta zorlanırım :/" diyenleri hiç anlayamamışımdır. Şahsen otel odalarında kendimi evimde hissederim hep. Yabancılık çekmem. Kültür, sanat, felsefe, edebiyat, konserler filan derken ruhumu tatmin eder, yöresel yemeklerle midemi şenlendirirdim. Her akşam farklı bir restoran... Çok zengin olsaydım, muhtemelen zaman içerisinde damak zevkim incelir, giderek bir gurmeye dönüşürdüm. Şayet böyle bir hayatım olsaydı hiç şikayet etmeyeceğimi, varoluşsal bunalımların ya da Schopenhauerci karamsarlığın bana asla uğramayacağını biliyorum. Zaten normalde de canı sıkılan biri değilimdir. Hayatta yapacak onca şey, izlenecek onca film, okunacak onca kitap, görülecek onca yer, kısacası yaşanacak onca deneyim varken bir insanın canı nasıl olur da sıkılır? Gelirim sınırlı olduğu için bu yaşam tarzını ancak kısmen, kesintili olarak, bir de yazları gerçekleştirebiliyorum. Bu yaptıklarımı tüm hayatıma genişletmek dışında bir hayal kuramıyor olmam belki de ufkumun darlığına delâlet ediyordur. Bilmiyorum. Olabilir. Yalnız, zihnimde canlandırırken bile heyecan veriyor :) (5) Avrupa ne teknolojik yönden ne de altyapı ve üstyapı imkânları bakımından cazip. Avrupa kentlerine gittiğinizde de yollar, binalar, AVM’ler filan hemen hemen buradakiyle aynı. Zaten Dünya’da, özellikle kent merkezleri giderek birbirine benzemeye başladı. Yani, diyelim ki Berlin’e gidince, "daha görkemli otomobiller, çok daha gelişmiş akıllı telefonlar bulurum" gibi beklentileriniz varsa hayal kırıklığına uğrarsınız. Farklılık var elbet, estetik yönden; ama şu an konu bu değil. Üç gün içerisinde Akdeniz’de yedi yüz mülteci öldü. "Bu insanlar için Avrupa’yı bu denli cazip kılan nedir?" diye soruyorum kendime. Ekonomik fırsatlar mi? Refah?? Muhakkak kısmen etkilidir ama asla tek başına değil. Eğer mültecilerin yalnızca ekonomik kaygıları olsaydı, bugün Akdeniz’de boğularak ölmek yerine Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın sınırlarında yığılmaları, kapıları ölümüne zorlamaları gerekirdi. Öyleyse burada farklı bir kriter söz konusu olmalı: Refahın yanı sıra ÖZGÜRLÜK. Şimdi “Avrupalı özgür değil, mutlu değil, onlar kendini öyleymiş gibi gösteriyollaaa!” diyenlerle çok karşılaştım da, bu tutum niyet okumaya girdiği için bir şey diyemeyeceğim -sanırım bu sorunu ancak seyahat ve birebir karşılaşmalar, tekil deneyimler çözer. Neyse... Bir insan evladı, kendisini Avrupa'da özgür ve huzurlu hissediyorsa burada durup bir düşünmek gerekir. Bu his ancak toplumsal bir zihniyetle, kamusal bir bilinçle sağlanabilir. Olay basit: Bakıyorsunuz, kimse kimsenin yaşam tarzına karışmıyor, dileyen dilediği gibi giyiniyor, geziyor, okuyor, çalışıyor, güleryüz göstermek “yüz vermek” olarak görülmüyor; kendini güven içerisinde hissediyor, göz teması kurarken, tokalaşırken, "tepki görür müyüm?", "kültürlerine aykırı bir şey yaparsam beni linç eder ya da keserler mi?" korkusu duymuyorsun. Kamusal alan güç mücadelesi değil de nezaket ve mesafelilik üzerine kurulmuş. Bizse hep "kardeşiz" ve kardeşler mesafeli olmaz; ya fazlasıyla yakın, can ciğer, ya da kanlı bıçaklı olurlar. Bir türlü mesafe denen nimetten nasiplenemedik. Bir meslektaşım, “ben gittim ama etkilenmedim, yollar bizdekinden daha iyi değil, hatta arabalara bakarsak Türkiye daha iyi durumda” demişti. Buna itirazım yok. Birleşik Arap Emirlikleri de çok iyi durumdadır muhakkak. Keza Singapur da öyle. Herkeste IPhone. Yalnız işin özü o değil gibi. Bir süre önce İstanbul’a otobüsle giderken dört numaralı koltuktaydım. Önde. Şoför iç karartıcı bir müzik açtı. Şahsen sevmem. Otobüste o müziğe maruz kalmak zorunda da değilim ama gel de anlat... Ha dedim, birazdan güzelce söylerim, kapatır. Sonra muavinle sohbete başladılar. Yok kendilerine yamuk yapılmış, çekmiş PIÇAAA, indirmişler mekânın camlarını, arkaları sağlammış -mışmışmış. Bu gözdağı üzerine ben de diğer yolcular da müziğin sesini kısmaları için uyarma girişiminde bulunmadı tabi. Deli miyiz? Onun yerine biraz homurdanma oldu, kulaklıklarımızı taktık ve kendimizi dış-gerçeklikten soyutlamayı tercih ettik. (6) Birkaç gün önce Obama Japonya’ya gitmiş, Hiroşima ziyaretinde kendisine “Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından ötürü özür dileyecek misiniz?” diye sorulduğunda, “bu konuları tarihçilere bırakmamız gerekir” demişti. Doğru. Doğru da, siyaset doğrulukla, haklılıkla, mantıkla ilgili bir konu değil: Bir güç alanı. Hani von Clausewitz demiş ya, siyaset, savaşın silahlar olmadan yürütülen biçimidir diye, ya da ona benzer bir şey, aynı o hesap. Stratejiler, taktikler vs. Ermeni meselesi soykırım mıydı, mukatele miydi, önce kim başlattıydı, bunlara takılmıyorum. Zaten tarihçiler uğraşsın bu işlerle. Arşivler açılsın madem. Tamam. Yalnız beni rahatsız eden konu, geçmişte gerçekleşmiş bir olaydan ötürü, bir ulusun tüm bireylerinin, ülkenin tüm yurttaşlarının itham edilmesi. Hani hıristiyanlıkta ilk günah inancı vardır ya, hani Adem, şeytanın sunduğu elmayı yemiş ve insanoğlu cennetten yeryüzüne düşmüştür, üstelik bu ilk günah, bu orijinal, kökensel günah babadan oğula, kuşaktan kuşağa geçmektedir ve bu yüzden her doğan bebeği vaftiz ederler ya, bu durum ona benziyor. Oysa geçmiş bir fiilin bedelini sonraki kuşaklara ödetmek apaçık bir haksızlık. Şimdi ben bir Almanla çalışayım, mesai arkadaşım olsun ve gül gibi geçinip gidiyor olayım, ama aramızda bir anlaşmazlık çıktığında “pis Nazi! Siz Almanlar zaten katilsiniz!” deyivereyim, olur mu? İnternette bir yabancıyla oyun oynarken, yenildikten sonra "barbar Türkler!" demesinde olduğu gibi, resmen çirkeflik. Bunun bir benzeri, zaman zaman haberlerde Işid için “BUNLAAR ÇAĞIMIZIN MOĞOLLARIDIR!” derken yapılıyor. Yahu, on asır geçmiş, Moğollar bin sene önce Ortadoğu’da taş üstünde taş bırakmadı, insanları öldürdü, kütüphaneleri yaktı diye, bugün doğan Moğol bebesinin günahı ne? Moğol olduğu için, sırf Moğolistan'da Dünya'ya geldiği için hayatı boyunca utanmalı mı? Hep boynu bükük mü gezmeli? St. Petersburg’da II. Nikolay ve ailesinin mezarını görme şansım olmuştu. Sovyet devrimi gerçekleştiğinde, Çar II. Nikolay ve ailesi önce ev hapsinde tutulmuş, sonra kurşunlanarak, karısı, kızları ve küçük oğlu dahil, tüm aile Bolşeviklerce katledilmişti. Aile fotoğrafına bakıp üzülmüş, olayın ayrıntılarını okudukça rahatsız olmuştum hakikaten. İnsan insanlığından utanıyor. Adamı indirdin madem, sür yurtdışına, o da olmadı idam ettin, anladık da, babalarının suçu küçücük çocuklara da mı geçiyor ki onları da katlediyorsun? Sözün özü, geçmişte yapılanların ve yaşananların bedelinin sonraki kuşaklara, sonsuza dek, bitimsizce ödetilmesini, suçun kuşaktan kuşağa ilk günah gibi aktarılmasını yanlış buluyorum. (7) Evde ve balkonda takılmak bir yere kadar. Geçenlerde kendi kendime, hadi kalkıp bir kafeye gideyim, orada denizin kokusunu içime çeke çeke kitabıma devam ederim diye düşündüm. Dizüstü bilgisayarımı da aldım yanıma. Bir yazı vardı bitirmem gereken, onu da aradan çıkartmış olacaktım böylece. Olmadı. Hava güzeldi, herkes kendisini dışarı atmış, bir sürü tanıdık gördüm, selamlaştık, ayıp olmasın diye gelip ayaküstü konuştuk. “Vay Tamer, n’aber?” ve “hocaaam merhaba!” ifadelerini her duyuşumda kafamı kaldırdım, ve derken kitap da yalan oldu, yazı da. Bir simitçi var, kardeşi öğrencimdi. En son o gördü beni, yalnız oturduğum için hâlime acımış olacak ki tezgahını kenara koydu ve teklifsizce oturuverdi karşıma. Ne kitabı, ne yazısı Alla'sen? Selamlaşmak, hâl hatır sormak güzel şey tabi. Bundan şikayet etmek nankörlük olur. Ama tek başına olabilmek bazen ihtiyaç. Kültürel bir olay bu. Yalnızca bizim toplumumuzda değil, başka bazı toplumlarda da mevcut bir özellik: Sessiz kalamama. Sessizlik tedirgin eder bizi. Birkaç kişi bir aradaysa, herhangi bir mekânda birden fazla kişi varsa, nedense orada illa ki ama illa ki konuşulması gerekir. İlber Ortaylı bir ara, yalnız kalmayı da, yalnız bırakmayı da beceremediğimizi söylemişti. Yalnız kalmanın bireyin bir ihtiyacı olduğunu, yalnızlığın, insanın tefekkürünü geliştirebilmesi için elzem olduğunu da eklemişti. Doğru. Bir de, neden bilmiyorum ama, eskisine nazaran sohbet ederken daha bir yorulur oldum. Üçten fazla kişinin olduğu ortamda bazen o kadar gürültü oluyor ki, bir de söze girmeye, meramımı anlatmaya çalışmışsam, sanki sahne performansı sergilemişim gibi, bildiğiniz yoruluyorum. Konuşurken kaç kalori yaktığımızı merak etmeye başladım. Eve gittiğimde dinlenme ihtiyacı duyuyorum. Belki meslekî sebeplerden, zaten insanlarla iç içe olduğum için, ne yalan söyleyeyim, akşamları -burnu havadalık olarak algılanmasın ama- pek insan aramıyorum. Yalnız olmaktan ötürü kederlere gark olmuyor, hüzünlerden hüzünlere savrulmuyorum. Önceden "aman sözümü tamamlayayım" diye uğraşırdım. Şimdi söz kesmemeye özen gösteriyorum elimden geldiğince, ama sözüm kesildiğinde de tamamlayayım diye kasmaz oldum. Yoruluyorum daha ilk cümle bitmeden lafım ağzıma zönk diye tıkıldığı vakit. Ortamda gürültü varsa ve özellikle hemen herkes aynı anda konuşuyorsa, boşver Tamer diyorum, bir de sen konuşup gürültüye katkı sunma, sonra başın ağrıyacak yine, yine eve gidince kafayı yastığa gömüp uyuman gerekecek. Boşver. Dikkat edin, o belagâti kuvvetli, yüksek makamlardaki kişiler konuşurken, kendi taraftarları bile dinlemiyor onları. Ortamda inanılmaz bir gürültü oluyor. Yetkililerin bu soruna çözümü ise “DAHA YÜKSEK SES, DAHA GÜÇLÜ HOPERLÖRLER!” şeklinde olmuş :) Dışarıdan da zannediyoruz ki herkes efendi efendi dinliyor. (8) Nihat Hatipoğlu’nun bu denli popüler hâle gelmesi, muhtemelen, insanlara duymak istediği cevapları vermesinden kaynaklanıyor. “Odamın duvarında hayranı olduğum bir şarkıcının posteri var, günah mıdır?” diye soran genç kız, “günah değildir” yanıtı alacağını umarak, bu beklentiyle yöneltiyor sorusunu. “Kocamın cüzdanından gizlice para aldım, ama vallahi mutfak masrafları için harcadım, günaha girdim mi Hocam? N’OLUR BANA GÜZEL BİR CEVAP VERİN!” diyen ev hanımı, çok daha katı, çok daha yargılayıcı, çatık kaşlı bir ilahiyatçıya değil de Nihat Hatipoğlu’na soruyordu bunu -ve muhakkak “güzel bir cevap” alacağına inanarak sarılmıştı telefona. Hatipoğlu’nun popülaritesinin bir başka sebebiyse, muhtemelen, sıradan vatandaşın din algısının bugün salt bir ceza yasasına indirgenmiş olması. Öğretmenler odasından tutun da askerdeyken sofrada konuşulanlara varıncaya kadar, ne zaman dinî bir konu açılacak olsa, tartışma hep günaha girmiş olur muyuz, haram mıdır, yasak mıdır, İslam’a uygun mudur, bilmeden günah mı işledik gibi sorular üzerinden yürür. Çoktandır, dinin manevî ve estetik boyutu, korku duygusuna yaslanan bir ceza yasasının fazlasıyla önplana çıkmasından ötürü, giderek sönümlenmiş hâlde. Dindar insanlar içerisinde kimileri, ki bu grup dahilinde kendi arkadaşlarım da var, yokluğunu hissettikleri manevî ve estetik boyutu şiirde ve özellikle Mevlana’nın Mesnevi’sinde arar oldular. Bir yanda ceza yasasına indirgenmiş ve şekilci kimi ayrıntılara boğulmuş bir dindarlaşma yükselirken, öte yanda “çoktandır Cuma’ya gitmeyi bıraktım” diyen, aynı inancı paylaşan insanlardan bile soğuyarak, kendisini tasavvufa, şiire veren insanlar ortaya çıktı. (9) Bu Ramazan’da yakınacağım herhangi bir konu yoktu aslında. Dışarıda kahve ve lokantaların kayda değer bir kısmı açık. Denize giren girene. Stada gidip koşuyorum, müdahale eden yok. An itibariyle kendimi baskı altında hissetmiyorum. Oruç tutup tutmadığımı da soran olmadı. Bunlar güzel. Oruç tutan tutuyor zaten, herkesin kişisel tercihi, bana söz düşmez. Şu şartlarda niye şikayet edeyim? Şundan ötürü: Şimdi insanlar, teklifsizce, müthiş bir rahatlıkla, nasıl olsa bana kimse bir şey diyemez özgüveniyle, nasıl olsa çoğunluk arkamdadır duygusuyla olsa gerek, “oruç tutmamak büyük günahtır, “oruç tutmamak küfürdür” filan diyor, hem de bu insanlar ilahiyatçı, dolayısıyla bir anlamda nüfuz sahibiler. TRT’de bu kanaât önderlerinden birisi “namaz kılmayan kişi hayvandır” dedi yahu. Dileyen arasın bulsun. Buraya koymam. Koymayın da. Haindir, hayvandır, küfre girmektedir, günahkârdır ithamları gırla gidiyor maşallah. Şu özgüvene bakar mısın? Sayın “nüfuzlu kanaât önderleri”, şöyle bir silkelenip kendinize gelseniz diyorum. Fena olmaz hani. Hani imam bir şey yaparsa cemaat çok daha şiddetlisini yaparmış ya, bu olasılığı nasıl göz ardı edebiliyorsunuz? Sizin aklınız başınızda mı? İyi misiniz? Sizin bu gibi aşağılayıcı, yargılayıcı, suçlayıcı söylemlerinizin ardından, daha genç, heyecanlı kişiler gidip de insanları öldürürse, "yeryüzünden bir pisliği daha temizlediğini" filan düşünürse ne olacak? 50 yaşına, 60 yaşına gelmişsin, isminin başında Prof. Dr. ibaresi mevcut, mübarek deyip durduğun Ramazan ayında, o çatık kaşların ve azarlayan ses tonunla, büyük büyük, iddialı jestlerin ve mimiklerinle, kendin gibi olmayan insanlara dair nefret söylemleri üretiyorsun. Ha, söylem olarak kalsa neyse, saçmalık der geçeriz, ama kardeşim, senin bu söylediklerinden feyz alan, sözlerinden esinlenen, o "delidolu”, “heyecanlı gençler” çıkıp da hedef gösterdiğin “pislikleri” temizlemeye kalktığında ne yapacağız? Ondan sonra “ama gerçek İslam bu değil :(” diyerek, “ama İslamofobidir bu :(” diyerek yine baskın gelmeye mi çalışacaksınız? Birileri sizin sözlerinize referansla başkalarının hayatına son verdiğinde, orada burada kendini patlattığında, "canım bunlar münferit olaylar" mı diyeceksiniz? Bi’gidin Alla’sen ya. (10) Zeki birisi değilim. Zaten akıl ve zekâ farklı yetiler. Doğruyu yanlıştan ayırt edebildiğime inanıyorum. Sezgilerime güvenirim. Bir yerde yanlış giden bir şeyler olduğunu, bu yanlışlıkların ne gibi sonuçlar doğuracağını öngörebildiğim oluyor. Bunlar ayrı; ama on yaşındaki çocuğa satranç oynarken yenilmişliğim var mesela. Sayısal sorularını çözerken, konuyu anlasam bile, kafam basmaz, ağır işler. KPSS'ye çalışırken yaz vakti az cebelleşmemiştim geometri ve matematikle... 12 yaşında çocuğun bir buçuk dakikada çözdüğü soruyu beş dakikada çözdüğümü bilirim. IQ’mu ölçtürsem, ortalarda bir yerde çıkacağına da eminim. Ne var ki, başarının zekâyla pek alâkası yok. Aziz Sancar her konferansta dedi ya hani, ben zekâya inanmam, çalışmaya inanırım diye, haklı. Şahsen çalışmanın önemine inanmakla birlikte, benim daha da önemli ve öncelikli gördüğüm unsur ise UMURSAMA. Umursamadığın, önemsemediğin, senin için hiçbir anlam ifade etmeyen bir konuya odaklanamıyorsun. Ve odaklanamadıktan, kendini ona veremedikten sonra yüksek bir IQ’ya sahip olmak hiçbir işe yaramıyor. Hepimiz benzer deneyimler yaşamışızdır: İlgimizi çektiği vakit zor bir metni rahatlıkla anladığımız olurken, ilgimizi çekmediğinde çok daha hafif bir metni bile bir türlü anlamayız –gözlerimiz okur da beynimiz okumaz bir türlü. Odaklanamadığım vakit bir öyküyü bile okumak zulüm gibi gelirken, yeter ki ilgimi çeksin, yeter ki kendimi verebileyim, Heidegger’i, Kant’ı, Spinoza’yı pekâlâ okuyabilirim. Bu yüzden önce umursamak, sonra çalışmak aslolan. Zekâ ise, kullanılmadığı ve umursama unsuruyla desteklenmediği sürece boşa harcanan bir potansiyel olarak çürüyüp gidiyor. Yıllar sonra ise "aslında zekiyim. İstesem yapardım" diyen, pişmanlık dolu yetişkinler çıkıyor ortaya. Madem bugün karne günü, akademik başarıyı yakalamakta zorlananlar üzülmesin diye bir şey daha diyeyim. Lise 1’de 8 (yazı ile SEKİZ) tane zayıfım gelmişti ilk dönem. Bugünse felsefe yüksek lisansı yapmış, haftada iki, hadi bilemediniz en az bir kitap bitiren birisiyim. Nasıl oldu bu? Eskiden aptaldım da, sonradan durduk yere zeki mi oldum sanki? Elbette hayır. Sadece ilgi alanlarım gelişip serpildi. Bir şeye odaklanınca, onu dert edinince, konuya nüfuz etmek bin kat daha kolay oluyor. Başka bir sebebi yok. Ha bir de çalışmak lazım tabi. (11) İki haftadır, gün aşırı olmak üzere geceleri koşuyorum. Bazen, hava kararmaya yüz tutmuşken başlıyorum koşuya, bazense karardıktan sonra. Yarım saat kadar önce geldim eve. Kırk altı dakika koşmuşum. “Koşmuşum” diyorum; çünkü toplamda yalnızca iki kez baktım saatime. Statta kimsecikler yoktu. Bacaklarım beklenmedik ölçüde güçlüydü bu gece. Serinliğin ve karanlığın da etkisiyle olsa gerek, koşmuyor da, bir ırmağın akış yönüne kendisini bırakmış bir tekne gibi, güç harcamadan akıp gidiyordum sanki. Ara ara yukarı baktım, bulutsuz gökyüzünde Dolunay pasparlak, Sabiha Gökçen’e inişe geçen ve oradan güney yönüne giden uçakların ışıkları ve ardından sesleri, bir de nefes alışverişlerim -onun dışında çıt yok. Herhangi bir sanat eserini temaşa etmek gibi bir durum olmadığı hâlde huşu duygusu sardı bedenimi. Ciğerlerim vasıtasıyla atmosferle kurduğum bağ kendimi müstakil bir varlık değil de, şeyler içinde bir şey olarak hissetmeme sebep oldu. Hayatı boş ve anlamsız bulanları hiç anlayamam da, onlara inat tecrübe ettiğim bir doluluk anıydı adeta. Doluluk derken, nasıl desem, boşluğun karşıtı, kopukluk değil de bütünlük, ardışıklık değil de toplam gibi… Hâyli öznel olan bu deneyimi ifade etmekte zorlanıyorum. Koşu bittiğinde bisikletime atladım. Her zamanki güzergâhtan evime doğru yollandım. Sahilde bazı apartmanların girişlerinde yasemin ve çoğunun bahçesinde güller var. Terlemiş gövdeme rüzgâr vururken, denizin nemine ve tuzlu kokusuna karışan yasemin ve güllerin rayihası ile zaman durdu sanki. Sonra eve girdim. Ve içtiğim su ile aldığım duştan iki kat, belki üç kat daha fazla lezzet aldım. (12) Yaşar Nuri Öztürk vefat etmiş. Bence Yaşar Nuri, İslam’ın çağdaş kent yaşamına uygun, lafzî olmayan bir yorumunun bu coğrafyada kabul görmeyişinin, başka bir deyişle, İslam’da reformasyon umudunun çöküşünün resmidir. Kendisi çoktandır popülaritesini ve eski itibarını yitirmişti. Youtube’da bir söyleşisinin altındaki yorumlara baktım da, orada bile birileri onu gerçek İslam’ın yılmaz savunucusu olarak görürken, başkaları “ateşin bol olsun” gibi cümleler kurmuş. Bu tartışmalar bitmez. Gerçek İslam konusu beni ilgilendirmiyor, neden mi? Çünkü bugün artık, açıkça, rahatlıkla, hayatımızı sürdürürken aldığımız kararların, eylemlerimizin ve davranışlarımızın savunmasını İslamî referanslarla, ne bileyim ayetle, hadisle yapmak zorunda olmadığımızı savunabilmeliyiz. Evet, oruçlu değilim, ve bunu açıklarken, “seferî isen oruç tutmama hakkın var” diyen birisine, “seferî de değilim, sadece oruçlu değilim ve bir bahanem yok, bunu açıklamak zorunda değilim” diyebilmeliyiz. Bir arkadaş, bindiği takside taksicinin açık lokantaları ve kafeleri eleştirdiğini, bunun üzerine kendisinin, “ama senin de nefsine hakim olman gerekir, İslam’da nefs diye bir kavram var” diye açıklamaya giriştiğini anlatmıştı. Tuzağa düşmüş bile. Bu açıklamalar gereksiz. Çünkü bir anlık gafletle belirli bir inancın, kapalı bir çemberin içine düşüveriyorsun, konuştuğun her şeyin meşruiyet zemini o çemberin içinden alınmak zorunda oluyor. Hinduizm inancına mensup birisi, kendi kutsal metni olan Vedalara referans vererek sizi ikna etmeye kalksa ne dersiniz? “Kardeşim ben Hindu değilim ki? Bana niye Veda metinlerinden örnek veriyorsun?” dersiniz muhtemelen. Aynı şekilde, herkesin inancı kendine ve bireysel olduğu, yani böyle olması gerektiği için, gerçek İslam nedir tartışmaları sadece belli bir inancın mensuplarını bağlar. X inanç kümesi içindeki unsurlar, y ve z’yi bağlamaz. Tam da bu nedenle kamusal alanı belirli bir inanca göre düzenlemek zorbalıktır. Düşünsenize, insanlık en muhteşem buluşunu yapıyor, sağlık, huzur, mutluluk, refah, her güzellik gırla gidiyor, ama bu buluş için bile "ya acaba inancımda yeri var mıdır?" diye düşünüyorsun. Bu yanlış işte. Eğer kamusal alanın, hayatın her alanında yapılanların dinen bir meşruiyeti olup olmadığına bakılacaksa işimiz tesadüflere, inşallahlara kalmış demektir. Üstelik böyle bir durumda, inançlar çoğulluğunda çatışma kaçınılmaz olur. Hâlbuki anayasanın 24. maddesini fiiliyata geçirdiğimiz vakit zaten sıkıntı yok -herkes mutlu mesut yaşar da, şu an popüler önkabuller, zamanın ruhu o yönde değil henüz. Uzatmayayım. Huzur içinde yatsın. (13) Bizim bir akraba var. Gurbetçi. Bir ara cemaatçiydi, şimdi bırakmış ama hâlâ İslamcı. Bir gün sohbet ediyoruz. Almanlar şöyle kötü, böyle kötü, Avrupalılar şöyle ahlâksız, böyle kepaze. Ya dedim, fabrikada çalışan insansın, yaşadığın muhitte veya mesai arkadaşların içerisinde hiç mi iyi Alman yok? “Var tabi” diye cevapladı ve ekledi: “İslamiyete geçen Alman dostlarımız var.” Turizmin bu hâle gelmesinde yalnızca Rusya ile yaşanan uçak krizinin etkisi yok. Bir süredir İngiliz, Alman, Fransız ve diğer paralı turistler zaten Türkiye’ye gelmiyor. Bu daha ziyade, yukarıdaki zihniyetin yaygınlaşmasından mütevellit kötüleşen Türkiye imajı ile ilgili. Laik ve çoğulcu bir anayasal demokrasiden, fiilen İslamcı bir çizgiye kayan, kendisini artık İslam coğrafyasının öncüsü olarak gören bir ülkeye dönüştük. Bu bir tercihti. Suudi Arabistan, İran, Yemen ve Umman’ın da harikulâde sahilleri var. Denize yüzlerce kilometre sınırı olan ülkeler bunlar. Ama oralarda güneşlenen ve yüzen insanlar yok. Batılı salak değil. Basbayağı biliyor kendisinin ağzıyla kuş tutsa yine Ortadoğulu nezdinde kötü bir insan olarak, kâfir, gâvur filan olarak görüleceğini. Batılı, “Batı’nın ahlâksızlığını aldık” sözünü işitti ve bu denirken neyin kastedildiğini gayet iyi biliyor. Kastedilen şey cinsellik. Bir de kadınların bikini giymesi filan işte. Yoksa ahlâk denince bu coğrafyada sözünde durmak, yardım etmek, iftira etmemek gibi fiiller anlaşılmaz. Sultanahmet’te Alman turistlerin öldürülmesini ne çabuk unuttuk? Hangi örgütse artık, unuttum şimdi, “hedefimiz müslümanlar değil, Alman turistlerdi” diye özrü kabahâtinden büyük bir açıklama yaparken ve sosyal ağlarda “NEYSE Kİ HİÇ MÜSLÜMAN ÖLMEMİŞ!” diye paylaşımlar yapılırken, Batılı bunları duymuyor mu sanıyorduk? İtalyan bir kadın yazar var, adını unuttum şimdi, 25 yıl Türkiye’de yaşamış, "eskiden" diyordu, "eskiden Türk bir erkek arkadaşım olduğunu aileme söylediğimde bu olağan karşılanıyordu, şimdi işler öylesine değişti ki, aynı şeyi yıllar sonra söylediğimde 'delirdin mi?' diye tepki gördüm." Kendi adıma, turizmdeki sıkıntılı duruma hiç ama hiç üzülmüyorum. Her kış biraz para biriktirip yazın yurtdışında kültür-sanat amaçlı olarak geziyorum kendimce. Ayrıca Türkiye ucuz filan değil. Berlin’de, Spree Nehri’nin kıyısında, turistik merkezin göbeğinde içtiğim biraya bizim kıyılardakinden daha az para ödüyorsam, bizim turizmciler hiç ah-vah etmesin. Birkaç gün önce, Bodrum’da iki tane turisti paylaşamayan esnaf taşlı sopalı kavgaya tutuşmuştu. O iki turist de bir daha gelmez artık. Avrupalı olsam ben de gelmezdim. İnancımdan, kimliğimden ötürü -param için yüzüme gülünse de- içten içe hor görüldüğüm, orada burada kendini havaya uçuran psikopatların yaygınlaştığı, rahatça çarşısında alışveriş edemediğim, esnafın ısrarcı tavrıyla sıkboğaz ettiği yere niye geleyim ki? Gelmiyorlar da zaten. (14) O değil de, adamlar dik durmasını öğrenmiş kardeşim. Yerden bilmemkaç santim yüksek mezar taşı bile puttur diyor, ayet var diyor, “KÂBE’Yİ DE YIKACAĞIZ!” diye kararlılığını ortaya koymuş, çatır çatır cihat ediyor, insan haklarıymış, hümanizmmiş, düşünce özgürlüğüymüş, bedenin dokunulmazlığıymış, yahu diyor, bunlar hep Batı’nın değerleri, biz zaten Batı’yı kökten reddediyoruz, “BİZE NE İNSANÎ DEĞERLERDEN, BİZE İSLAMÎ DEĞERLER YETEEEER!” diye haykırıyor, bizse hâlâ korkudan donumuza etmiş hâlde, gerçeklerin üstünü örtmek, sıkıntıları görmezden gelmek pahasına anca’ “BU SON OLSUN :(” diye ağlaşıyor, bu hoşgörüsüz güruhu hoşgörüyle, güzellikle ikna edebileceğimizi zannediyoruz. “İstihbarat dikkatli olsaydı saldırıları önlerdi.” Hangi birini? İstihbarat iyi, güvenlik önlemleri paranoya derecesinde üst-düzey olsa ne yazar? Türkiye’deki İslamcı örgütlere militan yetiştiren, milletin çoluğunu çocuğunu, genç insanları apartman dairelerinde, konaklamalı ya da yalnızca sohbetli olarak toparlayan vakıf, dernek, cemaat ya da hiçbir adı olmayan örgütlenmelerin önüne geçemedikten, bunlara özgürlük adına müsamaha gösterdikten sonra, tüm ülke hep birlikte güvenlik görevlisi olsak ne yazar, olmasak ne? Gerçek İslam’ı gidip Avrupalıya anlatacağınıza, gelip o taraklarda bezi olmayana, bizler gibi zararsız insanlara anlatacağınıza, gidip Taliban’a, El-nusra’ya, Işid’e anlatsanız ya? Müslüman olmayan Rus’un, Alman’ın, Japon’un umrunda mı sanıyorsunuz gerçek İslam’ın ne olduğu? Gerçek İslam her ne ise onu, dün havalimanında vurulmuş yerde yatarken hâlâ üzerindeki bombanın pimini çekip “gider ayak üç beş pisliği daha temizleyeyim” diyecek denli inanmış insanlara anlatsanız ya? Afganistan’da dört bin yıllık Buda heykellerini dinamitleyen Taliban’a anlatsanız diyorum mesela, gerçek İslam’ın ne denli hoşgörülü olduğunu. Gelip de zaten konuya ilgi duymayan, üstelik kimseyi kesmeyen, doğramayan, vurmayan, asla intihar bombacısı olmayacak ve farklı inançlara müdahale etmeyecek bizler gibi normal insanlara niye anlatıyorsunuz ki? Hedef kitle orada bak: Boko Haram'ından El-nusra'sına İslamcı örgütler yelpazesi. Ne ararsan var. Renk renk, çeşit çeşit. Özgürlük düşmanlarına verilen özgürlüğün bedelini ödüyoruz. Tamer Ertangil.

Değiniler: 1-31 Temmuz 2016.

$
0
0
(1) Şu zamana kadar fikir tartışmasından ötürü hiç kimseye küsmüşlüğüm yok. Hatta herhangi bir sebepten ötürü küstüğüm kimse yok. Tek bir arkadaşım tepkili bana karşı, o da birkaç sene önce bir metin vermişti inceleyeyim diye, sonra bakarım deyip unuttuğum için :) Gerçi görsem yine konuşurum -o da benimle konuşur muhtemelen.

Sıkça görüyorum. Aristoteles'e atfen, "sevdiklerinizle siyaset konuşmayın. Siz dostlarınızı yitirirken siyasetçiler yollarına devam eder" diye bir söz paylaşılıyor. Politika adlı kitabını okumadım ama Nikomakhos'a Etik'ini okumuştum. Onun böyle bir şey diyebileceğini sanmam. Neyse. Bana kalırsa, politik konular, gündemdeki olaylar veya fikir tartışmaları nedeniyle küsmek yersiz. Hani mesela Finlandiya'da yaşıyor olsak zaten yeni çıkan albümlerden, kitaplardan, bu sene kışın sert geçeceğinden filan konuşur, politika namına en fazla ülkeye gelen göçmenlerin adaptasyonu meselesini tartışırdık herhalde. Güzel de, Türkiye'de yaşayıp gündem dışı kalmak pek mümkün değil. Hadi diyelim eğitim, kültür politikaları ve ekonomi gibi mevzulara kapattın kendini, onu da geçtim, diyelim ki Türkiye'nin yabancı devletlerle olan ilişkilerine de ilgi duymuyorsun, tamam da, her şey bir yana, havalimanında, otogarda, çarşıda ölme riskin var burada. Dolayısıyla, iyi ya da kötü, gündeme dair herhangi bir konunun tabanda konuşulması kaçınılmaz oluyor. En apolitik kişi bile, diyelim ki bir öğretmen olsun, rotasyon tartışmalarında görüş bildirmiştir mesela. Bu çok doğal. Öte yandan, sabahtan akşama geyik muhabbeti çekilmediği gibi, hangi konu olursa olsun, edebiyat, gündem, sinema fark etmez, 7/24 konuşunca bayıyor.

Bence dostlukları zedelese zedelese özel hayata dair yargılayıcı ifadeler zedeler. Yeni fikirlere maruz kalmak iyidir. Aklî gerekçeler ve deneysel verilerle fikrini desteklediği sürece şahsen karşımdaki argümanı dikkate alırım. Kimi insanlarınsa sezgisi, hani holistik mi, bütünsel mi desem, yorumlama kabiliyeti çok güçlü oluyor. Öyle kişileri okumaktan haz alıyorum.

Ama birisinin ne kadar maaş aldığı, o maaşına rağmen neden araba almadığı, neden yalnızca tek çocuk yaptığı, neden bu yaşına gelmesine rağmen bir ev sahibi olmayıp hâlâ kirada oturduğu, eşinden neden boşandığı, camiye gidip gitmediği, oruç tutup tutmadığı, neden tatile gitmediği, tatilde ne yaptığı, niye öyle değil de böyle yaşadığı, nasıl giyindiği, o kızın nesini beğendiği, bu herifte ne bulduğu gibi, özel hayata dair, kişisel tercihlere dair ne varsa, asıl bunları konuşmak, bu gibi konularda insanlara karışmak veya yorum yapmak sevimsiz olan. Çok kötü ya, yazarken bile fenalık geldi vallahi. Yaşam tarzı apayrı bir konu. Kişisel olmayan konular pekâlâ tartışılır. Kamusal olan her şey tartışılır, en flu, en muğlak fikirler dahil; çünkü kamusal olan mevzular hepimizi ister istemez etkiliyor; ama yaşam tarzı kişisel bir şey. Başkasının kişisel tercihleri için "kendi tercihidir", "kendi kararıdır" deyip geçiyorum şahsen.

(2) Mikroplar ya. Çağdaş yaşam tarzını kıskanıyorlar. Bu meymenetsizleri insan yerine koyup tokalaşmak bile hata. Face’de bir öğretmen arkadaş Yaşar Nuri’nin bir sözünü paylaşmıştı, “iyi bir insan olmak için müslüman olmaya gerek yok; ama bir müslüman iyi bir insan olmak zorundadır” diye. Yahu şundan daha ılımlı bir söz olabilir mi? Bu paylaşıma bile yorumlarda kin kusan, “ne demek yani iyi bir insan olmak için müslüman olmaya gerek yok!” diye öfkelenip fırça atan tiplerle beraber yaşıyoruz. Kendi başına ne gelirse, Freud’un yansıtma kavramında açıkladığı gibi, suçu başkasında, Batı’da, Obama’da, masonculukta filan bilen, üstelik dünkü olay gibi, başkasının başına bir şey geldiğinde suçu yine başkasında bilen bir tuhaf anlayış. Ne kolay, her halükârda haklı. Her halükârda özeleştiriye kapalı. Bu denli ben-merkezciliği, böylesine kendini büyük gören şımarıkça bir tutumu Freud bile açıklayamazdı herhalde. Batı’nın başına ne geliyorsa suçlu Batı’dır, Doğu’nun başına ne geliyorsa suçlu gene Batı’dır. Vay, çözmüş Dünya’nın düzenini.

Vallahi size bir şey diyeyim mi, Batı’da hayat çok güzel. Kimse kimseye karışmıyor, nezaket her iletişimin temel unsuru, inanç özgürlüğü gerçek anlamda var, yoksa bunu öyle Ortadoğu’da olduğu gibi “inanç özgürlüğü = İslam’a özgürlük” şeklinde bencilce yorumlamıyorlar, daha evrenseller. Ortadoğu zihniyetinde hep çok kolay oldu, Batı’nın reformasyon ve Aydınlanma ile icat edip insanlığa sunduğu inanç özgürlüğü kavramından İslam özgürlüğüne, oradan cihat özgürlüğüne varmak.

Özgürce geziyorum, giyimime, kuşamıma, ibadetime, düşüncelerime müdahale eden yok burada. Bazen odamdaki diğer arkadaşlarla, bazen hostelin kafe-barında, bazense başka bir şekilde insanlarla sohbet etme imkanı doğuyor –ama dayatmacasız, spontan, tam bir eşitlik hâli. Karşılıklı kabule (Hegel boşuna recognition diye çırpınmadı) dayanan bir etkileşim. Yalnız, Avrupalı fazla hoşgörülü, fazla naif. Sindirilmişler artık. “N’olur bana ırkçı demesinler, aman bana İslamofobik demesinler” diye apaçık sorunlara kapamışlar gözlerini. Hoşgörü talepleri, hatta genel olarak her konuda talepleri hiç ama hiç bitmeyen, sürekli zırlayıp her yerde dominant hâle gelmek için savaşan, asıl hoşgörüsüz olanların zihniyetindeki tehlikeye karşı gözlerini kapamışlar. Kafadan sallamıyorum. Kaç senedir okuyorum, okumayı bırak, gözlerim görüyor, gözlerimi bırak, konuşuyorum Norveçlisiyle, Fransızıyla, Litvanyalısıyla. Naifler kardeşim, naif. "Political correctness" denen suya sabuna dokunmayan dalkavukluk bunların zihnini ele geçirmiş. Bu duruma tepki olaraksa neo-naziler türedi, onlar zaten yüzeyselin yüzeyseli, ayrı bir meymenetsiz.

Odessa’daki hostelde Ürdünlü bir müslümanla tanıştım. Sohbet ediyoruz. Ben insan ayırmam, ırk ayırmam, önemli olan kültür kardeşim, asgarî insanî mesafelilik ve nezaket şartlarını karşılayan herkes insandır benim gözümde. Neyse, kendimi niye anlatıyorsam... Bu arkadaş benden 2-3 yaş büyüktü. İslamcılığı savunuyor. Ortadoğu coğrafyasının sorununun, ÖLDÜRMEYİ GEÇ ÖĞRENMİŞ OLMALARINDA yattığını söylüyordu. Bak sen ya masum kuzuya... Öldürmeyi geç öğrenmişlermişmiş. Hacı ama bakıyorum da Odessa’ya gelmişsin, hostelde tişörtsüz geziyor, hatunlara gülücükler dağıtıyor, akşam iki kadeh votkanı çekip gecelere akıyor, elinde altılı bira paketiyle gelip kahkaha atmasını biliyorsun. Ama Batılı diyor, yanlış yolda, Batı bir gün İslam’ın ışığı ile aydınlanacakmışmış. İçten içe arzu ettiği, imrendiği ve kovaladığı hayat tarzıyla, başka insanlara akıl verirken savunduğu hayat tarzı arasında böylesine uçurum olan bir anlayış işte.

Uzatmayayım, dedim ki, "siz Ortadoğu’da bu tip kafa yapısını sürdürdüğünüz sürece İslam coğrafyası sittin sene adam olmaz."

(3) TSK içerisinde ne idüğü belirsiz bir hizbin yaptığı bu girişim, askerî gücün hiç de küçümsenemeyeceğini, şiddet ve savaş gerçeğinin öyle filmlerde göründüğü gibi değil fakat çok daha sert olduğunu gösterdi. Şahsen darbeyi halkın engellediğine inanmıyorum. Hani derler ya,"her kim kalem kılıçtan keskindir dediyse belli ki tam otomatik silahlarla henüz karşılaşmamış."İnsan bedeni en nihayetinde naçiz bir et parçası ve düzenli orduya ve demir-çeliğin örgütlü gücüne karşı -kusura bakmayın da- fiziken bir dakika bile direnemez. Mesele Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dün geceki girişimi desteklememiş olması. Sonuç olarak ordu içinde belirli bir grubun, muhtemelen salt kendi ikbâllerinin kaygısıyla yaptığı bu kamikaze nevinden girişimin başarısız kalmış olmasından ötürü memnunum.

Memnun olmadığım konu ise, halka, daha doğrusu paramiliter gibi görünen gruplara, tanklardan top ve makineli tüfeklerle ateş etmemeyi tercih eden, bir şekilde ya ele geçirilen ya da teslim olan askerlere bu grupların yaptığı linç. Dün gece sabaha kadar lanet okudum buradan. Onlar 20 yaşında cahil bebe be kardeşim... Sana silah doğrultmaktan vazgeçmiş, teslim olmuş ve olan bitenden bihaber insanları dövmek, kemerle kırbaçlamak filan da ne oluyor? Psikopat mısınız? Sokaklara çıkanların “darbeye hayır!” ya da “yaşasın demokrasi!” veya “seçilmiş hükümetin arkasındayız!” demek yerine tekbir getirmeleri, cihat çağrısı yapmaları, saatlerce okunan selalar ve kel alâka sloganlar, kusura bakmayın da ben ve benim gibi milyonlarca insanın desteklemeyeceği şeyler. Demokrasi belirli bir hakikat anlayışına torpil geçen bir yönetim biçimi değil, tüm unsurları barındıran formel/biçimsel bir sistem. Neyse.

Üzüldüğüm bir diğer konu ise insanların birbirine yaptığı baskı: “Sessiz kaldığına göre darbecisin”, “sokağa çıkmadığına göre darbecisin” ve benzeri yargılayıcı ifadelerin kullanılması, olayı kategorik bir ikiye bölünmüşlük üzerinden okuyarak darbeyi desteklemeyen herkesi kendi yanlarına çekmek istemeleri, çekemedikleri vakit onları da hain ilan etmelerinin an meselesi olması, tüm bunlar, korkunç bir kutuplaşmanın, giderek -üzgünüm ama- müstakbel bir iç savaşın emareleri gibi duruyor. Söz konusu hizbin yaptığı girişimi de desteklemiyorum, gidip demokrasi yürüyüşü adı altında şeriatçi bir kalkışmayı çağrıştıran, asla katılmayacağım sloganların atıldığı, emir erlerine tasvip etmeyeceğim şiddet eylemlerinin yapıldığı ve yapabilecek potansiyelde olan insanların olduğu yürüyüşleri de desteklemiyorum. X’e karşıyım diye Y’yi koşulsuz desteklemek zorunda değilim. Bu zımni dayatmadan hiç ama hiç haz etmiyorum.

Dün gece filler fena tepişti ve bu fillerden birini desteklemek zorunda olduğumuz ima ediliyor. Hiçbirinizi desteklemiyorum kardeşim. Bitaraf olan bertaraf olur dendiydi gerçi; ama yanlış ve içime sinmeyen şeyler yapacağıma, içime sinmeyen yerde, tasvip etmediğim insanlarla yan yana duracağıma, inanmadığım, doğru olmadığını hissettiğim şeyleri yazacağıma, bitaraf olmayı göze alıyorum.

(4) Ben umutluyum. Türkiye her ne kadar özünden kopmuş olsa da, bu denli kötülüğü, bayağılığı ve akıldışı olayı kaldıramaz. En nihayetinde özüne döner. Şu cemaat mevzuunda bir çift lafım olacak: Sene 2009, Giresun'da göreve gitmiştim. Öğretmenler odasında böyle mevzulara girmeyi hiç sevmem ama konuyu açan onlardı. Fazlaca özgüvenli tavırlarından rahatsız olup Fethullah Gülen'i, Gülen Hareketi'ni ve genel itibariyle siyasal İslam'ı eleştirdiğimde tepki vermişlerdi. Ne de olsa malum şahıs o vakit "HOCA EFENDİ HAZRETLERİ" idi. Bugün, Gülen, bir vakit başına tac edilmiş kutsal hâlelerden mahrum kaldığı için sevinçliyim. Bir konuda daha sevinçliyim. O da şu ki, "din kardeşimden zarar gelmez!", "ümmet içinde kötülük olmaz!" gibi düşünceler, cemaatin bu yaptıkları sayesinde yerle yeksan oldu. Bir ülkenin bekası ve iyiye gitmesi için işbirliği yaptığın adamın liyakatına değil de hangi inancı paylaştığına ve senin gözünde ne kadar "faal" bir dindar olduğuna bakacaksan, her türlü kazığı yemen an meselesidir kardeşim. Bu arada şahsen, her ne kadar asla kanıtlayamayacak olsam da, geçen gün yaşanan darbe girişiminin uluslararası bir boyutu olduğuna inanıyorum. Çok pis işler dönüyor belli ki.

Sonuçta Türk pasaportuyla geziyorum. Ülkemi seviyorum. Kaldığım hosteldeki görevlilere dışarıya Türk bayrağı asmalarını önerdim naçizane. 6-7 bayrak var ama Türk turist çok olmasına rağmen Türk bayrağı yok. Üstelik burada kalan Türkler eğitimli, nazik, etrafı rahatsız etmeyen tipler. Cidden. Böyle turisti öp de başına koy. İnsan yurtdışında ülkesine karşı daha hassas oluyor. İki gündür önüne gelen herkes bana "What's happening in Turkey mate?" diye sorup duruyor. Bilmiyorum diyorum, sonuçta ülkemi kötüleyecek değilim, her şey yoluna girer deyip geçiştiriyorum, "bakmayın, mesela Ukrayna'da da savaş var zannediliyor, oysa gündelik yaşam devam ediyor" dediğimde ikna oluyorlar genellikle.

Ama içeride bizim kuşatıcı ve kucaklayıcı bir tanıma ihtiyacımız var. Geçen gün dedim, yine söylüyorum, yurtdışındayım ama Türkiye'de olsaydım yine o meydanlara inmezdim. Atılacak sloganların önceden belirlenmesine ihtiyaç var. Adam çıkartmış hilafet bayrağı sallıyorsa beni o meydana hiçbir güç indiremez. Kabaca "laik kesim" diyebileceğim kesimin gücü küçümsenmesin. Eğer o denli önemsiz olsaydık, solcusundan sağcısına her kesim bizim desteğimizi almak için uğraşmazdı. Türkiye'nin hem çağa ayak uydurmaya hem de özüne dönmesine ihtiyaç var. Buranın mayasında İslamcılık, ümmetçilik filan tutmaz. Ben aklımı kiraya veremem. "Acaba hadis ne der?", "ay acaba Cüppeli ne der?" Beni ilgilendirmiyor. Artık Hocalara sorulan soruların parodisi yapılıyor, insanlar dalga geçiyor, tiye alıyor. Herkesin aklı var. Bu İmam-hatiplere de dikkat edilmesi lazım. Güzel bir nesil yetiştireyim diye toplum mühendisliği çalışmaları yaparken bir de bakmışsın ileride başka bir biatçı yapı devletin başına bela olmuş yine... Bugün Gülen Cemaati'ni tehlikeli bulan adam, başka herhangi bir cemaatin hocasına laf söyletmiyorsa, gelecekte benzer olayların tekrar yaşanması kuvvetle muhtemeldir. İnançlar teminat altına alınır ama politik alandan dışlanır ve bireysel bir tercih olarak saygı duyulursa kimse kitleleri peşinden sürüklemek için onu kullanamaz. Aksi hâlde yarın başka bir cemaat başımıza bela olur -hiç bir şey değişmez. "Yok, bir şey olmaz yeaaa" diyenlerin hiçbir sağlam gerekçesi yok. İnançta, şiirde, edebiyatta ve sanatta irrasyonalite güzel şeydir ama politikada felakete yol açar.

Muhafazakâr kesimden kimi arkadaşlarımın çok makûl paylaşımları var. "Arkadaşlar gidip de parti bayrağı filan götürmeyin, taşkınlık çıkarmayın, tuhaf tuhaf sloganlar atmayın, bir tek Türk bayrağı alın yanınıza" diyen makûl insanlar var. Herkes öyle olsa gayet de güzel yan yana dururuz zaten. Ama ben üstüne beyaz çarşaf giyip tahta kalemiyle "KEFENİMİZLE YANINDAYIZ REİSS!" yazmış adamla yan yana durmam. Vallahi ben diyorum ki Türkiye güçlü ve en önemlisi bağımsız olsun, eyvallah, ama nereden baksanız %30-35'lik bir kesimi kaybetmemek için de uyanık olsun. Ukrayna'ya gelmeden önce İstanbul'da ilk kez Marmaray'la boğazın altından geçtim karşıya. Köprüler, Marmaray, yollar vs. Avrupa'dan farkımız yok. Moskova ve Kiev'de yer yer metroda yürüyen merdiven bile yok, seksen yaşında insanlar basamakları teker teker tırmanıyor icabında. Türkiye'deki kimi kazanımları inkâr etmek doğru değil. Kusura bakmayın, ben o kadar kutuplaşamıyorum. Gözlerim kör değil.

Ama Türkiye'de sosyo-kültürel sıkıntılar ve kimlik problemleri var. Son derece makûl insanların aidiyet duygusu yıpranıyorsa ve %50 bunu kendine dert etmiyorsa, istersen Dünya'nın en zengin ülkesi ol, ileride yine de sıkıntılar çıkacaktır. Bu kutuplaşmayı bitirmek lâzım.

Yine de umutluyum. Bir çılgınlık sonsuza dek süremez.

(5) Üç hafta sonra ilk gerginliğe dün akşam Sabiha Gökçen’de tanık oldum. Cehennemî bir kalabalık pasaport kontrol kuyruğunda beklerken ve insanımızdaki asık suratlı ve öfleyip pöfleyen tavırlara bakıp ülkenin “varsayılan/default” ayarlarına bir an önce alışmaya çalışır, kendi kendime “memlekete hoşgeldin Tamer” diye mırıldanırken, beklenen oldu ve o hengâmede bir yerlerden “BANA BAĞIRAMAZSIN HEMŞERİM!” ve klasik “KİMSİN ULAN SEN!?” haykırışları yükseldi. Welcome home Tamer. Çıkar çıkmaz ilk iş İzmit servisini buldum. Fiyat pahalı ama elimiz mahkûm. Valizi bagaja koysam mı, koymasam mı? Nereye gitti bu şoför? Neyse, koyayım bari. On dakika sonra şoför biniyor araca. “Ben siz yokken valizi yerleştirdim ama kağıt almadım, sorun olur mu?” diyorum. “VALLAHA BEN VALİZ MALİZ BİLMEM ABE” yanıtını alıyorum. Hangi meslek grubu olsa bir salla pati tavrı, elin mahkûm, alternatifin yok ama sanki hayrına hizmet veriyormuş gibi sorumluluk almayan, burnundan kıl aldırmayan, ödün vermeyen, “dik duran” insanlar. Meslek grubu fark etmiyor, şaşmaz bir "işine gelirse" tavrı. Kemerleri bağlayın lütfen deniyor, ne güzel, alışmıştım zaten otobüste kemer bağlamaya, ama bağlarken yanımdaki adam “yeaa boşver, gerek yok” diyor. E sen bağlama o zaman? Bana niye akıl veriyorsun? Muhtemelen kendi usülsüzlüğünde yalnızlaşmak istemiyor. Eğer herkes yanlış yaparsa kimse yanlış yapmış sayılmaz çünkü. “Zaten kimse takmıyor ya kemer filan!” Çoğunluk desteğinin, çoğunluk içerisinde erimenin dayanılmaz hafifliği.

Türkiye’de bebekler bile daha gür zırlıyor, ilginçtir. Acaba doğuştan gelen bir mutsuzuk geni mi bizdeki diye düşünecek oluyorum ama yok, sanırım esasen bireysel olarak mutluyuz. Tek başınalıklarımızda, istediğimiz bir işle hemhâl olurken sıkıntı yok sanki. Söz gelimi bahçemde sivribiberler olmuş ben yokken, dalından koparınca yemeye kıyamadım, aldım sevdim iki dakika, dönüp dönüp baktım, minicik biber mutlu etti beni, ama -gözlemlediğim kadarıyla- karşılaşmalarımız mutsuz bizim. Birisi ötekisiyle karşılaştığı vakit derhâl sona erdirmek istiyor zoraki katlandığı bu birlikteliği. Pasaport kuyruğu, toplu taşıma, alışveriş ya da bir şekilde iletişim ve etkileşimin doğduğu bağlamların temel formu katlanmak olduğu için, öfleyip pöflemeler, panik derecesinde bir acelecilik, sıcaktan, kalabalıktan, başkalarından, ne varsa her şeyden sürekli yakınan insanların sayısı fazla. Sanırsınız her birimiz birer prens ve prensesiz. Hemen sıkılıyoruz. Hep canımız sıkılıyor. Her şey çok çabuk eskiyor. Bir ara Aziz Sancar televizyonlardayken birisi yazmıştı “ya tamam ama o da sıktı artık :/” diye. Sıkılmış hanfendi -her şeyden olduğu gibi. Neyse. Tam serviste uyuyacak gibiyken sağ taraftan bir bebek çığlığı geliyor yine, yahu diyorsun, kaç hafta onlarca bebek gördüm, bizdeki zırlama sıklığı ve şiddeti herhalde Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek ayarda.

Evde olmak güzel. En az yirmi gün kitap okumak dışında hiçbir şey yapmayacağım.

(6) Tepesi, uluslararası bağlantıları kabul ama biraz da tabana bakmak, zihniyet irdelemesi yapmak, anlamaya çalışmak gerekiyor. İnsan hep benzer zihniyetteki kişilerle takılıyor, farklı düşüncelerle temas etmiyorsa, bir yerden sonra kimi önkabulleri kaçınılmaz bir şekilde kemikleşiyor. Cemaat yapılanmalarında bu risk daha da fazla. Kendin gibi olanlarla evlerde, yurtlarda, çeşitli mekânlarda sürekli bir arada olmak, belirli bir süreden sonra, dışarısının düşman olarak görülmesine yol açabiliyor. Bunu “sağım haram solum haram, sen ne zorsun ahir zaman!” diye paylaşım yapan kişilerde görüyoruz. Dışarısı tehdit, dışarısı "harama davet", kendi ait olduğu küme dışında kalanlarsa hâliyle yanlış yolda. Düzeltilmeli, doğru yola getirilmeliler(!) Böylece kendi omuzlarına misyon bindiriyorlar ister istemez. Zorluklara göğüs germek gerektiğini düşüne düşüne göğüslerini öylesine germişler, öylesine gerginler ki, dışarıdan gelen eleştiriler zerrece etki etmiyor. Her eleştiri okunu savuşturacak kadar sert duvarlar örmüşler etraflarına. Ahir zamanda yaşadığına inanıyor, "kutsal davaları" için her şey mübah, abiler-ablalar KPSS sorularının çalınmasıyla ilgili olarak “devlet kadrolarına dinsizlerin değil, alnı secdeye değen kişilerin getirilmesi için yaptık” diyerek, evet kötü bir iş yaptık, ama niyetimiz güzeldi, kalbimiz güzeldi, iyi niyetliydik diyerek güya kendisini akladığını düşünüyor. Şu kafaya bakar mısın? Yaptıklarından ötürü hesap verirken, belki de içten içe “BU BİR İMTİHAN” diyerek avutuyorlardır kendilerini. Ah yine, yeni bir imtihanla karşı karşıyadır adanmış, inanmış, biat etmiş masum şakirt. Hadi gel de ikna et... Popper’in yanlışlanamazlık ilkesinde bahsettiği türden, yanlışlanamayan, zira dine, inanca yaslanan ve “ahir zaman”, “hikmet” ve “imtihan” gibi sihirli sözcüklerle tüm eleştirileri bertaraf eden bir zihniyet. İlk gençliklerinden beridir yurtlarda, şurada burada aldıkları eğitimden ötürü kendilerinden emin ama yaslandıkları zeminin yumuşak olduğundan bihaber, aklını özerk bir şekilde kullanmaktan çoktan vazgeçmiş, yaderk bir kitle.

Şurada birkaç sene öncesine kadar liberaller “ya canım, cemaattir, vakıftır, sivil toplum örgütüdür, bunlar demokrasilerin gereğidir” diyerek bu tip örgütlere Pandaları Yaşatma Derneği muamelesi yapıyor, ileride doğabilecek muhtemel sakıncaları dile getiren insanlar içinse "endişeli modernler işte" diyerek gülüp geçiyordu.

Doğru her zaman popüler olmuyor. Doğru bazen sevimsiz, çirkin duruyor, kulağa hoş gelmiyor belki ama en nihayetinde aklanıyor. İşin güzel tarafı da bu.

(7) Yalnızca edebî eserlerle yetinen, art arda roman, öykü ve şiir kitaplarını yutarcasına okuyan kişilerde muhakeme yetisi gelişmiyor, hatta köreliyor. Duygu yoğun yaşayan, veciz sözlerin altını çizen, anlamdan ziyade ezgiye, içerikten ziyade biçime, akıldan ziyade hislere ağırlık veren kişiler, bunu bir alışkanlık hâline getirdikten sonra, isterlerse binlerce kitap okusunlar, akla yatkın düşünceler üretmekte ve düşüncelerini gerekçelendirmekte zorlanıyor. "Çok kitap okurum, sürekli kitap okurum", güzel, ne okuyorsun peki: Roman, şiir, öykü. Ve elveda muhakeme yetisi... Sonrası -hâliyle- sloganlarla yetinmek, akla değil kalbe hitap etmek, karşına sağlam bir argüman dikildiği vakitse sinirlenmek. Şaşılacak bir şey yok; zira duygu yoğun yaşayan kişinin öfkesi de yıkıcı olur. Duygu deyince akla bir tek sevinç ve hüzün gelmemeli.

Bu yüzden araya felsefe, tarih, araştırma-inceleme, antropoloji gibi türlerde kitaplar sokulması gerek. Bunu yapmak dengeleyici oluyor. Benzer şekilde, bu tip kitapları okuyan kişiler de, kuru bir rasyonellik evresinde donup kalmamak, salt çözümleyici bir bakışaçısına takılıp, insanî, irrasyonel unsurları, duygusallığı yitirmemek için, kısacası robotlaşmamak için araya edebî eserleri serpiştirmeli. Şu günlerde iktisat, politika ve deneme kitapları okuyorum. Yine de, ne olursa olsun, bir araştırma-inceleme kitabı bitince, bir felsefe kitabı bitince, muhakkak kitaplığımdan çekip bir roman ya da öykü okuyor, hatta nadiren de olsa şiir okuyor, insan olduğumu, robot olmadığımı hatırlıyorum. Okuma serüveninde bu iki unsuru dengeleyen kişileri ayrı bir seviyorum.

Sonuçta muhakeme yetisi insanı insan yapan tek unsur değil.

(8) Beşiktaşlı yorumcu Kazım Kanat vardı, çoğunuz bilirsiniz. Kendisine kanser teşhisi konulup bir süre tedavi gördükten sonra, baktı ki çaresi yok, ölümün eli kulağında, tedaviyi reddetmiş, son birkaç ayını hastane koridorlarında ve diyaliz makinesine bağlı geçireceğine, “teknemde ailemle hayatın tadını çıkarıyorum, artık ne olacaksa, ne zaman olacaksa olsun” demişti. Zor bir karardı muhakkak ama bence Kazım Kanat doğrusunu yapmıştı.

Elimde olsa sonsuza dek yaşamak isterim. Hep sağlıklı kalmak ve mümkünse hiç yaşlanmamak isterim. Ölüm deneyimini, deneyimleyen kişiden başka hiç kimse bilemeyeceği, ve ölen kişi, söz konusu deneyimi başkalarına aktaramayacağı için, aksini tasavvur etmek zaten mümkün değil. Ölmeyi istemez kimse. Arzu nesneleri hayatın içindeyken, hayata dahil olmayan, üstelik bilmediğin ve geriye dönüşsüz bir "şeyi" nasıl arzu edersin? Büyük zorluklarla karşılaşan, kimi iç ve dış sebeplerden kaynaklı buhranlı dönemler geçiren kişiler, eh bir de kişilik bakımından savaşçı yapıda değillerse, isterler belki, ölmeyi değil de, yaşamamayı. Ölmeyi değil de, yaşamakta olduğu hayatı istemeyebilir, bunu anlarım. Tekil bir yaşam deneyiminin reddidir bu, yaşamın kendisine, tüm mümkün yaşamlara genel bir reddiye değil. Veya ağır bir hastalığı vardır, artık yaşamamayı, daha doğrusu o acılardan kurtulmayı isteyebilir, bunu da anlarım. Ne var ki, ölümün bilgisine sahip olmak ve onu arzulamak anlamına gelmez bu durum. O kadar sevimsiz bir konu ki, bırakın arzu etmeyi, hakkında konuşurken bile insanın enerjisini düşürüyor.

Eskiden insanlar evlerinde can verirdi. Yani eceli gelenlerden bahsediyorum. Modernitenin çoğu getirisini tereddütsüz kucaklayan birisi olsam da, günümüzde insanların son nefeslerini hastanelerde veriyor olmalarından hoşnut değilim. Yaşatmak güzel şey kuşkusuz; gelgelelim ihtiyarlıktan parmağını oynatamayacak denli kudretten düşmüş, sürekli kalbi tekleyen, özbakımını yapmaktan aciz hâlde, Azrail tarafından mütemadiyen yoklanan insanları makinelere bağlayarak, aşırı dozda ilaçlar ve uyarıcılarla ite kaka yaşatmak, onlara zulmetmek gibi geliyor bana. Bunun kararını ben veremem. Ruhsuz olmakla, duyarsız olmakla da suçlanmak istemem; ama kendi adıma, en azından kendi bedenim söz konusu olduğunda, üç beş ay, hatta bazen 3-5 gün daha zoraki canlı kalmak uğruna, hayatımın son demlerini hastanede, makinelere bağlı, başkalarına yük olarak geçirmek istemezdim. Zaten bana kalırsa canlı kalmak ve yaşamak aynı şeyler değil.

Kazım Kanat, belki zorlasalar bir süre daha "canlı" kalırdı. Ama o son aylarını o güzellikte yaşamamış olacaktı.

Tamer Ertangil.

Değiniler: 1-31 Ağustos 2016

$
0
0
(1) Beşiktaşlı yorumcu Kazım Kanat vardı, çoğunuz bilirsiniz. Kendisine kanser teşhisi konulup bir süre tedavi gördükten sonra, baktı ki çaresi yok, ölümün eli kulağında, tedaviyi reddetmiş, son birkaç ayını hastane koridorlarında ve diyaliz makinesine bağlı geçireceğine, “teknemde ailemle hayatın tadını çıkarıyorum, artık ne olacaksa, ne zaman olacaksa olsun” demişti. Zor bir karardı muhakkak ama bence Kazım Kanat doğrusunu yapmıştı.

Elimde olsa sonsuza dek yaşamak isterim. Hep sağlıklı kalmak ve mümkünse hiç yaşlanmamak isterim. Ölüm deneyimini, deneyimleyen kişiden başka hiç kimse bilemeyeceği, ve ölen kişi, söz konusu deneyimi başkalarına aktaramayacağı için, aksini tasavvur etmek zaten mümkün değil. Ölmeyi istemez kimse. Arzu nesneleri hayatın içindeyken, hayata dahil olmayan, üstelik bilmediğin ve geriye dönüşsüz bir "şeyi" nasıl arzu edersin? Büyük zorluklarla karşılaşan, kimi iç ve dış sebeplerden kaynaklı buhranlı dönemler geçiren kişiler, eh bir de kişilik bakımından savaşçı yapıda değillerse, isterler belki, ölmeyi değil de, yaşamamayı. Ölmeyi değil de, yaşamakta olduğu hayatı istemeyebilir, bunu anlarım. Tekil bir yaşam deneyiminin reddidir bu, yaşamın kendisine, tüm mümkün yaşamlara genel bir reddiye değil. Veya ağır bir hastalığı vardır, artık yaşamamayı, daha doğrusu o acılardan kurtulmayı isteyebilir, bunu da anlarım. Ne var ki, ölümün bilgisine sahip olmak ve onu arzulamak anlamına gelmez bu durum. O kadar sevimsiz bir konu ki, bırakın arzu etmeyi, hakkında konuşurken bile insanın enerjisini düşürüyor.

Eskiden insanlar evlerinde can verirdi. Yani eceli gelenlerden bahsediyorum. Modernitenin çoğu getirisini tereddütsüz kucaklayan birisi olsam da, günümüzde insanların son nefeslerini hastanelerde veriyor olmalarından hoşnut değilim. Yaşatmak güzel şey kuşkusuz; gelgelelim ihtiyarlıktan parmağını oynatamayacak denli kudretten düşmüş, sürekli kalbi tekleyen, özbakımını yapmaktan aciz hâlde, Azrail tarafından mütemadiyen yoklanan insanları makinelere bağlayarak, aşırı dozda ilaçlar ve uyarıcılarla ite kaka yaşatmak, onlara zulmetmek gibi geliyor bana. Bunun kararını ben veremem. Ruhsuz olmakla, duyarsız olmakla da suçlanmak istemem; ama kendi adıma, en azından kendi bedenim söz konusu olduğunda, üç beş ay, hatta bazen 3-5 gün daha zoraki canlı kalmak uğruna, hayatımın son demlerini hastanede, makinelere bağlı, başkalarına yük olarak geçirmek istemezdim. Zaten bana kalırsa canlı kalmak ve yaşamak aynı şeyler değil.

Kazım Kanat, belki zorlasalar bir süre daha "canlı" kalırdı. Ama o son aylarını o güzellikte yaşamamış olacaktı.

(2) İnternetten alışveriş şöyle dursun, mağazada giysi seçerken bile kalitesine, dikişlerine bakan yok, keten midir, yüzde kaçı polyesterdir, ne kadarı pamukludur, umursayan kalmadı. Varsa yoksa “şıklığı”, göze hoş görünmesi, evdeki pantolonla, ayakkabıyla uyum sağlaması, ahenkli bir kombin oluşturması. Çağımızda mutlak ve aşkın referansların yokluğunda her görüntünün bizatihi kendisi birer referans hâlini aldı. Görünümün ardında yatan gerçeklik, biçimin yapıldığı maddenin niteliği, yahut şeylerin altında yatan öz kimsenin umrunda olmadığından, görüntülerin bitimsizce akıp durduğu bir geçit törenine döndü dışarısı. Yemeğin bile görüntüsü lezzetinin önüne geçti –çek koy Instagram’a. Çok şık.

Kimi dinî ya da milli kimlikler bile birer elbiseymişçesine üzerimize geçirdiğimiz sentetik kılıflar, bir öze, bir mantığa işaret etmeyen, yalnızca “zevahiri kurtarmaya” yarayan şekilci unsurlara indirgendi. Bayrak mesela, bugünlerde her yerde, güzel, güzel de neye referans veriyor, hangi değerlere işaret ediyorsun onunla? 2012 Londra Olimpiyatları’nın açılış törenini anımsıyorum. Milliyetçilikse milliyetçilik, adamın bayrağı göndere çekilmiş, dalgalanıyor ama referansları, neye gönderdiği, neyi kastettiği de geliyor ardından. Söz gelimi Shakespeare’i koyuyor sahneye, bilimsel yöntemi geliştiren Francis Bacon ve büyük fizikçi Newton’ı çıkarıyor, bilimsel devrimden, sonrasında sanayi devriminden bahsediyor. Bizim bayrak sevdamızsa yalnızca simgesel düzeyde kalmışa benziyor bugünlerde. Kendilerinden ateş isteyen gence “tut şu bayrağı!” deyip dört beş kişi tek kişiyi dövmek, bunu kameraya çekip küfretmek mi milli değerimiz? O haydutlar mı sahip çıkmış oldu şimdi bağımsızlığımıza? “Şu cennet vatanın” her yerine, özellike otomobillerin camlarından, çoluk çocuk kim varsa çöp atmak mı bayrak sevgisi?

Çok seviyorsunuz ya hani vatanı, bile isteye bir iş yapan, gönüllü olarak fazladan çalışan, okuyan, topluma bir değer katmaya çalışan kişileri “enayi” olarak değerlendirmek mi yurt sevgisi? Öyle ya, bizde gereksiz, fuzulî, lüzumsuz, fazlalık, haybeye gibi çok kelime vardır emeği küçümsemek için kullanılan. Bir karikatür vardı, ilk sahnede, karşıdan karşıya geçen anne, yerleri süpüren temizlik işçisini göstererek çocuğuna “OKUMAZSAN ONUN GİBİ OLURSUN!” diyordu. Çöpçü olursun yani. İkinci ve güya doğru olan sahnede ise anne çocuğuna “okuyup iyi mevkilere gelerek bu insanlara daha iyi iş olanakları sağlayabilirsin” diyordu. Hâlbuki iki anne de temizlik işini küçük görüyor, çöpçü olmayı acınacak bir hâlmiş gibi değerlendiriyordu. Karikatür hatalıydı. Çalışmak enayiliktir bizde, fazladan yaptığın iş eline yapışır, bir gün yapmadığında sen kötü olursun ve hele bir de çöpçülük, amelelik yapıyorsan “acınacak” hâldesindir.

Her cümleyi küfürle bitirmek, anadilini bozuk ve itinasız bir şekilde kullanmak, yüz kelime ile hayatını idame ettirmek, daha fazla kelime kullananı ise ukala addetmek mi bayrak sevgisi, Türkçe sevgisi? TEK DİİİİİİİİİİİLLLLLLL diye bağırana kadar azıcık okuyup not tutsak da anadilimizi geliştirsek kötü mü olur? Elin Alman’ı gelip İstanbul’da, Ankara’da Alman bayraklarıyla, bağıra çağıra, “DEUTSCHLAND ÜBER ALLES!” diye yürüyüş yapsa bunu işgal psikolojisiyle değerlendireceği besbelli olan gurbetçilerin, Almanya’nın göbeğinde, özgürlüğü bulmuş, rahatlığı bulmuş ya hani, artık insanları kendilerinden tiksindirene kadar, 80 yaşında teyzeleri çıldırtıncaya kadar, kornalarla, tekbirlerle, kuru gürültüyle etrafa rahatsızlık vermesi mi? Aferin, çok güzel bir görüntü verdiniz. Görüntü tamam da, sahi ne oldu diline, kültürüne sahip çıkmaya, medeniyete ne oldu? Sporda başarı, bilimde çığır açan buluşlar, iyi insanlar yetiştirmek, saygı, sevgi, hoşgörü, sanatı desteklemek filan, ner’de kaldı bütün bunlar? Giyim mağazalarında olduğu gibi, görüntüye, şıklığa fazlasıyla takmış durumdayız ama sosyal mevzularda malzeme kimsenin umrunda değil. Kimse artık, şöyle baş parmağıyla işaret parmağının arasına alıp kumaşın kalitesine bakmıyor.

Malzeme kalitesi düşünce şıklık da geçici oluyor, ne giysen tez zamanda kitsch’leşiyor tabi.

(3) Dün sahilde oturuyoruz. Sohbet öyle bir noktaya vardı ki, arkadaşın arkadaşı, hayatın anlamını çözmüş edasıyla “her şey bir” şeklinde özetlenebilecek sözler etti. Laik ya da teokratik devlet, ne fark eder ki, sonuçta ikisi de devletmiş. Ha kraliyet ailesi ha parlamento, ne fark eder ki, sonuçta ikisi de otoriteymiş. Bilge ile cahil arasında da fark yokmuş esasen, sonuçta bilgili kişi, bilgisiyle otorite kurmaya çalışırmış üzerimizde, cahil ise kaba kuvvetle. Dernek mi? İslamcı bir dernek olur, şeriat getirmek isteyebilir, seminerler verebilirmiş, bunun Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden ya da herhangi başka bir dünyevî dernekten ne farkı varmışmış? “SONUÇTA İKİSİ DE DERNEK” imiş. Çocukları akıl ve bilimin ışığında, felsefeyle sorgulamayla yetiştirmek ya da dogmatik bir akide etrafında yetiştirmek arasında ne fark varmışmış? Sonuçta ikisi de toplum mühendisliğiymiş, ha Kuzey Kore, ha Suudi Arabistan, ha İskandinavya, hepsinin okullarında çocuklar şekilleniyor, hamur gibi yoğruluyormuşmuş. Abi bir aydınlanma geldi ki sorma. Işığı gördüm sanki bir an için. Meğer o kadar okumanın hiçbir gereği yokmuş yahu, baksanıza “her şey bir” nasıl olsa, okumuşsun, okumamışsın, ne değişir?

Size bir şey diyeyim mi? Bu “her şey bir yeaa” muhabbeti en kolaycı, en işe yaramaz, en çözümsüz tavırdır. Bir kere farklı devletler, dernekler, eğitim sistemleri ve otorite türleri bal gibi karşılaştırılır, kimi yönlerden artı ve eksileri tespit edilip insan özgürlüğüne, toplumsal huzura ve hoşgörüye katkısı bakımından daha iyi olanı pekâlâ gösterilebilir, hangi sistemin daha üstün olduğu, en azından ehven-i şer olduğu bal gibi tartışılabilir. Bir tarafta sorgulanması yasak olan dinî dogmalarla örtüşmeyen her şeyi elinin tersiyle reddeden bir kültür, diğer yanda Kuzey Kore’de örneğini gördüğümüz, ülke liderini Tanrı gibi gören, o öldüğünde yok efendim turnalar ters yöne uçmuş filan gibi mitolojik anlatılar geliştiren bir devlet, diğer yanda akıl, bilimsel yöntem, sistematik gözlem ve deneye, en önemlisi rasyonel tartışmaya dayanan bir eğitim sistemi, saygı ve mesafeyi, yaşam tarzlarına müdahale etmemeyi esas alan bir kültür ve bunların hepsi bir, öyle mi? Yok ya?
Her şeyi aynı kefeye koyan, her şeyi eşdeğer kılarak karşılaştırma imkânını ortadan kaldıran bu indirgeyici tavrı önceden göreci olmakla eleştirirdim, artık basbayağı nihilist buluyorum. Çünkü hiçbir değere öncelik tanımıyor, hiçbir tercih yapmıyor, iyi ve kötü arasında, güzel ve çirkin arasında, en önemlisi de kötüyle daha az kötü arasında bile hiçbir bir ayrım yapmıyor bu tuhaf tavır. Tüm değerlerin yitimi, nam-ı diğer nihilizmdir bu. Gerçi Türkçe karşılığı da güzel: Yoksayıcılık veya hiççilik.

Vallahi öyle her şey bir filan değil. Geçiniz.

(4) Off. Vallahi şiştim. Maşallah bakıyorum da eski ortakları televizyona çıkıp çıkıp Fethullah Gülen’i kötüleme yarışına girmiş. Niye? Kandırıldıklarını nihayet idrak ettikleri için mi? Hiç sanmam. Daha ziyade bugün rüzgâr böyle esiyor, akıntı bu yönde. Gülen’in ne menem bir iblis olduğunu ekranlarda ayrıntılarıyla anlatan bu zıpçıktı itirafçılar hiç kusura bakmasınlar da, bunları şimdi anlatmak marifet değil. Sen o anlattığın onca pisliğe, onca garabete tanık olurken, rüzgâr bu yönde esmediği için, eleştiri alırım, destek görmem diye susmuşsun, şimdi nasıl olsa medyayla, iktidarla ortamı müsait bulmuşsun, alkışlar arkandayken vay efendim Feto böyle kötüydü, şöyle kötüydü, sahte mehdî idi filan... Yahu sen demek ki bir dönem de olsa adamın mehdî olduğuna inanmışsın, sonra bunun yanlış olduğunu idrak etsen ne olur, etmesen ne olur? Demek ki ileride bir başkasının da mehdî olabileceğine inanmaya teşnesin bir kere. Sende yanlışa, aldanmaya, kandırılmaya yatkınlık var olduktan sonra, Gülen gider başkası gelir. On yaşındayken Hocanın hizmetine girdim diyor. Kardeşim senin anan baban yok mu? Daha çocukken seni nasıl verirler başkasının boyunduruğuna? Reşit olmamış kişileri ailesinden alıp dinî eğitim adı altında yurtlarda, evlerde tutmak net ÇOCUK İSTİSMARIDIR. Bunun lamı cimi yok. Bir cemaatin yurt binası göçmüştü de, aileler şikayetçi bile olmamıştı. Din eğitimi veriliyordu, kaderde ne varsa o diyerek. Zehirlediniz milleti be. Yok efendim Hocanın ayakkabısının bağcığını eliyle sökemezlerse dişleriyle sökerlermiş, el öpmeler, ayak öpmeler -ne ararsan. Gerçi Katoliklerde de vardı böyle garabetler. Papa, kameralar kayıttayken, mültecilerin ayaklarını yıkayıp öpüyordu. Öyk unsure ifade simgesi:/ Tiskindim. Ne gerek var böyle şeylere? Sene 2016 olmuş, mevzulara bak. Dindar subay yetiştirmek nedir? Devletin askerin ya da başka bir yurttaşın dinî inancına karışmak gibi bir görevi mi var? Adam ister oruç tutar, namaz kılar, ister kılmaz, müslüman olur, ateist olur, zerdüşt olur, SANA NE KARDEŞİM? Adamın işini hakkıyla yapıp yapmadığına baksana?

Kandırıldık! Hep kandırılıyorsunuz zaten. Ortadoğu hep kandırılır. “Müslümanı müslümana kırdırıyollaaa :(” diye tepişip dururlar, bir kere de “yahu biz niye dış mihrakların gazına gelip birbirimizi öldürüyoruz ki?” diye sormak akıllarına gelmez. Belki de birbirinize düşman olmaya, bölünmeye eğilimlisiniz, demek ki fıtratınızda bu var, olamaz mı? Birbirine düşüyorsun çünkü biribirine düşmeye yatkınlığın var belki de? Çocuk musunuz kardeşim? Tamam, ABD’nin oyunları bunlar, İsrail oyunları diyelim, e oyuna gelme o zaman bi zahmet??
Şiştim yeminle. Daha da izlemem 3-4 gün CNNTürk filan.

(5) Her sabah, kayalardan yığma mendireğe doğru yalın ayak yürüyor, oradan denize atlayıp, havlu, üst ve terliklerimi bıraktığım, eve en yakın yerdeki banka doğru yüzüyorum. “Bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım sizin olsun” demiş ya Wilde, o sözden benim anladığım biraz farklı sanki: Reklamlarda ihtiyaç diye gösterilenler sizin olsun da, kendi istediklerim bende kalsın, kâfi. Asgarî sayıda eşyayla yaşıyorum, arabam yok. Bir tek bisikletim var iki sene önce aldığım. Toplu taşıma ve bisiklet ziyadesiyle işimi görüyor. Çanak antenden gelen kablo bir fırtına esnasında koptuğundan beridir evde TV yayını yok. Aslına bakarsanız iyi de oldu. Çok gerekirse dizüstü bilgisayarımdan canlı yayınlara bakıyorum arasıra, sonra darlanıp kapatıyorum zaten. Bünyem gündemi bir yere kadar kaldırabiliyor.
Benim eve gelenlerin yaptığı ilk iş mutfaktaki tartıya çıkıp kilosunu ölçmekse, ikincisi “değiştir artık şu kumaş giysi dolabını” veya “bu perdeler güzel değil” demek. Alıştım artık. Hâlbuki ben o dolaptan da, perdelerden de memnunum. Sık giydiklerim, bir koltuğun kolçaklarında durur dizili, her giydiğimi istifin en altına koyarım ki bir daha ona sıra geç gelsin. Tartıyı ise misafirler çok seviyor. Müthiş bir cazibesi var. Koyun bak en görünür yere, eve gelen herkes selamlaşma faslının ardından hemen tartıya çıkacaktır. Neyse. Eşya sevmiyorum. Otomobilin hayalini bile kurmuyorum, bir araba gördüğümde markasını-modelini bile tanımıyorum çoğunlukla. Algım seçmiyor. Evde kitapların sayısı epey arttı. Ama e-kitap okuyucu aldım, yüzyılın icadı! Artık basılı kitap da almam, alsam bile mecbur kalırsam, e-kitabı yoksa, ayda yılda bir. Ahşap oyma bir heykel paylaşmıştım bir grupta iki sene kadar önce de, bir çevrecinin, “heykel yapmak için ağaçtan başka malzeme bulamamışlar mı?!” tepkisini hatırlarım. Heh, şimdi elinde kitap olan, kitap kokusu nostaljisi yapan çevreci görmeyeyim, “NEDEN E-KİTAP OKUYUCU ALMIYORSUN AĞAÇ KATİLİ SENİ!” diye suçlayacağım :) Şaka yapıyorum. E-kitap okuyucuyu asıl sevme nedenim minimalizm anlayışıma uyuyor olması. Yer israfı yok.

Bir buçuk-iki sene sonra yeni bir eve geçeceğim gibi görünüyor, o zaman da denize yakın, dilediğim zaman yüzebileceğim bir ev olsun da, 1+1 olsun, yeter. İçine, Japon minimalistleri gibi, şu an sahip olduğumdan da az eşya koyacağım, başka beklentim yok. Gerçi Japon diyorum da, eskiden Anadolu çok daha kanaatkârmış. Sabah siniyi getirip yer sofrası kurduğun, akşam misafirini ağırladığın, gece döşek serip uyuduğun oda hep aynı odaymış. Tek. Sonra modernleşme geldi, hayat kolaylaştı ve sıkıldıkça onu biz zorlaştırdık.

Basit yaşayacaksın ya, yalın yani, su gibi yalın. Yüzmek bedava, koşmak bedava, okumak, eh bedava sayılır, bir de yazdan yaza yurtdışında kafa dağıtmaca, eh, benim lükslerim de bunlar. Yoksa kim uğraşacak arabanın bakımıyla, sigortasıyla, muayenesiyle? Eşyaymış, mobilyaymış, ne gerek var şimdi?

Hem toz oluyor.

(6) Sahil ferah oluyor sabahları. Yarım saat yüzdükten sonra kayalıklara çıktım. Kurulanıp üstümü giydim. Eve doğru yürürken yakınımda bir yerden “cık-cık-cık-cık” sesleri işittim. N’oluyoruz yahu? Bir an için afallayıp birilerinin beni yadırgadığını düşünür gibi oldum ki, yok, arkamı döndüğümde anladım durumu. İki genç kız, bir tanesi sert, kaşları çatık, korkunç bakıyor. “EDEBBB” diyor, “EDEÜBB!” Diğeri ise “yürü, yürü!” diye onu sakinleştirmek derdinde. Dertleri benimle değilmiş. İyi haber. O an olayı çözüyorum. Bazı sabahlar gördüğüm, kayalıkların yakınına kilim seren, radyosunda müzik açıp meyvesini dilimleyen, ehl-i keyif bir abi var. Abi dediysem, altmış yaşlarında. Tanıyorum. “Plajı sevmiyorum” demişti. Aynı benim kafadan, çünkü küçücük plajda insanlar arı kovanındaymış gibi, dip dibe, ahşap iskelede bile elin kolun çarpıyor başkalarına, o kadar sıkışık. Mavi bayraklı diye reklam edilince komşu ilçeler de hücüm eder oldu. Plajın tadı kaçtı anlayacağınız. Biz gibi denizin fotoğrafına bakmaktansa içine girmeyi tercih edenlerse çareyi kıyı şeridinde, kayalıklarda özgürce yüzmekte buldu. Bahsettiğim bu abimiz on numara birisi. Kendi hâlinde, meyve yer, müzik dinler, güneşlenir, atlar denize, çıkar, kurulanır, sonra pılısını pırtısını toplar gider. İki üç gün sonra yine aynı yerde görürsün. Emekli. Bir nevi yerel Fedon. O cık-cık-cık seslerinin sebebiyse adamın üstünde tişört olmaması.

Daha çok gezerek, yurtdışında bırakın denizi, nehir kenarlarında bile, suya girmese bile güneşlenip D vitamini depolayan insanları görse daha hoşgörülü olurdu belki halkımız. Özgürlüğün bir tek dindarlara özgürlük anlamına gelmediğini, “edepsiz laiklerin", çağdaş diye tabir edilen insanların plajlara, kapalı alanlara, gözden uzak yerlere tıkıştırılmasının asıl edepsizlik olduğunu anlama fırsatını yakalarlardı belki. Özgürlüğün, dışlama ve nefret etme özgürlüğü olmadığını idrak ederdi belki insanımız. Biraz seyahat imkânı olsa, dışarıya çıktıklarında, hep çatık kaşlarla, yadırgayan, küçümseyen bakışlarla ve cık-cık-cık sesleriyle, durmaksızın etrafı gözetlemelerine gerek olmadığını anlarlardı belki. Kendisini durduk yere edepli saymasının temelsiz olduğunu, bunun bir çeşit kibir olduğunu görürlerdi. Soyunmakla medenî olunmuyor, evet, maymun da medenî olurdu o zaman, evet, çok güzel aşağıladın, hayvana benzettin bizi, “FOG BALIĞI GİBİ UZANMIŞ GÜNEŞLENİYORLAR”, aynen, hayvanız, evet, sen hep haklısın, her şey senin için, tüm kamusal alan sana feda olsun, aynen. Peki sırf kapanmakla otomatikman medenî mi oldun? Bu kadar kolay mı medenî olmak? Giyindin -tamam, artık medenisin. Tebrikler! Bu mudur? Medeniyet ne zamandan beridir bir kesimin tekelinde? Hem ne bu öfke? A yok, biz maymunuz, ayı balığıyız, aynen, şimdi hatırladım, Afrikalı yamyamlarız biz, yüzen, güneşlenen, eğlenen. Bu yamyamları küçük plajlara, kapalı havuzlara tıkmalı, orada ne halt ederlerse etsinler. Ama ortalıkta görünmesinler.

Deniz cilde iyi gelir. Tuzlu. Sinüsleri açar. D vitamini de faydalı hem.

(7) Şiddet üzerine bir kitapla ve Ağustos böceklerinin sesleri arasında geçirdiğim bu sakin gecede, yatmadan evvel değinmek istediğim bir konu var. Apaçık kötülüklere karşı mantıklı çözümlemeler hiçbir fayda etmiyor. Dünyanın en doğru çözümlemesini yapsan ne yazar? Karşında “benim şu kadar taraftarım var, sen kimsin ki?” diye diklenen ideolojilere tüm o titiz tespit ve tahliller vız gelir tırıs gider. Güya sorgulayan, olayların altında yatan sebepleri açığa çıkartan ve tarafsız ve nesnel olmakla övünen şu genç ve fenomen anelizci tayfada nihilizmin ayak seslerini işitmek mümkün. Evet, çok mantıklısın. Terör olaylarının, ölümlerin, acıların, savaşların sebeplerini ne kadar da güzel, bir bir ortaya seriyorsun. Ne var ki bu robotumsu nesnellik, bu matematiksel tarafsızlık bir duygu yoksunluğuna doğru evrilmiş. Betimleme güzel, güzel de hani senin tarafın? Taraf demeyelim de, söz konusu betimlemeyi takip etmesi gereken değerlendirme aşaman nerede? Değerlendirme yapabilmen için değerlere ihtiyacın var. Özgürlük, adalet, hoşgörü olur, kimisine göre sivillerin öldürülmesini yanlış bulmak gibi bir ilke olur, kimisine göre kardeşçe bir arada yaşamak olur; ama illa ki kimi değerlerin ışığında bakman gerekir çözümlemelerine. Yoksa en doğruyu söylemişsin, en güzel mantık zincirini sen kurmuşsun, bu bilimsel akılla tespitçilerin birincisi olursun belki ama en azından bir kötülüğü kınayamadıktan sonra yetmiyor işte. Bu yüzden şu hayatta bilim yetmiyor, felsefe hep bir kenarda varoluyor; çünkü bilim olgularla uğraşır, değerlerle değil. Mantık gerekli koşul; ama yeterli değil.

Bir olayın sebeplerini ortaya koymak, o sebepleri meşru gördüğümüz anlamına gelmez. Bu bir yanılgı. Bariz bir kötülüğün altında yatan gerekçeleri görmek, onları anlayışla karşılamamızı gerektirmez. Gelgelelim, değer yargılarının yokluğunda, yani nihilist bir tutumla koşul ve sebeplerin anlaşılması, sonucun da anlayışla karşılandığını, kötülüğün sıradanlaştığını ima ediyor, kimilerinde iş bu noktaya varıyor en azından. İnsanlık dışı, delice bir eylem yapılmış, ağız tadıyla kınayamıyorsun, "e abi, sebeplerine bakmak lazım" soğukluğu çarpıyor yüzüne. Eyvallah, sebeplerine bakalım da, sonucu da es geçmeyelim, meşru görmeyelim bi'zahmet. Kaldı ki, sonucun kötülüğünün yanı sıra sebeplerin kendileri de pekâlâ kötü olabilir. Cinayet işleyen bir adamın, katliam yapan bir terör örgütünün veyahut sivillerin ölümüne yol açan bir savaşın muhakkak kendince “haklı” sebepleri vardır. Sorsan herkes haklıdır. Herkes iyi niyetli olduğundan emindir. Her şeyin altında kimi sebepler yatar.

Ne var ki bunları anlıyor olmak, onları anlayışla karşılamamızı, meşru görmemizi gerektirmiyor.

(8) On altı yaşındaydım o zaman. Tuhaftır, bir bilgisayar dergisinde, PCWorld idi sanırım, Mîna Urgan adında yaşlı bir kadınla yapılan mülakatı okumuştum. Elinde sigarası, genel itibariyle anlamadığım konulardan, ütopyadan, Thomas More diye bir adamdan, İngiliz edebiyatından filan bahsediyor, yeni çıkan kitabı Bir Dinozorun Anıları’nda hayatını kaleme aldığını söylüyordu. Bir Dinozorun Anıları: Kalmış aklımda o zamandan. Mîna Urgan’ın fotoğrafı hâlâ capcanlı gözümün önünde. Size de oluyordur, nasıl olsa sonra okurum diyerek erteleriz kimi kitapları, ama ben Mîna Urgan’ı okumayı on sekiz sene hangi akla hizmet ertelemişim, ona şaşıyorum. Ne kadar hoş bir kitap, ne kadar yalın bir Türkçe. Yaşlılık, çocukluk, annesi, babası, anne olması, pek az bahsettiği oğlunun kendisinden önce vefat etmesi, kızı, iş hayatı, tüm içtenliğiyle, deneme kabilinden kimi düşünceleri ve ölümün yaklaşmakta olduğunun acı bilinci.

Bir senedir düşünce eserlerini ara ara okusam da not tutmuyorum. Artık daha çok edebî eserler okuyorum. En sevdiklerimse roman ve otobiyografiler. Özellikle ömrü boyunca şöhret olmamış, sıradan, küçük insanların kaygıları, umutları, hüzünleri, sevinçleri, aile yaşantıları ve öyle büyük büyük ideallere değil de, hayata dair küçük detaylara, insanlara, karşılaşmalara ilişkin düşünceleri ilgimi çekiyor. Belki kendi hayatım pek ilginç olmadığındandır, bilmiyorum ama böyle kitaplara bayılıyorum.

Bir Dinozorun Anıları’nı henüz bitirmedim. Şunları yazarken bile kitaba devam etme arzusu hasıl oldu içimde. Nasıl bunca sene ertelemişim ya? Geçen gün Thomas Berhhard’ın otobiyografisini de edindim.

(9) Reklam geçiyor. Ne alakaysa yine önce horon, ardından zeybek, Güneydoğu ve Rumeli. Son onbeş yıldır bu “farklılıklarımızla bir aradayız” retoriğinin böylesine sık kullanılmasından yıldım artık. Evet, farklı yaşam tarzlarımız, farklı etnik kökenlerimiz, farklı memleketlerimiz, farklı inançlarımız, mezheplerimiz, dinlerimiz, farklı tercihlerimiz, farklı yönlerimiz, farklı farklı farklı her şeylerimiz var. Anladık. Ne olursa olsun da aman yeter ki farklı olsun. “Farklı” sözcüğünün bu kadar sık kullanıldığı bir dönem daha olmuş mudur acaba? O kadar kırılgan bir zemin ki, camdan adeta, her an kırılıp dağılmaya hazır. O kadar farklı farklıyız ki, zoraki bir arada duruyormuşuz gibi. Filozof Levinas sağolsun Öteki kavramı da bu durumu hayli besledi. Ötekini bağrına bas, ötekini kabullen, ötekine saygı duy. İyi güzel de, farklı olana, ötekine dair vurgu bu denli artınca, üstelik yapılan vurgu onun sırf farklı ve öteki olmasına dair olunca, bu sinsice, örtük bir ötekileştirmeye dönüşüyor zaten. X ve Y arasında üç benzerlik, bir farklılık mı var? O üç benzerlikten hiç bahsetme ama o tek farklılığı haddinden fazla öne çıkar. Oldu. Artık biraz da benzerliklerimiz üzerinde dursak diyorum. Horonla zeybek arasında öyle çok da büyük bir fark yok. Fark arıyorsan Avrupa’ya bile değil, Uzakdoğu’ya gitmen lazım. Bak Uzakdoğu farklıdır hakikaten. Benzerliklerimize baksak artık, hangi yöreden olursak olalım eve ayakkabısız girdiğimize, çekirdek çitlediğimize, durgun suda değil de akan suda yıkandığımıza filan. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuza, onu geçtim İNSAN olduğumuza baksak mesela artık. Umut Sarıkaya’nın bir karikatürünü gördüm evvelsi gün. Türkiye Otobüsü yapmışlar, toplumun her kesiminden temsilci toplayıp bindirip gezeceklermiş. İlk gelen adamı “İŞTE TOPLUMUN TEZ CANLI KESİMİ!” diye karşılıyorlar. Doğru tespit. O kesim, şu kesim, bu kesim derken, sürekli farklı kesimlere ayrışmanın sonu yok çünkü. Sürekli yeni konseptler etrafında farklılaşıp ötekileşmen ve ötekileştirmen mümkün. Farklılığı belirli bir konsept etrafında inşa edince, sanıyorsun ki karşındaki insan 7/24 öyle davranıyor. Donmuş bir kalıp adeta. Kodlanmış bir yazılım. Sanırsın Karadenizli işi gücü yokmuş gibi tüm gün horon tepiyor. Alevilerle ilgili habere koy semah dönenlerin fotoğrafını, adetten artık, sanırsın 7/24 semah dönüyorlar. Başka örneklere girmiyorum bile. Sanki her birimiz en nihayetinde insan değilmişiz, hiçbir benzerliğimiz yokmuş, sabah işe giden, akşam eve dönen, sevinen, üzülen, gülen, normal insanlar değilmişiz gibi. Farklılıklar kesişmeyen, katı birer yapı, tüm üyelerinin birbirinin kopyası olduğu bir küme gibi görülünce, bir katliam olduğu vakit “acaba kime karşı yapılmış?” sorusu da çıkıveriyor ortaya. Ölenler hangi kesimdenmiş? Ha öyle mi, peki. Farklı kesimler, farklılıklarımıza RAĞMEN bir-aradalıklar filan. Rağmen?

Kesim sözcüğünden soğudum yeminle.

(10) Cerablus Harekatı'nda dikkati çeken bir nokta şu ki... Yok yahu, pek bakmadım haberlere bugün. Sonra bakarım. Üst kattaki komşumun halı yıkama tutkusu ile başım dertte. Rahatsızlığımı belirtmiştim ama öyle ya, güleryüzlü tavrımdan ötürü kaale almamıştı herhalde. Öyledir bizde, öfkelenmeden, sakince konuşursan “demek ki o kadar kızmamış” diye düşünür, önemsemezler. Aslında beni ilgilendirmez, isterse yılın 365 günü halı yıkasın -tabi beni etkilemediği sürece. Kurutup kurutup yeniden mi yıkıyorsa artık, beş gün, altı gün, yedi gün derken, sonunda yine uyardım. Üç gündür balkonda oturamadığımı, kafama ve masama su damladığını, çamaşır asamadığımı ve hatta balkon tavan boyasının sızan sulardan ötürü kabardığını söyledim. Aldığım cevapsa şu: "HAKKINI HELAL ET!" Bu küçük örnek gösteriyor ki, şu hak helal edip etmeme mevzuu suiistimal edilmeye gayet açık. Tamam, öğrencim mezun olur ayrılır, hakkınızı helal edin Hocam der, yahut bir meslektaşımın tayini çıkar, Hocam hakkınızı helal edin der, bunları anlarım. Muhtemelen bir daha onları görmeyeceksindir zira. Gelgelelim, gündelik yaşantılarımızda iznimiz alınmadan yapılan işler, kimi sınır ihlâlleri ve verilen rahatsızlıkların ardından “hakkını helal et” demenin bence hiç kıymeti yok. Sadece kendini düşünmüşsün, borç alıp vermemişsin, sabaha kadar gürültü yapıp uyutmamışsın, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmemişsin, ondan sonra "hakkını helal et." Oldu. Hak helal etme mekanizması, yapmak istediği rahatsız edici bir işi oldu bittiye getirmek isteyenler için biçilmiş kaftan. Nasıl olsa karşındakinin “hayır, helal etmiyorum” demeyeceğinden eminsin. Hakkını helal et = helal etme de görelim. Zaten olan olmuş bitmiş. Geri dönüş yok.

Şahsen bu kalıbı kullanmıyorum. Başkalarına rahatsızlık veren işleri oldu bittiye getirmekse hiç hoş değil. Ha, eğer bilmeden bir kusur işlendiyse, içtenlikle özür dilenmesini tercih ederim. Çok daha samimi öylesi.

(11) Ata bindirmiş gezdiriyorlar küçücük çocuğu. Üzerinde pelerini ve fesi ışıl ışıl. Darbukanın gürültüsü ortalığı inletiyor. Oyuncak da almışlardır türlü türlü. Bedel gibi adeta. Öyle ki, anne babanın bile içine sinmiyor aslında; ama n’apacaksın? Kültür. Küçücük erkek çocuğunun cinsel organına müdahalenin yanlış olduğunu bilirler bir yandan. İnsan bedeninin dokunulmaz olduğunu, kişi henüz reşit olmadan, rızası alınmadan onun bedenine müdahale etmenin insanlık suçu olduğunu alttan alta bilirler sanki. Bari oyuncaklar alalım, ata bindirelim, pelerin neyin giydirelim ki Süpermen gibi hissetsin kendini. Bir kahraman. Gariban avuntusu. Çağdaş, seküler, Avrupaî bir aile filan olman fark etmiyor. O sünnet yapılacak hemşerim. Zor bir karar. İnançla da çok alakası yok zira İslam’dan birkaç bin sene öncesine dayanan bir uygulama bu. Daha çok kültürün baskıcı bir unsuru hâlini almış. Çocuğa soran yok. Reşit olmasını bekleyen yok. Baskı dediğimde, bir meslektaşımın yüzünde alaycı bir gülümseme belirmişti. Aman canım, ne baskısıymış? Benim bu toplumun değerleriyle derdim varmış zaten. Evet var. Ama baskı da var. Hepimiz biliriz ki bu topraklarda yazılı olmayan kurallar vardır. Alay ederler o çocukla mesela. Sünnetsiz olduğu duyulmasın, dalga geçerler. Küçümserler. Erkek olmamasına vurgu yaparlar. Baskı yokmuşmuş. Türkiye'de sünnetsiz bir erkek olmak? 12 yaşına kadar sünneti ertelenen arkadaşlarımız bile komik gelirdi bize. Çocukken "ben beş yaşında sünnet oldum" diye gururlanırdım. Kültürün en derin katmanlarına nüfuz etmiş bir olay bu. Bizim ülkenin, bu gibi işlerin bal gibi yanlış olduğunu bilen entelektüelleri bile ses çıkartamaz. Gider Afrika’daki kadın sünnetini eleştirir, insanlık-dışı bulur mesela. Çünkü uzakları eleştirmek kolaydır. Uzakta duranların “bu da benim kültürüm, biz kadını sünnet ederiz!” diye tepki veremeyecek olduklarını bilir. Uzakta zaten. Duymuyor seni. Ama ülkendeki erkek sünnetini eleştiremezsin. Tam içindesin zira. Afrika’ya seslen abi sen. Daha güvenli. Cahil Afrika.

Burada sokaktaki kadının bile küçücük çocuğunu sünnet ettirmekle tehdit ettiğini duyarsın. “Sus bakayım! Zırlama! Vallahi sünnetçiye götürürüm yoksa seni!” Nihayet, kendi oğlun olduğunda ikileme düşersin. Aklın ve kalbin çocuğun bedenine müdahale etmemen gerektiğini söyler. Toplumsa aksini. Çocuğumla alay ederler diye düşünürsün. Dışlanır, ileride ilişkilerine yansır, belki psikolojisi bozulur. O yüzden bir de bakmışsın “yapacak bir şey yok; bu yanlış sürdürülmeli” noktasına varmışsın. Aradan çıkartmak zorunda olduğun bir zaruriyet. İçine sinmeyen bir işi yapmanın ağırlığı. Özgür irade mi? O da ne? Çocuk avutulmalı. Senin de günah çıkartman gerek. At kiralarsın sonra, süslü davetiyeler, oyuncaklar, para, fesler ve pelerinler.

Bir de darbuka gürültüsü.

Tamer Ertangil.


Değiniler: Eylül

$
0
0
(1) Ivan Illich’in Okulsuz Toplum’unu okuyayım dedim. İnat edip bitirdim ama sıkıldım. Aydınlanma ve ilerleme düşüncesini eleştireyim derken o kadar çok açık vermiş ki, bir dolu sorunlu nokta var. Okulsuz Toplum’dan memnun kalmayınca canım deneme okumak istedi. Tezer Özlü’nün Yeryüzüne Dayanabilmek İçin adlı kitabı bu bakımdan oldukça iyi geldi. İhtiyacım olan buymuş meğer. Herzog Werner’i keşfettim Özlü sayesinde. Bir filmini indirdim. Werner’in Buzda Yürüyüş diye bir kitabı ise zaten varmış bende. Bir ara okuyayım. Kitapların başka kitaplara, yazarlara ya da filmlere göndermede bulunmasını seviyorum. Tüm üyelerin birbirine eklemlendiği bir ağ gibi kitapların dünyası. Ayrı bir evren gibi. Bir sürü kesişen küme. Yaklaşık bir yıldır içinde bulunduğum ruh hâlinden memnunum. Gündemden tamamen kopuyor da değilim gerçi; ama gündeme hayatımda bir yere kadar izin veriyorum. Sınır ihlâline izin vermiyorum. Hop! Orada dur bakalım sevgili gündem. Bugün haber bakmayacağım! Geçen gün okulda şu anki milli eğitim bakanının adını hatırlayamadım. Nabi Avcı hâlâ görevde sanki. O kadar kopmuşum. Olan biteni az çok takip etsen de kendi kişisel gündemini inşa etmekte yarar var. Neye ilgi duyuyorsan artık. Bu durum yalnızca bize özgü değil üstelik. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Gustav Flaubert bile, yazmakta olduğu romanına yoğunlaşarak dışarıdaki gerçekliklerden koptuğunu, bunu bile isteye yaptığını, romanının adeta onun sımsıkı tutunduğu bir kaya olduğunu söylüyor. Kayayı bıraktığında kitabın düşsel evreninden gerçeklik denizine düşmesi an meselesi. Şahsen ortayolcuyum bu bakımdan. Düşler aleminde kalıp gerçeklerden kopmak kadar gerçeklerle haddinden fazla muhatap olup iç sıkıntısına gömülmek de kötü. Tercihler farklı farklı olabilir elbet. Kimi kusurlarımız da var muhakkak. Öte yandan, geceleri huzurla uyuyabildiğim, coşkulu ama öfkesiz, nihayet elden geldiğince ölçülü ve dengeli kalabildiğime göre şimdilik işler yolunda demektir. Böyle devam. İnsanoğlu gülümseyen de bir varlık. Acaba bu konu neden yeterince irdelenmez diye düşünürken filozof Henri Bergson'un Gülme adlı kitabını alıp sıraya koydum. Aklım onda iki gündür. Bir de Kierkegaard'ın Kahkaha Benden Yana'sı.

(2) Şu sürreal metrobüs kazasını akşam gördüm. Sanırsın Mad-Max filmi. Sosyal kuralların, ahlakî erdemlerin ve görgünün olmadığı kıyamet-sonrası filmlerinden bir sahne adeta. Filozof Hobbes'un ünlü sözündeki gibi: Herkesin herkese karşı savaşı. Bir vahşi doğa belgeseli. Dilediğin kadar özenerek yetiştir çocuğunu, sonsuza dek sırça köşklerde saklayamazsın. Nihayet dışarıda karşılaşacağı manzara bu. İsterse 15.000 lira maaş alsın, yaşayacağı ortam, kültür, medeniyet bu. Nasıl bir sinirse artık, o sinirin bedelini başkalarına ödetmeden rahatlayamayan insanlar. Şoföre sinirlenmiş olabilirsin, hatta şoförün tipine gıcık olmuş bile olabilirsin. Ama araç seyir hâlindeyken şoföre saldıramazsın. Haber sunucusu “şaşırtıcı kaza” ifadesini kullandı ama bence ortada şaşırtıcı bir şey yok. Herkes sinir hastası olmuş kardeşim. Daha bugün gerildik dolmuşta. Merkezde 70-80 yaşında teyzeler, binbir zorlukla araca binmeye çalışıyor, arkadaki araç acır mı, ihtiyar filan dinlemez, çünkü acelesi var, bencil ve saygısızız, bir tek kendimizi düşünüyoruz, DAT-DAT-DAT-DAT elli kere kornaya bastı. Bizim şoför bir yandan dönüp adama küfretti. Bir yandan da yaşlı yolculara bağırdı: “ACELE EDİN! ÇABUK OLUN!" Niye ki? Kadıncağız yaşlı, hızlı hareket edemiyor işte? Yol dar? O araba o teyzelerin binmesini efendi gibi bekleyecek. Yoksa saygıdan, ortak değerlerden filan bahsetmesinler hiç. Bir gerginlik mi yaşadın? Sinirlisin, kendine hakim olamıyor musun? Git sorununu kişisel olarak hallet. Şoförle daha sonra hesaplaş, Batılılar gibi düello yapın mesela. Madem bu kadar heveslisiniz şiddete. Hiç olmazsa olayla alakası olmayan insanlara zarar vermemiş olursunuz. Evet, düello kötüdür ama şu rezillikten, şu zincirleme trafik kazasından iyidir. Düello abi, bak ne güzel, gidin bir köşede paylaşın kozunuzu. Bizi niye bulaştırıyorsunuz? Ne çok kırmızı çizgisi oldu herkesin. “Camı çerçeveyi indiririm!”, “yakarım bu Dünyayı!” Yahu başkalarını niye katıyorsun işin içine? Denetleyemediğin öfken, bir türlü durulmak bilmeyen sinirin yüzünden Dünya neden yansın? Değerlisin evet ama başkası da değerli. Neden kendini Dünyanın merkezinde görüyorsun ki? Neden öfke nöbetlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda olduğumuzu, keyfin kaçtığı için herkesin keyfinin kaçması gerektiğini düşünüyorsun ki? Koca ülke bir ergen ben-merkeziyetçiliği ile yoğrulmuş. Kimse burnundan kıl aldırmıyor, ödün vermiyor. Milyonlarca sağı solu belli olmayan, patlamaya hazır bomba. Adam şoföre kızdı diye zincirleme kazaya sebebiyet veriyor. Şaka gibi. Vaziyet bu. Bence TV'de liderlerin birbirlerine söylediklerini değil de tabandaki bu ruh hâlinin sebeplerini tartışsınlar biraz da. Ülkede milyonlarca olgun olmayan tehlikeli yetişkin var. Olgun değiller. Yalnızca yaş itibariyle yetişkinler, o kadar.

(3) Bir tatilin daha sonuna geldik. Öğretmenlerin tatili hakkında herkes atıp tutar, malûm. Gerçi her meslek grubu diğerini kıskanır Türkiye’de. Taksici bir arkadaşa “ulan bütün gün müzik dinleye dinleye geziyorsun, senden iyisi yok be!” diyen esnaf bilirim. Birisi de "çocuğumu ileride eczacılık fakültesine göndereceğim, ömür boyu yatışa geçer bari" demişti :) Birbirimizi çekiştirerek hayata tutunuyoruz herhâlde. Heyecanlı oluyor. Toplumumuz böyle daha diri kalıyor olsa gerek. Tuhaf. Meslekler arası çekememe bir yana, Tarık Akan’ın ardından bile kötü söz söyleyen insanları görünce şaşırmıyorsun artık. Görüşmüş, bakışaçısıymış, cenahmış. Hikaye. Bakışaçıları batsın. Ne biçim bir açıysa o, safî kötülükten ibaret kalmış. Dinsizlikle itham ettikleri Tarık Akan'ın yüzüne bakıyorum, güzellik saçıyor, yüzünden ışık fışkırıyor adeta, bir de “İslamî usullerle cenazesini kaldırmak zorunda kalmaktan esef duyan” Yeni Akit yazarının meymenetsiz suratına bakıyorum, yaşama sevincim soluyor tipindeki, bakışındaki nefret ve çirkinliği görünce. Akran sayılırlar gerçi, Tarık Akan’ın yakışıklılığını ve nurlu yüzünü kıskanıyor herhâlde. Normaldir. Sen cenazeye gelme yahu, sıkıntı değil, eksikliğini duymazlar. Zaten senin onayını, olurunu almak istediğimizi nereden çıkarıyorsun ki? Kaldı ki, Türkiye’de bir insan müslüman olmayadabilir, hatırlarsan din ve vicdan hürriyeti var bu ülkede, yüksek müsaadenle. Hem belki Tarık Akan’ın maneviyatı, duygusal dünyası senden daha engin, daha zengindir, sanatçı adam sonuçta, ve belki bu iç güzellik onun o gülüşüne, bakışına yansımıştır, olamaz mı?

Neyse. Ne diyordum? En nihayetinde tatil bitti. Şahsen bir öğretmen olarak tatili iyi değerlendirdim. Hem yurtdışına çıktım hem de bol bol okuyup kendimi geliştirdim. Yabancı dil nankördür. İhmâle gelmez. Türkiye’de gündelik hayatta İngilizceyi kullanma imkânı olmadığı için, filmleri dublajsız ve İngilizce altyazı ile izlerim ki dil becerimi koruyabileyim. Ama film de bir yere kadar. Bol bol makale okudum bu yaz. Hep İngilizce. Bir de kitap bitirdim. Epey hacimli. Kural koydum kendime: Araştırma-inceleme türündeki kitapları İngilizce okuyorum bir süredir. Türkçe harikulade bir dil, çok güzel, ama kendimi edebî eserlerle sınırladım. Felsefe, tarih, antropoloji filan, bunları İngilizce okuyuveririm, öykü ya da romanları ise Türkçe. İngilizce öğretmeniysen önce kendine saygından ötürü bu dile olan hakimiyetini koruyup geliştirmen şart. Dedim ya, nankör çünkü. Unutursun. Ya da ben unuturum. Pek zeki değilim. IQ’m ve belleğim güçlü değil. Ben bir şeyleri çalışarak ve sırayla yapabiliyorum. Üstün yetenekli değilim.

(4) Hayır, o eski bayramları özlemiyorum. Aslında geçmişe dair hiçbir şeye özlem duymuyorum. Borularında kurum biriken, yalnızca tek odanın ısındığı, tozun, isin, kirin eksik olmadığı sobalı evleri de özlemiyorum. Havanın kömür dumanlarıyla hem kirlendiği hem de leş gibi koktuğu doğalgaz öncesi günlere zerrece özlem duymuyorum. Sokaklarda Aygaz ve İpragaz arabalarının gümbür gümbür gürültü yaparak dolaştığını hatırladıkça “bunca gürültüye nasıl tahammül ediyormuşuz?” diye soruyorum kendime. Komşuluk bitti diye serzenişte bulunanlar olsa da, herkesin her şeyden haberdar olduğu, kadınların balkondan balkona bağıra çağıra konuştuğu, başkasını rahatsız etmemek nedir bilmeyen, gözetleme ve denetleme mekanizmalarının baskın olduğu o eski mahalle kültürünü hiç ama hiç özlemiyorum. Yalnızca birbiriyle uyumlu insanların misafirlik yaptığı, çat kapı eve gelmenin samimiyetle bir ilgisi olmadığını bilen, mesafeli, saygılı, kurallara uyan insanların olduğu, herkesin burun kıvırdığı ama nedense ekonomik durumu elverdiği vakit derhâl taşındığı mevcut site hayatını tercih ederim. ‘80’lerin arabesk kültürünü hiç ama hiç özlemiyorum. Küçük Emrahları, İboları, ağlayan, ağlatan müzikleri, ağlarken kendini jiletleyen gençleri, kapalı alanlarda, hatta otobüslerde sigara içilen yılları, cep telefonsuz, internetsiz, internet bankacılıksız, kıytırık bir iş için bile uzun sıraları beklemeli günleri de özlemiyorum. Bayramlık almayı da özlemiyorum. Tekstil sektörü ve seri üretim sağolsun, zaten her gün farklı bir kombin yapıyor, elden geldiğince şık giyiniyorum. Eskiden kıyafet yamamak diye bir şey vardı. Çünkü öyle zırt pırt alamazdın giysi falan. Çocukken topumuzu kesen hacı amcaları da, “kızılcık sopasıyla döverim seni!” diye tehdit eden huysuz ihtiyarları da özlemiyorum. Dayağın çok olağan sayıldığı, cennetten çıkmadır dendiği günleri de. Bir kafe açılmıştı kızlı erkekli oturulsun diye, camına siyah bant çekmişlerdi sanki kötü bir şeymiş gibi. İçerisi görünmesinmiş. En sıradan ve klasik bilgiler için bile tozlu raflardaki ansiklopedilere muhtaç olduğumuz, o ansiklopedileri almak için tonla kupon biriktirdiğimiz günleri de özlemiyorum. Müzik dinlemek için Walkman kullandığımız, piller bitmesin diye tükenmez kalemle kasetleri çevire çevire ileri-geri sardığımız günleri de.

Geçmişin, kusursuz bir bütünmüşçesine yüceltilmesini, sanki o vakit her şey güllük gülistanlıkmış gibi hatırlanmasını tuhaf ve abartılı buluyorum. Gelecek daha önemli. Ben saygı, hoşgörü ve mesafenin el üstünde tutulduğu ve bireyin esas alındığı, endüstriyel üretim ve bilimin getirilerini yadsımayan, insanların birbirini gözetleyip darlamadığı, müdahale etmediği, dedikodusunu yapmadığı, rahatsız etmediği bir geleceği özlüyorum. Yoksa mahalle kültürüymüş, sobalı evmiş, kestane pişirmekmiş, başkasının olsun -istemem.

Geçmişe dair özlediğim birkaç şey var tabi. Günümüzde öfkelendiğim şeyler de çok. Yine de eskiye dönmek istemezdim. Biliyorum, çoğunuza zıt gidiyorum belki ama geçmişe özlem duymuyorum.

(5) Bir anlık hevestir sandım. Değilmiş. Üç hafta oldu. Üç haftadır, akşamları Google Earth’ü açıp Türkiye haritasında geziniyorum. Bozcaada’ya bakıyorum, sonra Şarköy’e, ardından Alanya’ya ve birkaç saattir Finike’ye. İnsanın dertsiz tasasız, sağlıklı ve huzurlu bir hayat sürdürmesi hayal kurmasının önüne geçmiyor. Yeni mekânlara dair hayaller şu üç haftadır çokça aklıma düşer oldu. Kendimi biraz olsun tanıyorsam, bundan tam iki yıl sonra muhtemelen başka bir şehirde, başka bir okulda çalışıyor olacağım. Rahatın yerinde olabilir. Kayda değer hiçbir sıkıntı yaşamıyor da olabilirsin. Ama insan durduğu yerde durmuyor işte. Yeni yerlere yelken açmak, yeni insanlar tanımak, yeni deneyimler edinmek arzusu, güvenli ve dingin bir şekilde yerli yerinde oturmanın önüne geçmeye, giderek ondan daha cazip hâle gelmeye başlıyor. Bir yer memleketin de olsa, arkadaşların, çevren, tanıdıkların burada da olsa, her noktasını avcunun içi gibi biliyor da olsan, durduk yere taşınmak gibi bir külfeti üzerine alman tamamen mantıksız da olsa duramıyorsun işte. Basıp gideyim diyorsun kendi kendine ve bunun hiçbir rasyonel gerekçesi yok. İçeride bir yerlerde bir şeyler seni dürtüklüyor. Mantıkla bakarsak olduğum gibi kalmam çok daha mantıklı. Öyle de, hayat bir tek mantıkla yaşanmıyor. Geçenlerde Duygusal Zeka kitabında okumuştum. İnsan kararlarını verirken önce duygular devrededir. On tane seçenek varsa sen ilk anda, farkında bile olmadan, sırf hoşlanmadığın için, ki hoşlanıp hoşlanmamak irrasyonel bir meseledir, o seçenekleri dörde beşe indirirsin. Ancak ondan sonra, yani duygular zaten yapacağını yaptıktan sonra düşünen zihin devreye girer. “Hmm. Acaba hangi sahil kasabası havalimanına daha yakındır, hangisinde ev bulmak daha kolay olur, hangisinin hangi özelliği onu daha tercih edilir kılar?” gibi sorular ancak duygular işini gördükten sonra, yani duygusal karar anından sonra gelir. İnsanoğlundan duyguları söküp alın, geriye kala kala Uzay Yolu’ndaki Mr. Spock gibi robotumsu, sırf rasyonel, ruhsuz bir varlık kalır zaten.

Belirli bir yerde uzun süre yaşadıktan sonra oradaki fırsat ve imkânları tükettiğini hissediyorsun. Muhakkak çok değerli dostların oluyor. Ne var ki kendini adeta erken emekli olmuş, fazlasıyla durağan ve her günün birbirinin aynısı olduğu bir ortamda ihtiyarlamış gibi hissediyorsun.

Yeni deneyimlere yelken açmak iyidir ya. İki sene göz açıp kapayınca kadar geçer zaten. O zamana kadar kim öle kim kala tabi. Bakarız.

(6) Öğlen bir gibi okuldan eve gelince denize şöyle bir baktım. Sütlimandı. Berrak. Tertemiz. Çarşaf gibi. Pürüzsüz. En son 31 Ağustos’ta yüzmüştüm. Dayanamadım. Dükkanı yarım saat geç açıveririm dedim. Aldım havlumu atladım denize. Ağustos’taki tüm yüzmelerimi toplasanız, bugün aldığım tadı vermez. Açıldıkça açıldım. Denizden korkmam ben. Kramp girmez. Girse de suda sırt üstü yatar dinlenirim. Heyecanlanmam. Balık adama döndüm zaten bu yaz. Neyse. Denizde açıldıkça açıldım ve kıyıya dönüp baktığımda gördüğüm manzara o kadar güzeldi ki o anı fotoğraflamak istedim. Suyun içindeyken fotoğraf çekecek değildim elbette ama o görüntü zihnime nakış gibi işlendi. Bana özel olsun, kalsın zihnimde madem. O da benim, bana özel, biricik, paylaşılamayan bir yaşanmışlığım olsun. Kıyıya dönüp çıkınca bugünlerde okuduğum, Mîna Urgan’ın Bir Dinozorun Gezileri kitabı geldi aklıma. Hani öteki kitabını okumuştum geçenlerde. Bu ikincisi. Kitabın ilk bölümünde küçük mutluluklardan söz ediyor Urgan. Hayatta en sevdiği iki şey kitaplar ve denizmiş. Ne kadar da örtüşüyoruz kendisiyle. 34 yaşındayım ama 83 yaşında anılarını yazan bu insanın bazı paragraflarını okurken onları kendim yazmışım gibi hissediyorum. Empatinin dorukları. Bazen kendi kendime söylenirim. Ya Tamer derim, Tamerciğim, acaba büyük mutlulukların ne olduğunu bilmediğin, onları tatmadığın için küçük mutluluklarla yetiniyor olmayasın? Yoksa insanların o kadar da önem vermediği, senin aldığın lezzeti abartılı bulabileceği şeylerle kendini kandırıyor, kendi kendini mi avutuyorsun? Olamaz mı? Bir kitabı okurken, sevdiğin bir şarkıya eşlik ederken, kendini iyi bir filme kaptırdığında, denize girdiğinde, duş alırken, bir arkadaşını gördüğünde, sabah yüzünü yıkayıp “ne harika bir gün!” diyerek dışarı çıktığında, çıkarken yeni açmış nazlı ve kırılgan gardenyanın o tarif edilmez kokusunu içine çektiğinde, şehiriçi minibüsü ile okula giderken sanki şoför seni gezdiriyormuş gibi hissedip etrafı seyrettiğinde, daha güzel göreyim, Dünya'yı daha net göreyim diye güneş gözlüğünü çıkardığında, kahkaha attığın, selamlaştığın, sohbet ettiğin, hepsinden öte yemek yerken, yemek ya, Dünya’nın en güzel şeyi yemek yemek için o sofralara oturduğunda, gezip gördüğün yerlerdeki hoş anıların durduk yere aklına geldiğinde hissettiğin o tatmin duygusu çok mu abartılı acaba? Tamer diyorum, kendini kandırıyor, Polyannacılık oynuyor, küçük şeylerle arzularını törpüleyip yalan avuntularda oyalanıyor olmayasın diyorum. Denizmiş, çiçekmiş, kitapmış, yemekmiş, abartmıyor musun birazcık?

Sonra Urgan'ın yazdıklarını görüp yalnız olmadığımı anlıyorum. Kimimizin özünde var hayattan tat almak. Bakın bir alıntı: “İlk maaşımın bir kısmıyla anneme 250 gram şam fıstığı, kardeşim Halil’e büyük boy bir tobleron çikolata, kendime de koskocaman kırmızı bir balon almıştım.”

Bence o küçük dedikleri mutluluklar bilakis gayet büyük.

(7) Abim tatilde. Üç gündür dükkana ben bakıyorum. Farklı bir tecrübe. Her çeşit insan geliyor. Adeta bir laboratuar. Bugün müşterilerden birisi sohbet açtı. Erzurumluymuş. Marmara bölgesi nüfus patlaması yaşarken, diyelim Giresun’un 3.000 nüfuslu ilçelerinden, Artvin’de neredeyse insan kalmadığından, bu gidişle oraların kendi hâline bırakılıp doğa tarafından ele geçirileceğinden filan dem vurduk. O esnada meyhane havaları şarkıları aktarımı sürmekteydi. Dükkan müzik market. Ah sorma dedi, sorma, varımı yoğumu sattım, kiradayım. Belli ki sürekli içmek gibi bir sıkıntısı var. Meyhane havaları. Orası beni ilgilendirmez tabi. Ancak Marmara’nın, Türkiye’nin Batısının yozlaşmışlığından, bozulmuşluğundan, kendi sözcükleriyle GAYRİ-AHLÂKİLİĞİNDEN şikayet etmeye başlayınca rahatsız oldum. Öyledir hep. Batı hor görülür. Dikkat edin. Biz yozuzdur. Cumhuriyeti de bu kör olası Batılı Rumeli elitleri kurmuştur zaten. Zannedersin Cumhuriyeti kuran öncü kadrolar savaşlarda o cepheden bu cepheye koşturmuyor da tüm gün bungee-jumping yapıyor, ciple safariye çıkıyor, yahut Maldivlerde kokteyl yudumluyormuş gibi. Neyse. Türkiye’de böyledir. Memur da olsan, memleketinde de çalışsan aynı maaşı alırsın, ama nedense o yozlaşmış, o beğenmediğin, o dudak büktüğün Batıya akın edersin. Tü-kakadır Batı ama herkes oraya gelir. Gayri-ahlâki Marmara ve Ege’ye akın eder. E dur o zaman memleketinde, bak memur adamsın, orada da aynı maaşı alacaksın zaten? A yok, buraya gelip de burayı hakir görmenin tadı bambaşka olsa gerek. Derken bu abimiz altın vuruşu yaptı: “RAMAZAN’DA AÇIK OLAN KAHVELER VAR YA!” Ay kuzum ya kıyamam, nasıl da mağdur, görüyor musun :( Ben durur muyum? Gayet sakin, “ama o zaman sen herkes sen gibi olsun, sen istiyorsun diye tüm mekânlar kapatılsın istiyorsun. Bu baskıcı bir tutum” dedim. İnanın abartmıyorum, adam elini nereye koyacağını bilemedi. Lafı nasıl çevirdi, konuyu nasıl değiştirdi anlamadım. Muhtemelen hep onaylanmış. “Haklısın abi. Şu ahlâksızlara bak! Kafeler Ramazan’da açık, böyle iş olur mu?” diye onaylanmayı bekliyor. Sanki onun oruç tutmasının önünde bir engel varmış gibi. Siyasetten ziyade bu toplumsal olgular, bu kalıplaşmış, yazılı olmayan önkabuller asıl sıkıntı. Bu zihniyet kötü işte. Düşmanını tanımak lazım. Kötü; çünkü müdahaleci. Biz iyiyiz, çünkü onun Ramazan’da oruç tutmasına karışmayız ama o bir mekân açık diye rahatsız olur. O da kapansın ister. Safî kötülüğün özü tam da bu. Zaten medeniyet dediğin kişinin hareket alanının genişliğiyle ölçülür. Sen hayatı bana dar ediyor, gücün yetmeyince dar edemesen de dar etme fantezileri kuruyorsan bal gibi kötüsün dayı. “Ah, Osmanlı’da olacaaadı, kellesi gitmişti hepsinin!” Kötüsün işte. Hayatı insanlara zehir etmekten başka bir medeniyet tasavvurun yok.

Sakince itiraz etmekte fayda var. Şok geçiriyorlar. Çok ilginç. Bir de sekülerler nefes almak için Batı kıyılarında toplaşmasa keşke. Tüm ülke sathına yayılsak ne güzel olur. Denge sağlanır.

Kıyılara yığıldıkça konut fiyatları da uçtu zaten.

(8) Eve elli metre mesafede bir bank var. Tüm banklar gibi ona da tabela astılar. Kabuklu yemiş yenmemesine dair. Çekirdek yani. Şam fıstığı ve fındık pahalı zaten. Yüklen ay çekirdeğine. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür halkımız umursamıyor tabi tabela filan. Trafo tarafından perdelendiği için sote bir yer ve her sabah çekirdek kabukları çimenleri kaplamış oluyor. Hele yaz aylarında. İstisnasız her sabah çekirdek kabuklarından koyu beyaz bir örtü oluyor yerde -ve bazen masanın üstünde. Sadece o değil. Bisikletle gezerken slalom yaptığım anlar oluyor. İçki içecek mekân olmadığından, diyelim ki gün batımına karşı bir kadeh beyaz şarap içecek açıkta hiçbir mekân olmadığından, biraz da içmeyi bilmemekten tabi, erkekler, hep erkek, erkek erkeğe, biralarını alıp yol kenarlarında, yine sote yerlerde, bazen arabalarının içinde, bazense kayalıklarda birasını içer. Estetikten yoksun bir ortamda ılık, ısınmış, bir halta benzemeyen biramsı bir sıvı. İçer de, efendi gibi o şişeleri poşetleyip çöpe atmak yerine, bitirdiği vakit vurup parçalar hepsini. Nasıl bir bastırılmışlık, nasıl bir hınç, nasıl bir sinirse artık, o şişeler muhakkak kırılıp parçalanır. Bisikletle geçerken cam parçacıklarından kurtulmak için akrobatik hareketler yapman gerekir. Lastiğin patlamasın diye giderek ustalaşırsın. Kural sevmeyen, özgürlüğüne düşkün bir millet. O şişeleri parça pinçik etmezse rahat edemez. Sote yerlerde, karanlıkta yapılan kural ihlâlleri, muhtemelen “yaa belediye ne karışır, ben vermedim mi oy? Dilediğim yerde yerim bu çekirdeği abi, kime ne?” diyerek kimi savunma mekanizmalarıyla haklılaştırılmıştır bile. Ne yani? Halka rağmen halk için karar mı alıyorsun? Jakoben, elitist belediye seni! Kır şişeleri usta, parçala! Şangır! At çekirdek kabuklarını yere, öyle at ki çimenin yeşili görünmesin, yarım kilo, bir kilo, çıtır çıtır çatır çutur tüüühhhp! Hepsini yere at. Çöpçünün işi ne? Evin içine gelince Dünya’nın en temiz insanlarıyız. Yok böyle bir temizlik. Bal dök yala. Bütün gün temizlik yapan kadınlar var. Toz beziyle bütünleşmiş. Ama pencereden dışarı her şey atılabilir. Dışarısı yabancı. Kamusal olan bizden değil. Ortak yaşam alanları diye bir kültür yerleşmemiş bir şekilde. Meydan konsepti yok. Kızılay Meydanı dediğin bir kavşaktır alt tarafı. Meydanlar meydan değil, birer meydan okuma alanları. Kamusal alanda karşılaşmalar hep geçiştirmelik. Bu içerisi/dışarısı karşıtlığı Türkiye'de herkesi bağlayan bir mesele. Dost içerisi, düşman dışarısı. Bir mücadele alanı. Survivor adası adeta. Kendini ait hissetmediğin bu dışarısı için sorumluluk da hissetmezsin hâliyle. Ve sorumluluk hissetmediğin yeri temiz tutman için hiçbir sebebin yoktur.

Tamer Ertangil.

Değiniler: Ekim 2016

$
0
0
(1) Filozof Kierkegaard gündüzleri muhakkak yürüyüşe çıkarmış. Rastladığı insanlarla yürürken sohbet etmeyi severmiş. İlgili bir dinleyici olduğu kadar konuşkanmış da. Gündüz onu elinde kitapla görmezlermiş. İnsanlarla dışarıda buluşur, kahvedir, restorandır, bu tip mekânlarda bir araya gelirmiş. Buraya kadar bakınca gayet sosyal ve dışadönük birisi canlanıyor insanın gözünde. Ama işin bir de öbür yüzü var. Evinde neredeyse hiç misafir ağırlamaz, kolay kolay kimseyi davet etmezmiş. Bir ara nişanlanmış gerçi ama bile isteye yalnız yaşamış ömür boyu. Akşamları ve geceleri eve kapanır, ya kitap okur ya da notlar tutarmış. Şimdi Kierkegaard sosyal biri miydi, yoksa içe mi dönüktü? Bence bu kavramlar yetersiz kalıyor. Ben de göz teması kuran, konuşkan birisiyim. İlgimi çeken bir konu olduğunda pür dikkat dinlerim. Yemekli sohbetlere bayılırım. Konuşmayı engelleyecek kadar gürültülü müziğin olduğu ortamları sevmem. Sözde sosyalleşmek amacıyla gidilen ama gürültüden ötürü bitişik oturduğun kişiyi dahi duyamadığın bu mekânlarda daha da yalnızlaşırsın. Pek çok etkinliğe katılırım. Kahvaltılara bayılırım. Gülen yüzler, hoş bir sohbet ve -mümkünse- güzel bir manzara. Öte yandan, tıpkı Kierkegaard gibi, yer yer yalnızlığıma kaçmak da isterim. Üst üste birkaç gün kitap okumazsam kendimi kötü hissederim. Dört duvarım benim kutsalımdır. Evim dünyevî bir mabettir adeta. Biricik kişisel tapınağım. En yakın arkadaşlar olarak bile birbirimize sık gelmez, geleceksek de önceden haber verir, çat kapı uğramayız. Telefonu uçuş moduna aldığım olur. Ama asla kibirden değil. Zaten 2007’den beridir tüm Dünya’da telefon görüşmelerinin oranı mesajlaşmanın çok çok gerisine düşmüş. Bence bu iyi bir gelişme. Şimdi ben dışa mı yoksa içe mi dönüğüm? Belli ki yetersiz, klişe kavramlar bunlar. İnsanoğlu böyle kolaycı, kestirip atan kavramlara sığamayacak kadar karmaşık bir varlık. Yalnızlık illa ki hüzünlü bir durum değil. Sosyalliğe doyduysan, yeterince sohbet ettin, yeterince dolaysız iletişim kurduysan “içerisi” çağırmaya başlar seni. Bir süre, diyelim ki birkaç saat, olmadı haftasonu, yahut Kierkegaard gibi akşamları, kendi kişisel ve dünyevî mabedine kapanmak en doğal ihtiyaç olur bu durumda. Kaldı ki, sürekli dışadönük olunca hüzünden kaçış garanti değil. Sürekli başkalarıyla bir arada olmak mutluluk garantisi değil. Gayet mutsuz ve gergin bir-aradalıklar da var pekâlâ. Hâl böyleyken "dışadönük = mutlu" ve "içedönük = mutsuz" gibi yargılar zorlama geliyor bana.

(2) Şimdi ben herhangi bir konuda mağdur edilsem, daha sonra MAĞDURİYETİM GİDERİLMESİNE RAĞMEN sabahtan akşama “mağdur edildim :(“ diye sızlanıp dursam, herkes beni dinlemek zorundaymış, hep ben konuşulmak zorundaymışım gibi geçmiş mağduriyetimi insanların gözüne sokarcasına, bitimsizce dillendirsem, “eeeeh Tamer, sen de sıktın ama!” dersiniz. Haklı olarak “baydın ama!” dersiniz; çünkü bu yaptığım net görgüsüzlük olur. Aslına bakarsanız her şey ölçüsüzleştiğinde bayar. Bayağılaşır. Herhangi bir ortamda, durduk yere, konuyla hiçbir ilgisi yokken birisi fırlayıveriyor ortaya: “TEKBİİİİİİİİİRRR!!” Hayırdır? N’oluyorsunuz oğlum? Kültür Bakanı Nabi Avcı, dün bir üniversitede konuşma yaparken sözü ikide bir tekbirlerle “desteklenince” öğrencileri uyarmış. Özetle öyle zırt pırt tekbir getirilmez filan demiş. Hakikaten takdir ettim. Zira özellikle bir kısım tabanda müthiş bir hoyratlık, akıl almaz bir rahatlık var. Dünya'da yok böyle bir özgüven. Arada frenlenmeleri, şaşırtılmaları, yaptıklarının herkes tarafından hoş karşılanmadığının onlara hatırlatılması, şöyle bir silkelenmeleri lazım. Bir tekbir, bir yuhalama, bir tekbir, bir yuhalama, bir tekbir, bir yuhalama. Hayırdır dostum, ne diye bağırıyorsun? Derdin nedir? Bu ne rahatlık? Ne bu gürültü? Kimsenin itiraz edemeyeceğinden emin, nasıl olsa “ne o? Tekbirden rahatsız mı oldunuz?” diyerek karşındakini sindireceğinin bilinciyle ortalığı inim inim inletirken, böyle hiç beklemediğin yerden fırçayı yersin işte. Hahahah! İçimin yağları eridi :) Ey sevgili genç taban, ey son on-onbeş yılda yetişmiş bir kısım yeni gençlik: Hiç bahaneler ardına saklanma. Tekbirden ziyade tarzınızdan, bu yaptığınız görgüsüzlükten, hoyratlıktan rahatsız oluyor insanlar. Yoksa tekbir olur, slogan olur, başka bir ifade olur. İnsanları her şeyle bıktırabilirsin. Sizin kadar ses çıkarmadıklarına, bağırmadıklarına bakmayın. Enerjiniz boşalsın diye bekliyorlardır sabırla. Sırtınıza pıt pıt vurarak, "tamam sensin, en mağdur, en haklı, en güçlü sensin, ne yapsan yeridir, bizse katlanmak zorundayız elbette" diye idare ediveriyorlardır. Aman yeter ki sen rahatla, kendini iyi hisset.

Ama ilk fırsatta sizden uzaklaşma, sizinle aynı ortamda bulunmama gayretine girdiklerinde bozulmak yok. Kusura bakmayacaksın.

(3) "Bana bir adım atana on adım atarım" deriz, deriz de, uygulamada bize bir adım atandan bir adım daha gelmesini bekliyoruz sanki. Verdiğimiz ödünler görev oluyor, fazladan yapılan bir iş ya da iyilik elimize yapışıyor. Çoğu insana ricayla bir iş yaptırmak epey güç. Karşındaki kişi seni zayıf olarak mı görüyor, yeterince ciddi olmadığını mı düşünüyor, yoksa “ÖFKELENMEDEN SÖYLEDİĞİNE GÖRE KONU YETERİNCE ÖNEMLİ OLMASA GEREK” diye mi geçiriyor içinden, belli değil. Toplumumuzdaki otorite sevdası, bir yanda otoriterlik, diğer yanda yalnızca otoriter tavırları ciddiye alma eğilimi birbirini besledikçe kökleşiyor. Sen dili yerine ben dili kullanayım diyorsun, burası bizim okulumuz, ikinci evimiz, temiz tutalım diyorsun, öğrenci iyiden iyiye içine ediyor sınıfın. Ortalık çöpten geçilmiyor. Sakinlik ülkece yaygın bir ruh hâli olmadığı için, sakince söylenenler kaale alınmıyor; zira bir konu önemliyse sinirlenmen, bağıra çağıra, vurgulayarak konuşman, stres içerisinde olduğunu belli etmen gerekir. Geçenlerde telefon dolandırıcıları yine bir kadına evini sattırmış. Bankada, maliyede filan adamları olduğu belli, orası uzun hikaye ama gözlerden kaçan bir nokta da insanlarımızın otoriteden ne denli korktuğu. Facebook’ta bile “benim adıma açılabilecek sahte hesaplardan, yapılabilecek paylaşımlardan sorumlu değilim!” diye yazacak kadar tırsıyoruz. İçimize işlemiş. Üniversite öğrencisinin teki, bir gece dışarıda sivil polisler kimliğini görmek isteyince, polisler üniformasız oldukları için kimliklerini görmek istemiş ve bunun üzerine ağzının ortasına yumruğu yemişti. Yahu sen burayı Hollywood filmi mi sandın? Sert bir ses tonuyla “KİMLİĞİNİ GÖSTER!” deyin, insanımızın çoğu derhâl çıkarır kimliğini. Hâl böyleyken, vatandaşa telefon açıp son derece sert ve azarlayan bir ses tonuyla, fırsat vermeksizin, yüksek sesle konuşan ve polis olduğunu söyleyen bir dolandırıcının ciddiye alınması gayet doğal. Bir tanıdığımın başına geldi: O kadar ustaca, belagâtle ve sert bir tonda konuşuyorlarmış ki, korkudan tir tir titremiş, kalp atışları hızlanmış. Güçlü olanın haklı olduğu, hak sahibi, imtiyaz sahibi olduğu coğrafyalarda yaşıyorsan, hayatta kalabilmek için ortama uyum sağlaman gerekir. Mesela otomobil daha güçlü yayadan. Dolayısıyla geçiş hakkı otomobildedir. Şimdi ben salak gibi “ama burası yaya geçidi” diyerek geçiş hakkını kendimde görürsem tahtalı köyü boylama ihtimâlim var. Konuyu dağıtmayayım. Bugün rica değil, yaptırım egemen ve bence toplum olarak bizi insan yerine koyan, nazikçe, güzelce konuşan kişileri ciddiye almadığımız için bu böyle oldu.

(4) Rusları seviyorum ya. Taaa en doğuda, Japonya’ya doğru, Pasifik kıyısında Vladivostok diye mükemmel bir şehir kurmuşlar. Öyle küçük de sayılmaz. 600.000 nüfuslu. Şu an seçme şansım olsa Venedik’e ya da Kopenhag’a gideceğime atlar Vladivostok’a giderdim. Arkadaş sen Slavsın, Avrupa’nın doğusundansın sonuçta, üşenmedin mi taa oralara gidip o şehri kurmaya? Körfeze de Büyük Petro Körfezi adını vermişler :) Yok böyle bir inat. Bu adamlardaki ulusal gururu seviyorum. 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından Lenin “tüm anayurda, en ücra köşesine kadar elektrik döşeyeceğiz!” derken ciddiymiş demek ki. Rusya dediğin, yüzölçümü bakımından Plüton gezegeninden daha büyük bir ülke sonuçta. Nasıl çalıştınız, yorulmadınız mı be kardeşim? Hayır öyle Çin gibi, Hindistan gibi fazla nüfusun da yok. Soğuk memleket sonuçta. Şu Vladivostok’a bak ya, gerçekten helal olsun. Bu adamların sinemasını da, edebiyatını da, Sovyet geçmişini de seviyorum. Tarihlerini inkâr etmiyorlar. Moskova'da Stalin'in büstünü görünce şaşırmıştım. "Diktatör değil miydi?" diye sorduğumda, "ama onun döneminde Nazi Almanyasını yendik" diye yanıt vermişlerdi. Evde Dostoyevski’nin mermer bir büstü var. St. Petersburg’dan almıştım. Ona baktıkça yeraltı adamı geliyor aklıma, sonra Ivan Karamazof ve nihayet Raskolnikof geliyor. Henüz Budala'yı okumadım ama Prens Mişkin de geliyor aklıma. Batı Avrupa’nın kuru rasyonalitesiyle yetinmeyen, duygusal, epik, coşkulu, kafasına koyduğunu yapan insanlar. Öyle ideal deyip geçmez, o ideali gerçek kılmak için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Hırslı ve gururlular. "Hayır" diyor, kabullenemiyor, “biz nasıl Batı Avrupa’nın gerisinde kalırız? Nasıl!” Bir millet düşün ki onca yıl geriden getirdiği, itekleye itekleye gerçekleştirdiği endüstriyel ve bilimsel devrimin ardından uzaya ilk insanı gönderecek kadar inatçı olsun. Batılı bir gazeteci, Mihail Kalaşnikof’a ölüm döşeğinde “sizin icat ettiğiniz silah yüzünden milyonlar öldü, mutlu musunuz?” diye sorduğunda, “HADİ ORADAN!” diye atarlanıp “ben ülkemin savunması için yaptım o silahı, sonradan kim niye kullanmışsa gidin onlara sorun!” diye gazeteciyi fırçalayan, politik doğruculuk ve dalkavukluktan uzak insanlar. Allah’ın bataklığına St. Petersburg gibi harikulade bir şehri zorla, inatla, sabırla inşa etmiş bir ülke. Bu adamların hiçbir şeye eyvallah etmeyişlerini ve en önemlisi bilime, sanata, edebiyata ve spora olan tutkularını seviyorum. Street Fighter’daki Zangief karakterini bile seviyorum.

(5) “Bir şeftalinin, bir üzümün mutluluğu. Kim daha fazlasını ister? Yaşıyorum. Bu da yeter” diye yazmış Pavese. Adalet Ağaoğlu’nun Hayır adlı romanında rastladım bu alıntıya. İki kitabını okumuştum Pavese’nin. Belki bu satırları da okumuşumdur. Hatırlamıyorum ama bazı ifadelerde gizlenen anlam kendini sonradan ele veriyor. Kanaatkârlığı, diğer bir deyişle azla yetinmeyi göklere çıkartırken temkinli olmak gerek; zira çok azla yetinen insan en sonunda sıfırla yetinmek isteyebilir. Sıfır, yani ölüm. Arzunun tamamen törpülenmesi. Bir şeftali, bir üzüm. Daha fazlasını istemez mi insan? Bu kadarı da biraz fazla az değil mi? İnsan dediğin içinde arzuların depreştiği bir varlık.

Çoğunluğun arzu ettiği şeylere heves etmediğim için kendimi hırs yoksunu birisi olarak gördüğüm olur. Evet, lüks bir konut özlemim yok, otomobillere ilgi duymuyor, gördüğümde modellerini bile ayırt edemiyorum. İki hafta boyunca bankamatiğe uğramadığım zamanlar oluyor. Maaşı pek az harcamışken bir sonrakisi yatmış oluyor bazen. Parada gözüm yok. Fakat bu demek değil ki arzuları olmayan birisiyim. Öyle bir şeftali ve bir üzümle yetinecek değilim. Başkalarının değer vermeyebileceği ama bana göre her şeyden önce gelen hırslarım var. Sanata, edebiyata, bilime, felsefeye ilgi duyuyor, elimden geldiğince okuyor, “onu da okumalıyım, bu kitabı da derhal temin etmeliyim!” diye kendime buyruklar veriyorum. On altı senedir bu böyle. Dünya haritasına her baktığımda ve gitmek istediğim yerleri her gördüğümde içim kıpır kıpır oluyor. Nezaketi ve güleryüzü severim. Yapım öyle. Gelgelelim haklı olduğumdan emin olduğum bir konuda, özellikle nezaketime rağmen ukala ve kötü niyetli bir tavra maruz kaldığımda coşkuyla savunuyorum kendimi. Şövalye gibi. Hâlâ sabırla beklediğim, on kez reddedildiysem onbirinci kez yayımlansın diye yine, inatla yeniden başvurduğum müstakbel kitabım Kasım’da ciddi ciddi çıkacak. O kitap çıkmalı. Bu da benim hırsım arkadaş!

Arzu, hırs, sevgi, öfke ve tutkuyu bedeninden çıkarıp attıysan bitmişsin demektir zaten. Nietzsche, Schopenhauer, Hegel, Kierkegaard, Sartre filan artık kim varsa, bunlar tutkulu insanlardı. Hırsından geceleri uykuları kaçan, meramını anlatabilmek için yeri geldiğinde sağlığını hiçe sayacak denli tutkulu insanlar. Bir insan toprağa tutunmaktan vazgeçmiş, çok ama çok az şeyle yetinmeye başlamış ve kendisine hedefler koymayı bırakmışsa sonu yakın demektir. Çok az ile sıfır arasındaki fark çok küçük. Az olandan hiçliğe varmak an meselesi. Muhtemelen Pavese’nin başına gelen de buydu. Bir şeftali, bir üzüm derken, “yaşamak başlı başına yeter, kanaatkâr olacaksın” diye kendini avuturken, en nihayetinde az olandan sıfıra varmış ve intihar etmişti.

(6) Köyde öğretmenlik yaparken, hatta daha öncesinde, bizim evin arkasında kulübeyi andıran küçük eve geçtiğimde yaptığım ilk iş kendime özgü bir atmosfer yaratmak olmuştu. Masa lambası önemliydi. Loş ışık olmazsa olmazdı. Kitap okumaya oturmadan önce üç dört şarkı dinlerdim ve bu şarkılar genellikle Max Richter ve Library Tapes gibi insanı sarıp sarmalayan, yağmur sesinin, rüzgar uğultusunun ve kapı gıcırtılarının eşlik ettiği piyano ve keman taksimleri olurdu. Severdim öyle parçaları. Sobayı yakar, sıcacık odada piyano çalarken piknik tüpünde suyun ısınmasını bekler, kış mevsimiyse kahveme biraz konyak katar, guruldayan bir kedi keyfiyle masanın başına geçerdim. 2004-2007. Bu ritüel benim için dünyevî bir ayindi adeta. Edebiyat ve müzik. Zaten sanat dediğimiz şey dünyevî bir maneviyat imkânıdır. O evde neler okunmadı ki? Yaşar Çabuklu'yu okuyup kendisine e-posta yazdığımı hatırlıyorum. Aşırılığın Peygamberleri adlı kitabı büyük bir coşkuyla bitirdiğimi de. Bir arkadaştan aldığım Iris Murdoch romanını nasıl da hızla bitirdiğimi, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi ile nasıl boğuştuğumu, mistik ve oryantalist bir Ortadoğu resmi çizen Esirgeyen Gökyüzü romanını okurken ne denli sıkıldığımı da hatırlıyorum. Nietzsche’nin epik üslubunu okudukça nasıl da etkilenirdim: “Beni okumak yükseklerde uçmaya benzer dostlarım. Eğer bir kartal gibi cesur değilseniz, eğer yükseklerin sert havasında üşütmekten korkuyorsanız bu işe hiç girmeyin!” Ne adam ama.

Dışarısı sıkıcıydı. Bugünkü kadar olmasa da sıkıcı. "Small talk" denen havadan sudan sohbetten hiç haz etmediğim yıllardı. Gündem denen illetse canımı sıkmaktan başka bir işe yaramazdı. 80 sonrası doğumlular olarak, 12 Eylül’ün çocukları olarak apolitik olmakla eleştirilir, Dünya’dan bihaber olmakla yerilir dururduk. Baktık ki olan biteni takip etmek bir işe yaramıyor, kendini uyumsuz ve dışarıda hissettiriyor, aidiyet duygunu köreltiyor, en iyisi dedik, en iyisi aç masa lambanı, kahveni hazırla, biraz piyano dinle ve iyi bir kitaba gömül gitsin. Arada içini döküverirsin. Çağımızda sözün hiçbir etkisi olmadığını bilsen de, içini döker, hiç olmazsa az çok rahatlarsın işte. Her şey söylenebilir, buyur söyle, ama etkisi yok. 19. yüzyılda kaldı o. Biraz da 20. yüzyılın ilk yarısında. Artık sözün etkisi sıfırlandı. Eskidenmiş o.

Huzurlu geçirdiğim zamanları arttırmak tek hedefim. Eski ve kişisel geleneğimi yaşatıyorum. Şu an huzurdan erebilirim. Kalbimin yavaş attığı bir akşam. Kitabımı son kez gözden geçiriyorum. The Thumbled Sea diye bir grup çalıyor. Piyano ağırlıklı. Loş ışık. Kafamda ise Zeki Demirkubuz’un o çok alıntılanan cümleleri: “Artık bu ülkeye dair hiçbir şeyin benim istediğim gibi olmayacağını biliyor ve bundan acı duymuyorum.”

Tamer Ertangil.

Değiniler: Kasım 2016.

$
0
0
(1) İdam cezası gibi netameli konularda görüşler farklı farklı oluyor. Gördüğüm kadarıyla, zaman zaman hemen herkesin idama çarptırılmasını istediği bir suç türü ya da kişi oluyor. Bu ortamda kendimi marjinal hissediyorum açıkçası. Ben idama karşıyım. Hayır, öyle barış güvercini olduğumdan, karıncayı bile incitmeyecek kadar yumuşak kalpli olduğumdan filan değil. Benden çok daha iyi insanlar var. Daha ziyade Türkiye’de hukukun işleyişine güvenmiyorum ben. “Bağımsız ve tarafsız yargıçlar” ifadesini duyunca insanı bir gülme alıyor. Fıkra gibi. Türkiye’de hukuk kadar siyasetle iç içe geçmiş, hukuk kadar bağımlı ve güdümlü bir alan daha yok. O yüzden, kusura bakmasınlar, hâli hazırda yargıçların her konuda adil ve bağımsız bir şekilde karar verebileceğine inanmıyorum. O kadar ki, hani çocuğum olsa “aman” derim, Türkiye’de hukuk fakültesini yazma da ne okursan oku. Git veteriner ol, maliyeci ol, kaynakçı filan ol. Ne hukuku?

İdama karşı olmamdaki ikinci gerekçe ise toplumumuzdaki “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” yaklaşımı. Ben bugün biliyorum ki, değil bir cemaatin kapısından geçmek, değil bir tarikata mensup olmak, değil bir terör örgütüne sempati duymak, borcunu zamanında ödeyen, işini elinden geldiğince yapan, bir kez olsun doktordan yalan yere rapor alıp işi asmamış bir memur bile, açığa alınsa veya ihraç edilse, insanımız “vay be, demek o da teröristmiş” diyebilir. Pekâlâ der. “Vardır abi bir şeyler. Vay şerefsiz!” diye de ekler. Şu ülkede sana gıcık giden birisi durduk yere iftira atsa, haksız yere ihbarda bulunsa filan başın pekâlâ derde girebilir. Kimse bakmaz gözünün yaşına. Güçlü değilsen bir hiçsindir zaten. Düşene bir tekme daha vururlar. 80 milyon nüfus var. Yerini dolduracak adam mı yok? Çok yakından tanıyan 3-5 kişi sana inanır elbet. Ama seni tanımayanlar için, hani birkaç hafta önce sokakta zabıtayla vatandaşın ortaklaşa dövdüğü tatlıcı vardı ya, onun gibi bir hiçsindir. İnsanımızın bir iftiranın gerçekliğine inanma hızı ışık hızıyla yarışır düzeyde. Bire bin katmaktaki performansımızsa zaten rakipsiz. Kişisel konular bir yana, şunun şurasında birkaç sene öncesine kadar bu toplum ergenekon örgütü denen kurguya inanıyorken, şahsen Türkiye’de idam cezası olsun istemem. Teknoloji bu denli ilerlemişken sahte delil üretmek hiç de zor değil. İftira atmak da öyle. İftira: İnsanlığın en acınası, en kötülük yüklü eylemi. Ha, haksız yere hapis yatan kişi sonradan çıkar belki, geç de olsa aklanır. Ama idam edilip tahtalı köyü boyladıktan sonra haklılığın anlaşılsa ne fayda? O delillerin sahte olduğu ve birilerinin sana iftira ettiği sen öldükten sonra ortaya çıksa n’olur, çıkmasa ne? 

Bina yeterince sağlam değil ki üzerine kat çıkılsın? Pek çok insan her halükârda idamı destekliyor, görüyorum. Varsın azınlıkta kalayım, sıkıntı değil.

(2) Kafamda ütopik bir fikir var. Neden manastır yaşamı yalnızca Budistlere ve Hıristiyanlara özgü bir seçenek olsun? Gündelik koşuşturmacalardan el etek çekmek isteyen kişilerin ille de dinî sebepleri olması gerekmiyor. Ziyaret ettiğim manastırlardan etkilenmiştim. Bunun birincil sebebi içinde yaşayanların dış dünyanın hengâmesinden uzak bir yaşam sürdürüyor olmaları, ikincisi ise mimari incelikti. Kafamda dünyevî bir manastır hayali var. Dinî olmayan manastırlar. Modern çağımızda felsefe, edebiyat, resim, heykel ve müzik gibi disiplinler “yapma demiyorum, hobi olarak yine yap” tavrıyla ele alındığı için bunlara gereken önem verilemiyor. İnsanlar iş ve aile hayatlarıyla öylesine meşgul ki, kafalarını kaldıracak zaman bulamıyorlar. Çoğunluk zaten kalan vaktini televizyon karşısında heba ediyor. Arada olansa ince ruhlu azınlığa oluyor; zira bu düşünsel ve sanatsal ilgi alanları geçiminizi sağlamanıza yetmiyor. Örneğin felsefe ile ancak bir öğretmen ya da akademisyen sağlayabiliyor geçimini. Sınırlı kalmaya mahkum bir kadro.

Manastırlar bu bakımdan bir çözüm olabilirdi. Seküler Manastır Hareketi. Neden olmasın? Müzisyenler Manastırı’na çekilenler besteleri üzerinde çalışabilirdi aylarca. Kitap okumak, kafa dinlemek ve düşüncelerini derleyip toplamak isteyenler için bir Okuma Manastırı kurabilirdik pekâlâ. Ressamlar Manastırı, Felsefe Manastırı ve saire. Buradaki can alıcı nokta şu: Evimizde de inzivaya çekilebiliriz; ancak evde yalnızızdır. Benzer konulara ilgi duyan insanlarla bir araya gelmemiz kolay değil. Ayrıca işe gitmezsek hayatımızı idame ettiremeyiz. Oysa manastırda herkesin belirli bir görevi olsa, günde 2-3 saat çalışmak hayatın idamesi için yeterli olurdu. Birisinin görevi hayvanları yemlemek ve çobanlık olabilir mesela. Bir diğeri bahçeyle uğraşıp sebze yetiştirebilir. Bulaşık, çamaşır, mıntıka temizliği ve yemek filan. Dur yolcu! Manastırımızda inzivaya çekilmek ve dünyevî dertlerden azade bir ortamda sanatsal faaliyetlerini yürütmek istiyorsan, senin de bu işbölümünde bir görevin olacak! Ha, bir de öyle gürültü yapmak yok. Sessizlik hakim olmalı. Havadan sudan muhabbet yasak hemşerim. Sohbet odası olmalı bir tane. Konuşacak olanlar oraya geçsin. Fikir tartışması ve bilgi alışverişi. Ama -mesela- okuma odasında çıt çıkmayacak. Vallahi müthiş olurdu. Hayatımızın bir döneminde de olsa, şöyle 7-8 ay olur, belki birkaç yıl olur, inzivaya çekilir, estetik ve entelektüel gereksinimlerimizi karşıladıktan sonra kent hayatına dönerdik. O koşuşturmaya, aceleye, curcunaya, para kazanmaya. Hayat gailesi denen işlere. Bence güzel olurdu. Ne kadar dayanırdım bilmem. Belki birkaç ay, belki bir ömür boyu. Yine de el altında böyle bir seçenek olsun isterdim. İnsanlık böylesine güzel bir olanağı neden yalnızca Budistlere ve Hıristiyanlara bırakmış, neden onlardan ilham almamış, anlamak güç.

Bazılarımızın, belki çoğumuzun zaman zaman inzivaya çekilmeye ihtiyacı var.

(3) Hazır OHAL var. İnsanlar -özellikle memurlar- Türkiye gündemini değerlendirmek yerine sessiz kalmayı tercih ediyor, malûm. O hâlde rahatlıkla uzakları, yani ABD seçimini konuşabiliriz. Bugün herkesin dilindeydi zaten -öğrenciler dahil. Bence Trump’ın kazanması şaşırtıcı olmakla birlikte bazı bakımlardan memnuniyet verici. Artık “politically correct” denen, çevir kazı yanmasıncı, herkese hitap ederimci, nabza göre şerbet verir, herkesin hassasiyetine dikkat ederimci ve en nihayetinde riyakâr olan tavır kaybetti. Artık LGBT, feminizm, çevrecilik, etnik ve dinî kimlikler gibi kimi mikro-politikalara yaslanan ve ağzını açsan “nefret söylemi bu!” diye fırça atan söylemlerin ne kadar etkisiz olduğu ortaya çıkmış oldu. Düşüncelerini söyleyenlere derhal İslamofob, cinsiyetçi, ırkçı, türcü, şucu, bucu gibi yaftalar yapıştırma siyaseti -çok şükür- dibe çöktü. Geçmiş olsun. Her kesimin onayını alacağım, herkesten alkış alacağım, en çok “layk” alan ben olacağım anlayışı gümledi. Darısı Avrupa’nın başına. Clintoncı şu yüzümüze gülüp canımıza okuyan anlayış kaybetti. Trump açık açık “canınıza okuyacağım!” der hiç olmazsa. Kıvırmaz. Önüne gelene dalkavukluk edip “aman hassasiyetleri kaşımayayım” diyen, yanar döner, taraflı ama tarafsızmış gibi şekil yapan, demokratlığı söylemde kalanlar kaybetti. İnsanlar karnından konuşanlardan yılmış artık kardeşim. 

Bugün kaç kez duydum: “Ama Trump İslam düşmanıymış :(“ Ee, n’apacaksın? Milli irade böyle tecelli etti işte. Demokrasi böyle bir şey. %50.0001’e karşı %49.9999 ile kaybetme ihtimalin var. Kusura bakmayacaksın. Vatandaşın tercihine saygı duy bakalım. 

İçten içe Trump kazansın istedim hep. New York Times, Washington Post ve diğer büyük yayın organlarını takip ederim. Pocket denen bir uygulamayla makaleleri indirip e-kitap okuyucumda okumak en büyük zevklerimdendir. “Trump aptalın teki, patavatsız ve ölçüsüz” diyen, gülünç karikatürlerini çizen, saç modelinden ötürü onu kimi hayvanlara benzeten, en önemlisi de “üniversite okumamış erkek ve beyaz ABD’liler Trump’ı destekliyor” gibi küçümseyici ifadeler kullanan, bir nevi “bidon kafalı cühela takımı Trump’ı destekliyor” diye aklınca insanları aşağılayan ana-akım medya boyunun ölçüsünü aldı. Bir düşünceni söylersin vay efendim İslamofobik, başka bir şey dersin aman efendim ırkçı, bir başka konu olur vay efendim cinsiyetçi. Geçiniz bunları. Bir arkadaşımın çok güzel ifade ettiği gibi, sanıldığı kadar umursanmıyorsunuz arkadaşım. Bu ne idüğü belirsiz politically correct/doğrucu söylemleriniz kabak tadı verdi. Varoluşunu tek bir kimliğe indirgemiş, kendilerini kutsal bir haleyle donatmış ve hiçbir eleştiri kabul etmeyen, kendilerine laf edeniyse çeşitli sıfatlarla itham eden o hassasiyet grupları: O kadar da önemli değilmişsiniz hacı. Bak, içinizden Trump’ı destekleyenler bile çıktı. 

Bir münazara esnasında Clinton’ın Trump’ı küçümseyen jestlerine tanık olduğumdan beridir “inşallah Trump kazanır” diye geçiriyordum içimden. Kalbim temizmiş demek ki.

(4) Atatürk sevgisini ilkokulda edindik. Klasik cümlemiz “Atatürk yurdumuzu düşmanlardan kurtardı!” idi. Yetişkinliğe adım attıkça bu konuda bol bol okudum. Bilen bilir: İletişim Yayınları’nın bir ansiklopedisi vardır. Bir de onun Kemalizm cildi. Anlamaya çalıştım. Mustafa Kemâl ve genç Cumhuriyet dört bir koldan eleştiriliyordu. Açıkçası, özellikle kusurlu ve hatalı noktalar ilgimi çekerdi. İstiklâl Mahkemeleri, idamlar, Dersim Harekâtı, isyanlar ve saire. En çok rastladığım ifade ise Türk halkının bu rejimi benimsemediği, bu gömleğin ona zorla giydirildiği şeklindeki yargıydı. İslamcısından sosyalistine hangi yazara baksam benzer ifadeler duyuyordum. Yazarlara göre Cumhuriyetin kurucu kadroları Batı mukallidiydi. Laiklik Fransa’dan, medenî kanun İsviçre’den, ceza kanunu ise Mussollini İtalya’sından alınmıştı. Okuyup anlamaya çalışıyordum. Hani “Mustafa Kemâl’i putlaştırıyorsunuz!” derler ya, ne putlaştırması yahu, bildiğiniz eleştiri metinleri, hatta ithamlardı okuduklarım. Gayet rahattı herkes. Eleştiri gırla gidiyordu. Kızmıyor, metinlerle arama mesafe koyuyor, önyargılarımı parantez içine alıyordum. Aradan geçen yıllarda esen “demokrasi rüzgarı” ile birlikte gördük ki, bir dönem demokrat olmanın yolu Mustafa Kemâl’e hakaret etmekten geçer olmuştu adeta. Sosyal ağlarda, kahve köşelerinde, berber dükkanlarında işitir olmuştuk çocukken duymadığımız -ve artık epey bayatlamış- o ithamları. 

İnsan zamanla az çok olgunlaşıyor. Giderek fark ettik ki bir uygulamanın doğduğu yer değil o uygulamanın kendisidir önemli olan. Bugün Afganistan’a veya Suudi Arabistan’a bakıyorsun, bir de kör topal da olsa işleyen Türkiye’deki medenî kanuna bakıyorsun, İsviçre’den alınmış olması önemini yitiriyor. Sonuçta “kökü dışarıda” da olsa doğru doğrudur diyorsun. İnsan hayatını yücelten, onun haklarını koruyan, işkenceyi yasak eden, daha zayıfı gözeten bir sistemi hak ediyoruz hepimiz -çağdışı, eleştiriye kapalı başka yapıları değil. Zamanla bakıyorsun, hep kusur aranmış, iyi de, Mustafa Kemâl ve Cumhuriyetin kurucu kadroları hilafeti ve saltanatı yürürlükten kaldırmış mesela. İnsanlar şurada bile düşüncelerini açıklamaya çekinirken, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı dahi başkaları incinmesin diye atılmaz olmuşken, adam taa o zaman korkusuzca büyük atılımlar yapmış. Bazı öncü kişilikler hakikaten tarihe yön veriyor. Yiğidi öldür hakkını ver şimdi. 

Tamam, daha ileriye, ilerici, seküler, çağdaş ve eşitlikçi bir vizyona evet. Daha insanca bir yaşama doğru ilerlemeye evet; ama hunharca eleştirirken anakronizme düşmemek ve tehlikeli alternatiflerin pusuda beklediğini de göz ardı etmemek lazım. Ben artık Mustafa Kemâl’in adı geçtiği an “ama” denmesini, Cumhuriyet’in kazanımlarını takdir etmeden, atılmış kimi ilerici adımları görmezden gelerek doğrudan doğruya kusurlu noktaların vurgulanmasını açıkça kötü niyetli buluyorum. 

Ve evet, ilkokulda edindiğim sevgiyi, yıllar sonra, hem de bu kez çok daha bilinçli bir şekilde muhafaza ediyorum.

(5) Ya şimdi “SAPIKLAAAR!” deyince konunun özünü ıskalıyoruz gibi geliyor.

Hukuk, toplumsal ilişkileri düzenleyen bir disiplin. Dolayısıyla tamamen dünyevî bir konu. Bir yasa tasarlanırken insanlar tartışır, gerekçe ve itirazlarını ortaya koyar ve mükemmel olmasa da daha insanî bir çözüm getirir. Mükemmellik tehlikeli bir iddia zaten; zira mükemmellik iddiasındaki bir inanç uğruna insanların canına okumamız mümkün. O yüzden bir nebze tevazu gösterip mükemmeli değil fakat daha iyi olanı hedeflemekte yarar var. 

Toplumsal ilişkiler dünyevî mevzulardır; uhrevî değil. Bu sebeple, toplumsal ilişkileri düzenleyen herhangi bir yasanın tasarlanmasında İslam’a ya da başka bir dine referans vermek lüzumsuz. Bu ister 13 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesi, ister köleliğin kaldırılması, ister lokantaların hangi gün ve saatlerde açık olup olmayacağı, isterse kız çocuklarını okutma meselesi olsun -fark etmez. İnsanî bir mesele söz konusu olduğunda sorunu insanlar çözer. Her konuda “peki İslam bu konuda ne söylüyor?” diye ilahiyatçıların iki dudağının arasına bakmak veya hadislerin ve ayetlerin insafına kalmak yanlış. Zihinsel, psikolojik ve fizyolojik bakımdan reşit olma ve sorumluluk alma yaşının 18 olmasını, sırf "İLKİN BATI'DA ÖYLE BELİRLENDİ" diye reddetmek gülünç. Yalnızca gülünç olsa iyi, bunun varacağı yer medeniyetten fersah fersah uzaklaşmak olur: Dün CNNTürk'te adamın biri 13 yaşındaki bir kızın evlendirilmesinin İslam’a uygun olduğunu söyledi mesela. Oysa bu konuda, bu gayet dünyevî ve toplumsal konuda İslam’ın ne dediğine bakmamıza gerek yok. Her konuda “ya inşallah dinimiz bu konuda güzel şeyler söylüyordur” diyen bu tutumla işimizi şansa bırakmış oluruz. Ayrıca çocuk ailenin malı değil. (Bu ayrı bir tartışma konusu gerçi.)

Bir de bu mevzularda kentli ve eğitimli insanların düştüğü bir tuzak var: Çözümü “aslında İslam'da öyle bir şey yok” gibi politik doğruculuk kokan bir tavırla geçiştirmek. “Aslında doğru İslam öğretilse sıkıntı kalmaz” gibi, söylerken kendilerinin bile inanmadıkları, bir tuhaf önerme. 
Şimdi biz, özgüvenle, açıkça, göğsümüzü gere gere “İslam ne derse desin, 18 yaşının altındaki insanların evlendirilmesini doğru bulmuyorum” diyemiyorsak hiçbir konuda fikir beyan etmeyelim bence. Her konuda, sanat, edebiyat, felsefe filan rahatça konuşurken, toplumsal bir konuda karşındaki kişi "ama İslam'a göre böyle" deyip seni susturacaksa, korkup susacaksak, hiç konuşmayalım, aklımızı askıya alalım daha iyi. 

13 yaşında bir bireyin evlendirilmesinin apaçık yanlış olduğunu herhangi bir dinî kaynağa bakmaksızın dillendirebilmemiz gerekir. Çünkü bu dünyevî bir mesele. 
Ve dünyevî meseleleri insanlar, tartışarak, zaman içerisinde çözer.

(6) Eskiden bir kitabı ancak kafam rahat olduğunda okuyabiliyordum. Şimdiyse kitap okurken kafam rahatlıyor. Bu geçişi ne ara yaşadım bilmiyorum. Yaz mevsimini seviyorum. Kışı da öyle. En azından ne oldukları belli. Gelgelelim şu uğursuz Ekim ve Kasım aylarında varoluş kudretim azalır hep. Birkaç haftadır ruh gibi dolaşıp duruyorum ortalıkta. Ne bir işi kotaracak mecalim ne de bir davete icabet edecek hevesim var. Bugünlerde hayat gailesinin getirdiği kaygıları askıya almak istediğimde edebiyata sarıyorum. Gerçekten de alıp başka diyarlara götürüyor beni. Yazın (insanı yaşama sevinciyle doldurup taşıran o kutlu mevsim!) Odessa’da gezerken bir sandalye heykeli görmüştüm. Gelip geçenler, üzerine oturup fotoğraf çektiriyorlardı. İnternette soruşturunca o sandalyenin İlya İlf ve Yevgeni Petrov adlı Odessalı iki yazarın On İki Sandalye adlı romanına bir gönderme olduğunu öğrendim. Geçenlerde o romanı okurken Ukrayna ve Rusya’nın şehirlerini hayalimde yeniden gezdim adeta. 1971 Sovyet yapımı filmini de izledim On İki Sandalye’nin. Bir heykel görüyorsun, aylar sonrasında seni önce bir kitaba, ardından bir filme, nihayet gezdiğin o yerlere götürüyor. Hayatta her şey nasıl da birbiriyle bağlantılı. 

Bir de Paul Auster’ın Timbuktu’sunu okudum. Kitap insanoğluna dışarıdan, bir köpeğin gözünden bakmayı deniyor. Aslında hikayenin kendisinden çok, Auster’ın yalın dili, kısa cümleleri ve alttan alta milyon tane mesaj vermek için kasmaması hoşuma gidiyor. Bu üçüncü kitabı oldu okuduğum. Spielberg’in filmlerindeki gibi yalın, sıralı anlatımları seviyorum ben. Munich, Bridge of Spies ve Schindler’s List’te olduğu gibi, olayların karmakarışık olmadığı, izlerken ya da okurken kendimi ALES sorusu çözüyormuşum gibi hissettirmeyecek anlatıları seviyorum. 

En çok da Knut Hamsun'un Dünya Nimeti’ni sevdim. Yabani hayatın orta yerinde toprağı sürerek, taşları ayıklayarak, binbir uğraşla ekilebilir alan yaratan Isak ve Inger’in küçük dünyaları. Öte yandan Into The Wild filmindeki gibi tek başınalığı yüceltmiyor. Çekirdek aile var. Biraz uzakta da olsalar, İsak’ın saban, bel ve pulluk gibi aletleri temin ettiği ve ticaret yaptığı köylüler var. Öyle mutlak bir yalıtılmışlık söz konusu değil. Zaten en sevdiğim şey, bireyselle toplumsalın dengelendiği bir hayat. Ne mutlak tekillik ne de boğucu bir çoğulluk. 

Henüz yarısına geldim ama bu romana bayıldım. Behçet Necatigil’in müthiş çevirisi de bunda etkili tabi.

(7) İtfaiye geç gelmiş. Yangın merdiveni kilitliymiş. Bu teknik konular önemli. Ama işin arkaplanı var bir de. 11 yaşında, 12, 13 yaşında çocukların, anne-babaları sağ ve üstelik birlikte olmalarına rağmen, dinî eğitim adı altında başkalarına emanet edilmesi baştan yanlış bir kere. Öksüz ve yetim çocukların barınma ihtiyacı devlet tarafından giderilmek durumunda. Orası ayrı; ama o yanarak ölen kızlar ne öksüz ne de yetimdi. Öğretmenler bilir. Son yıllarda artan bir eğilim bu: Ver çocuğu şu tarikatın ya da bu cemaatin yurduna, orada yatıp-kalksın, abileri ablaları onlara İslam’ı öğretsin, sabah namazına filan kaldırsın, bir de ders çalıştırsın. Velisiyle görüşmek istersin, yurttan eğitmen, belletmen, abi, her neyse artık o gelir. Gerçi “Batı medeniyetinin bir dayatması” deniyor ama, ben reşit olma eşiğini çok önemsiyorum. Reşit olmamış bireylerin, onun bunun yurdunda yatıp kalkmasını ve dinî ya da ideolojik eğitime tabi tutulmasını İNSAN HAKLARINA AYKIRI buluyorum. Bir kere çocuğu bir hiç yerine koymuş oluyorsun; çünkü çocuk anne-babanın malı gibi ele alınıyor: “ÇOCUK BENİM DEĞİL Mİ? İSTEDİĞİM YERE VERİRİM!” Değil kardeşim. Çocuk toplumun da çocuğu. Ayrıca bir birey. Bir insan. Onu öyle dilediği gibi eğip büksünler diye birilerine teslim ederek insanlık suçu işliyorsun. Beşe giden kız çocuğuna başörtüsü takmasını söyle, üzerine “aferin kızım, çok güzel oldu. Sakın çıkarma!” de, çocuk seve seve ikna olur zaten. Herkes kabul görmek, takdir edilmek ister. Küçük yaştaki bireylerin yönlendirilmeye ne kadar yatkın olduğu sır değil. Üniversitelerde ikna odaları kurulduğu ve kızlara başörtüsü kullanmamaları yönünde telkinde bulunulduğu bilinir. Yanlış; ama hiç değilse onlar reşitti. Şimdi başını örtmesi yönünde telkinde bulunulan insanlar bildiğin çocuk. O yanlıştı da bu doğru mu sanki? Üniversitedeki kız öğrencilerin başörtüsü takmalarına karşı değildim. Kendi kararlarıydı; ama malûm, ayarsız ülkeyiz. Bugün beşe, altıya giden kızlar, daha bildiğin çocuk, yüzleri bile çocuk, yusyuvarlak, elmacık kemikleri bile belirgin değil, ailenin zoru ya da ikna etmesiyle başını örtüyor veya kimi cemaat yurtlarında kalıyor. E hani ikna odaları kötüydü? Çocukları yurtlarda ikna ediyorsunuz ama? 

Türkiye derin bir yarılma yaşıyor. Ciddi anlamda bir medeniyetler çatışması. Bir kesim artık insan hakları, güçler ayrılığı, laiklik, demokrasi, bireyin biricikliği, medenî kanun, Latin alfabesi ve karma eğitimi kayıtsız şartsız reddediyor; zira ne kadar insanî olursa olsun tüm bunların “kökü dışarıda”. Oysa bu saydıklarım kutsal ve sorgulanamaz metinlere değil, insan-yapımı bir uygarlığa dayanıyor. Dolayısıyla eleştiriye ve değişime açık. Tam da bu yüzden daha iyi. Üstelik herkes belirli bir inanca göre şekillensin diye bir dayatması yok. Dinî inançlar bu çağdaş uygarlığın içinde bireysel olarak zaten yaşanabiliyor. Bu da işin artısı.

Öğrencilere ve velilere söylerim bazen. Olağanüstü bir durum yoksa çocuk reşit olana dek aileyle kalmalı.

Değiniler: 1-31 Aralık 2016.

$
0
0
(1) Bugün çocuğunu döven bir anne görsek rahatsız oluruz. Geçmişe göre şiddete tolerans hayli azalmışken bunca insanın katledilmesi olağandışı. Bir yanda yolda giderken bir tosbağayı ezmemek adına fren yapacak denli şiddetten arınmışız, öte yanda başkalarını öldürmek için kendini havaya uçuracak denli gözümüz kararmış. Coğrafyamızın çelişkileri.

Orwell’in 1984’ü, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı filan fos çıktı. Güya bugün bilim hayatın her alanını baskı altına almış ve insanlar duygularından arınmış, robotvari, sırf mantıktan ibaret varlıklar hâline gelmiş olacaktı. Ensemize barkod kazınacaktı. Fahrenheit 451’e bakarsak bugün benim evimdeki kitapların belki yarısı yasaktı şimdi. Tutmadı bu anlatılar. Ortadoğu'nun distopyası bambaşka.

Bizim distopyamız akla ve bilime duyulan aşırı güvenin yıkıcı sonuçlarına dayanmıyor. Buranın distopyası akıldışına, duygusala dayanıyor. İkna etmek, kanıtlamak, gerekçe sunmak gibi bir derdi yok bazı kesimlerin. Haklılığını sırf varoluşundan alıyor. İnşasında hiçbir katkısının olmadığı, hazır bulup aldığı dinî inancına, yahut doğuştan getirdiği etnik ya da başka özelliklerine dayanarak birbirini boğazlıyor. Emek vermeden, doğuştan haklıyız. Bizim distopyamız tamamen irrasyonel, tartışmaya kapalı, biatçı, adanmaya ve taraftar toplamaya dayalı. İnsan hakları deyince kaşlarını çatan, “Paris’te kabul edilmiş, bize ait olmayan değerler silsilesi” diye tepki koyan bile var. “Dili, dini, ırkı, dünya görüşü ne olursa olsun” diye başlayan bir cümle geçtiği vakit, “nasıl yani, şimdi Müslümanla Ateist bir mi? Öyle saçma şey mi olur!” diye atarlananların coğrafyası Ortadoğu. Aynı şey ırk ve dünya görüşü için de geçerli pekâlâ. Kendimizi içinde bulduğumuz distopya o romanlarda öngörülenden çok farklı. Burada bilim ve teknolojinin ilerlemesinden kaynaklı, sırf özgürlüğü kısıtlamaktan ibaret bir geleceğin yaklaştığını görsek, onu ehven-i şerden sayar, öpüp başımıza koyardık herhalde. 

12 yaşında çocuklar bile Facebook kapak fotoğraflarına “Bıji Serok Apo!” yazılı görseller veya şeriat bayrağı koyabiliyor. İnsanlar daha çocuk yaşta ırkçı, ayrılıkçı ya da İslamcı kimi dava ve örgütlere adandığı sürece 40 sene sonra durum yine aynı olacak gibi görünüyor. En basit konuda dahi münazara etme kültürü ortadan kalktı; zira artık herkes a priori haklı. Artık taraflar ve o tarafların taraftarları var. Muhakeme yok.

PISA sorularına baktım. Grafik okuma gibi kolay, yoruma dayalı sorular. Ama her yıl gerilememize şaşırmıyorum; çünkü bu toplum muhakeme yetisini kaybediyor. Malûm, bugün sesi gür çıkan, tuttuğunu koparan "haklı." Eğitimdeki başarısızlığın sistem sorunundan ziyade kültür sorunu olduğunu düşünüyorum. Finlandiya'daki sistemi alıp buraya getirsek de başarı gelmez. Finlandiya toplumu başka, burası başka.

Umut var yine de. Umut, şu ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilen, o tosbağa ezilmesin diye arabasının frenine basan, çağdaş, akılcı, hümanist insanlarda yatıyor.

(2) (Yukarıdaki yazıya yapılan bir yoruma istinaden şunları yazmıştım.) Hiçbir zaman şartlar harika değildi belki ama hümanist-akılcı eğilimler eskiden daha güçlüydü. Rejimimizin laiklik temelini terk ediyor olması sorunlardan birisi. Demokrasi ayrı bir konu. Demokrasi bir içerik sunmaz, biçimdir. Tabanı olduğu gibi yansıtır. Gider Trump'ı iktidara getirir, Afganistan'da Taliban yasal olsa muhtemelen onu iktidara getirir. Finlandiya'da ise sosyal demokratları. Önemli olan bu biçimsel yöntemden ziyade mevcut tabanlar ve onların dönüşümü yani. Kültürel sorunlar çok derinlerde yatıyor. Sorular çok muhakkak tabi ama yıllardır kendimce yazarak düşüncelerimi paylaşıyorum. Dünya görüşümü tüm hatlarıyla yazmaya kalksam burada destan yazmam gerekir. Hissiyatım o ki epey farklı bakıyoruz Hocam. 

Bu coğrafyanın sorununu yukarıda açıklamayı denedim. Özcülük diye özetleyebilirim. Yani doğuştan haklı, üstün ya da mağdur görmek kendini. İnşasına hiçbir katkı sunmaksızın, hazır bulduğumuz kimlikler bir övünç meselesi olduğu için düzelme olmuyor. İnsanlar son yıllarda daha az konuşuyor, zira "hmm bu karşımdaki nasıl olsa ikna olmaz, inandığı kutsal bir dava var, ayrılıkçı ya da dinci bir dava mesela, nasıl olsa beni dinlemez" diye düşünüyor. Nasıl olsa adandığı, hazır bulduğu fikirler eleştiriye kapalı. Dolayısıyla, toplumdaki farklı farklı unsurlar kapalı birer çember gibi, değişmeyen, katı birer demir bilye gibi, kesişmiyor, birbirleriyle paylaşacak hiçbir şeyleri kalmıyor.

Farklı olan iki unsur olsun. Bunların her birisi kendisini tartışılmazcasına haklı, kutsal, doğru yolda vs görsün. Bu durumda x ve y birbirini asla ikna edemez. Zira kendisi doğru (ki bu kibre götürebilir), karşısındakiyse sapkın ya da en kibar ifadeyle yanlış yoldadır. Buradan huzur çıkmaz.

Bugün eskiye göre zihniyet bakımından gerileme olduğunu gözlemliyorum. Eskiden insanları vücutlarına patlayıcı sarıp orada burada intihar etmeye ikna etmek daha zordu. Ben, açıkçası, çok farklı tarihsel dönemlerin ve bambaşka coğrafyaların da aynı kefeye konmasını yanlış buluyorum. En sık rastladığım ifade "canım insan her yerde insan, ha İsveç, ha Türkiye, ha Afganistan ha Japonya, ne fark eder?" diyerek sapla samanı karıştırmak, kel alaka bağlamları aynı kefeye koyarak sanki hiç sorun yokmuş gibi sorumluluğu üzerinden atmak bence yanlış.

Ben aydınlanmacı, seküler bir hümanizmden yanayım. Bu konuda tarafım. Başka türlü toplumları huzur içerisinde bir arada tutmanın, en azından mevcut Ortadoğu söz konusu olduğunda mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu konuya girsem iş uzadıkça uzar. O yüzden burada durayım en iyisi. Uzatmadan. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Selamlar.

(3) Vay be. Eski Çin’de kız çocukları için “su israfı” denirmiş (waste of water). Doğum esnasında yatağın yanında su dolu bir kova bulundurur, bebeğin kız olması hâlinde boğarak öldürürlermiş. Böylelikle erkek nüfus giderek artmış. Varlıklı erkekler eş bulabilirken, yoksul olanlar sap gibi ortada kalır olmuş (bare branches). Zamanla artan erkek nüfus toplumun başına bela olmaya başlamış; zira bu yoksul ve kadınsız erkekler suça eğilimliymiş. Hiçbir kalıcı bağlılığı olmayan, sorumluluk taşımayan, hayatta kendinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan bu genç ve yoksul erkekler giderek örgütlenmeye başlamış. Çeteleşen bu başıboş ve kavgacı güruh o kadar büyümüş ki, yerel/feodal beylere ve hatta imparatorluğa karşı tehdit hâline bile gelmişler. Kız çocuklarını öldürme geleneği sona erip nüfus dengelenince sıkıntılar çözülmüş. 

Amerika’daki Vahşi Batı imgesinin temelleri de yüksek erkek nüfusuna dayanıyormuş. ABD’nin doğusunda kadın nüfus ya daha fazla ya da erkeklerle dengeliyken, batısında madenlere giden erkeklerden ötürü erkek nüfus oraya yığılmış. Yalnız, yoksul, sorumluluk taşımayan binlerce erkek. Kavga, hırgür ve silah. Zamanla kadın ve erkek nüfusu dengelenip çekirdek aile yaygınlaştıkça şiddet azalmaya başlamış. Country diye geçen, hani şu kovboy müzikleri vardır ya, anonim Amerikan halk şarkıları yani, bunların pek çoğunda kocasını tartışmalardan ve silahlı ortamlardan uzak durması için ikna etmeye çalışan kadınların sözleri geçer: Adam kıytırık bir sebepten ötürü vurulup ölmesin diye içki içmemesine ve kavgalara karışmamasına dair telkin içeren sözler. Bazılarında sözler epey acıklı. Sakat kalan ya da ölen eşleri için ağıt yakmışlar adeta.

Özellikle Çin örneğine bakınca geçmiş çağların pek o kadar da ideal olmadığı görülüyor. Şahsen ilerleme denen şeye inanıyorum. İlerleme yalnızca bilim ve teknolojinin gelişmesi değil tabi. Şiddetin azalması, hukuka riayetin artması, daha insanî ve konforlu şartlarda yaşamak gibi konular da ilerlemenin başka bir boyutu.

(4) Şu uğursuz 2016 geçip gitse de rahatlasak. Olan biten her şeyi ezberden sayıp dökemem. İşime gelmeyen, beni üzen olayları bilmeden baskıladığım kadar, güçlü bir belleğimin olmayışı da bunda etkili. Yine de, genel itibariyle şöyle bir bakınca, bu yıl 2015’e göre çok daha tatsız tutsuz geçti. Daimi melankoliden pek haz etmediğim için yüzümden gülümsemeyi eksik etmedim. Sonuçta işe yarıyor olmak ve kendini değerli hissetmek güzeldi. Okulda öğrencilerle baş başa kaldığımda, bazı derslerin gerçekten yararlı geçtiğini hissettiğimde, veya dışarıda ve evde sevdiğim uğraşlara gömüldüğümde tatmin olmasını bildim. Evde olmakla dışarıda olmayı dengelediğim zaman mutlu oldum. Yoğun geçen bir haftanın sonunda, Cumartesi akşamları kırmızı şarap eşliğinde 70’li yılların Sovyet, İsviçre veya İskandinav filmlerini izlemekle kendimi ödüllendirirken, "eh Tamer, bu kadarını hak ettin artık!" derken mutlu buldum kendimi. 

Dünya yıkılsa kendini mutlu etmen gerekir. Tabi ölçülü. Ne de olsa bize en çok zevk veren eylemler de fazlaca yapıldığında tatsızlaşır. Bir yandan hayattan koparabildiğimi almak istiyorum. İnsanın istemeleri bitmiyor. Diğer yandan ölümlü olduğunun bilinci hayatı daha da anlamlı kılıyor. Biricik yaşamımız. Adeta bir hediye. Ne var ki gündelik koşuşturma içerisinde bu gelip geçiciliğimizi unuturuz. Ya da ben unuturum. Kendi adıma konuşayım. Başkalarının ölümleri hatırlatır bana gelip geçiciliğimi. Sizi bilemem.

Kızıl Ordu Korosu’nu arada açıp açıp dinlerim. O coşkulu ve epik müzikleri dinledikçe insanlığın geleceğine ilişkin umutlarım tazelenir. O insanların dün hayatlarını kaybetmelerine üzüldüm. İki gün önce miydi yoksa? Sonra, düşününce kendi kişisel varlığımla ne kadar alakası var gerçi ama, George Michael’in ölümüne de üzüldüm. Careless Whisper şarkısı dışında hiçbir şarkısını bilmesem de, sonuçta çocukluğumda kulaklarımda yer etmiş hoş bir ezginin sahibiydi bu adam. İngilizce bilmeyen her çocuk gibi, şarkıya kendi uydurma “cümlelerimle” eşlik ederdim. Demin baktığımda George Michael’ın ‘63 doğumlu olduğunu öğrendim. Yaşlı sayılmazmış. 19 yaş büyük benden. Gelip geçti işte. İnsanın yarın hık diye gitmesi de, doksan yaşını görmesi de mümkün. O arada ne yaşadıysan yaşadın. Herkesin öyle iz bırakmak gibi bir derdi yok. Yine de, muhtemelen, birbirimiz üzerinde farkında bile olmadan ne izler bırakıyoruzdur kim bilir. 

Çocukluğumda üzerimde iz bırakmış ve bugün hâlen bırakmakta olan kişileri, eserleri, şarkıları, ilginç deneyimleri, aslına bakarsanız, bir deneyimler bütünü olarak hayatın bizatihi kendisini, 2016 gibi uğursuz senelere ve erken ölümlerin yarattığı hüzünlere rağmen seviyorum.

(5) Dört senedir burada düşüncelerimi paylaşıyorum. Kitap okumak, özellikle felsefî ve kültürel meselelere dair kitaplar okumak 2001’den beridir zamanımın kayda değer bir kısmını işgal etti. Düşüncelerimi elimden geldiğince akıcı ve anlaşılır bir üslupla aktarırken ortaya çıkan yalınlığın ardında son derece çetrefil metinler yatıyordu. Hiç günlük tutmadım. Başkaları okumadığı sürece yazmak bana hep anlamsız gelmiştir. Dört senedir, Türkiye’de olan bitenlere, bazen makro sorunlara, bazen küçük şeylere, bazense filmler, kitaplar ve diğer konulara ucundan kıyısından değindim. Kuru çözümlemeleri sıkıcı bulduğum için kişisellikle harmanlanmış metinleri severim. Bu yüzden “ben” demekten, çözümlemelere kendi somut varlığımı dahil etmekten sakınmadım. Sonuçsa çerez kabilinden kısa iç döküşler oldu. Kimi zaman katıldığınız, kimi zamansa katılmadığınız; ama emin olun ne yazdıysam en samimi düşüncelerimdi.

Biliyorum, birkaç ayda bir “çok güzel oldu. Yakında çıkacak” deyip durdum -şu bir türlü çıkmayan- kitabım için. Ayrı bir heyecan taşıyordum; zira bu kez hedef kitle felsefeciler değil, HERKES olacaktı. Kitabın taslağını kimi arkadaşlarıma, görüşlerine çok önem verdiğim değerli bir akademisyene, hatta babama dahi okuttum. Bambaşka eğitim düzeylerinden kişiler. Elimde olmayan sebeplerle yayım tarihi ertelendikçe, ara ara metne dönüp onu adeta bir heykel gibi yonttum. Küçük ve etkili dokunuşlar. Üslupta ve biçimde düzeltmeler, eklemeler, açıklamalar -ama öz hep aynı kaldı. Nihayet kitabın dizgisi de tamamlandı ve bu sefer gerçekten çıkacak. Siz deyin bir hafta, ben diyeyim iki.

Bilinen birisi değilim. Öyle bir hedefim de yok. Zaten önemli olan kitap -ben değilim. Bu kitabın okunmasını, mümkün olduğunca çok sayıda insana ulaşmasını istiyorum. Kitapta son derece akıcı ve yer yer sakin, yer yer coşkulu bir üslupla, deneme boyutunda yazılarla, içinde yaşadığımız zamanın sorunları irdeleniyor. Adeta herkes için felsefe... Hüzün, mutluluk ve aile gibi kişisel; Ortadoğu, demokrasi, şiddet ve çok-kültürcülük gibi toplumsal; ve nihayet bilim, etik, hayatın anlamı, maneviyat ve umut gibi insanî konuları ele aldım. İçeriğin bir kısmı size tanıdık gelecek, "Tamer'in yazdığı belli" diyeceksiniz. Bir kısmı ise şaşırtabilir.

Şimdiden sizden ricam, eğer okumak isterseniz, Idefix, Kitapyurdu ya da D&R gibi kitap satış sitelerinden temin ettikten sonra, kitabı beğenseniz de beğenmeseniz de, birkaç cümlelik bir yorumla arkadaşlarınıza bahsetmeniz. Romanları yüzbinler satan yazarlar bile yeni bir kitapları çıktığı vakit ekranlarda kanal kanal dolaşırken, ben gibi tanınmayan, tanınmayacak olan, üstelik edebiyat değil de felsefe üzerine odaklanmış birisinin kitabı tanıtıma muhtaç. Bu arada kitabın adı ve alt başlığı şöyle oldu:

Çağımızın Yanılgıları Üzerine
Türkiye ve Ortadoğu için Mutlu Bir Gelecek Umudu

Pek yakında haber ederim :) Mutlu yıllar.
Tamer.

Tarkovski ve Başyapıtı Stalker / İz Sürücü (1979) Üzerine Bir Değerlendirme

$
0
0
Stalkter (1979), Andrei Tarkovski
Tarkovski’nin Stalker adlı filminin bilimkurgu kapsamına girip girmediği konusunda anlaşmazlık söz konusu. Bana kalırsa Stalker, bilimle maneviyat ilişkisini ele almak bakımından ucundan kıyısından da olsa bilimkurguya dâhil. Yine de daha çok felsefî bir eser.

Tren istasyonuna yakın bir evde yaşayan çift büyüsü bozulmuş bir Dünya’da, Sovyet kahverengisi diyebileceğim tonlarda, sıkıcı, rutin, donuk bir yaşam sürdürmektedir. Ailenin erkeği, herhangi bir maddi eksikliğin olmadığı bu boğucu ortamda, bir başka deyişle sert ve ödünsüz bir modernliğin içinde, hakikatin peşine düşen bir iz sürücü hâline gelmiştir. Gerçeğin, hakikatin izini süren, mevcut sistemin kuru ve donuk yapısında bir sıkıntı olduğunu hisseden, bunu bilen ama ifade etmekte zorlanan bir iz sürücü. Yasaklanmış ve kuşatılmış olan Bölge’ye giden yolda bir profesöre ve bir yazara öncülük etmeye karar verir. Yasak bölgedir gideceği yer. Hakikat yasaklanmıştır. Ne var ki buna değeceğine de emindir.

Filmdeki üç erkekten alkolik olan yazar ve fizik profesörü, iz sürücüden farklıdır. İz sürücü gerçeklikten haber getiren bir ulak, diğerlerine öncülük eden bir havari, nihayet akılla bir türlü görülemeyeni bir şekilde hisseden, sezgileri kuvvetli bir ermiştir adeta. Entelektüel yazar ve fizik profesörü, hayatı sırf akılla, rasyonel olanla, duyularla edinilen bilgiyle anlamakla bir ömür tükettikleri için iz sürücünün sezgi gücüne sahip olmaları imkânsızdır. Hayatı 2 * 2 = 4 kesinliğinde, sıkıcı ve donuk bir rasyonalitenin egemenliğinde yaşayan bu iki kişinin, görünende, fenomenal evrende kendini doğrudan doğruya belli etmeyen hakikati idrak edebilmeleri mümkün değildir. Zira hakikate saygı duyulması, onun ciddiye alınması gerekir; alay edilmesi değil.

Bu yüzden filmin bir yerinde “Bölge’ye saygı duyulması gerekiyor” der iz sürücü. Hakikate 2 * 2 = 4 gibi yalın ve doğrudan bir bakışla erişemezsiniz. Ona ancak çapraz, yamuk bir bakış attığınızda, ona belirli bir yöntemle değil, doğaçlayarak yaklaştığınızda erişmeniz mümkündür. O da kısmen. Zira filmde söylendiği gibi Bölge sürekli değişim hâlindedir. Hakikate bir kez erişilmiş olması, ikinci kez erişilebileceğini garantilemez. Ona çıkarsız yaklaşmak gerekir. Müzik gibi, sanat gibi. Müzik dinlemek size hiçbir şey kazandırmaz. Size kâr getirmez belki, ama yine de ona ihtiyaç duyar, ona eriştikçe bir şeylerin yerli yerine oturduğunu hissedersiniz. Dünya büyüsüne, sihrine yeniden kavuşur adeta. Ele avuca gelmeyen, akılla açıklanamayan şeyler de vardır.

Filmin sonunda iz sürücü hasta düşer. Çağımızda insanların inançsız olmaları karşısında hayretler içindedir. İnsanlar, o Soyvet kahverengisi modern Dünya’da inançtan, maneviyattan, duygusal olandan kopmuş, salt rasyonel bir hayata kendilerini hapsetmişlerdir. Filmin, bu bakımdan bir bilim eleştirisi olduğu söylenebilir. Bilim, evet, nesnel bilgi sağlar. Duyulur evrene dair en sağlıklı bilgiyi bize bilimsel yöntem verir: Sistematik gözlem ve deney. Hipotez ortaya koyma ve sınama. Bilimin insanlığa kazandırdıkları küçümsenemeyecek kadar fazladır. Öte yandan, bilim bize bilgi sağlasa da, hayatın anlamını vermez. Hayatın anlamı daha ziyade irrasyonel, duygusal, manevî bir unsurdur. Bu ancak kişisel içkin deneyimlerle, sanatla, şiirle, müzikle, edebiyatla, ve kimi insanlar için de dinle sağlanabilir. Belki de bu yüzden Sovyetler Birliği’nde dini bilimle ikame etme denemeleri tutmamıştır. Örnek vermek gerekirse, Moskova’daki Kurtarıcı İsa Katedrali yıkılmış, yerine havuz inşa edilmişti. Sovyetler’in çöküşüyle birlikteyse katedral aynı yere yeniden inşa edildi.

Daha önce Hitler Almanyası’nda ve bugün Ortadoğu’da olduğu gibi, zincirlerinden boşanmış, başıboş bir irrasyonalite de tehlikeli olabilir. Bu yüzden belki de en doğrusu, şiirle matematiği, duyguyla aklı, Dionysos’la Apollon’u dengelemek, bilimle sanatı bir arada yaşatmaktır; zira insan hem aklı hem de duyguları olan bir varlıktır. Duygularını körelterek aklın hükmünde bir ömür sürmüş olan entelektüelin ve fizik profesörünün hakikat yolunda bir iz sürücüye, bir öndere ihtiyaç duymaları tam da bu yüzdendir. Aksi hâlde, ancak karanlıkta el yordamıyla yol almaları gerekecekti.

Tarkovski’nin Stalker adlı eserinde, özelde Sovyetler Birliği, genelde ise modernite eleştirisi yaptığını, olgularla ilgilenen bilimin insanlık için tek başına yeterli olmadığını, dinin, kiliselerin ve katedrallerin yara almasıyla manevî ve içkin deneyimin ortadan kalkmadığını anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Salt akılla yaşanan bir hayat bir robota uygun olurdu; ne var ki insan akılla yetinmez, onun manevî/tinsel bir yönü de vardır. Bu yüzden sanat eserleri de üretir ve sanat, irrasyonel olan bu tinsellikten beslenir.

Evet, Tarkovski bunu oldukça uzun bir sürede, ağır bir ritmle, dolaylı olarak, imalarla gösteriyor belki. Öte yandan, başka türlü bir anlatım yüzeysel kalır ve aynı etkiyi vermezdi.

Tamer Ertangil.

Ingmar Bergman’in Tystnaden (Sessizlik) (1963) Filmi Üzerine

$
0
0
Ingmar Bergman, Tystnaden (Sessizlik) - 1963.
Tüm canlılar gibi insan da iletişim kurar. İletişim kurarken jest ve mimiklerin yanı sıra karmaşık ve kapsamlı diller kullanıyor oluşumuz bizi farklılaştırır. Öte yandan, iletişim kurmak için, soyut konuları dahi aktarabildiğimiz ve tartışabildiğimiz bir dilimizin olması, sağlıklı bir iletişim kurabilmemizin teminatı değildir. Sanıyorum, Bergman, Sessizlik’te söz konusu iletişim sorununu ele alıyor.

Filmin başında, birisi güzel ve alımlı, diğeri ise ağır bir hastalığa yakalanmış olan iki kız kardeş ve güzel olan kadının oğlu, hem sıcak ve dolayısıyla boğucu, hem de iç bunaltıcı bir tren yolculuğu yapmaktadır. Çocuk, vagonun penceresinden güneşin doğuşunu seyrederken, gitmekte oldukları ülkenin dilinde, yabancı, anlamadığı, anlamlandıramadığı bir dilde konuşan görevlilerin sesini işitir. Tam da o anda tren karanlık bir tünele girer. Anlaşılmaz bir gürültü, kelimelerin dahi birbirinden ayırt edilemediği bir kakofonidir işittiği. Karanlık bir tünelde nasıl ki hiçbir şey görünmezse, yabancı bir dilde de bir şeyler işitilir belki; ama hiçbir şey anlaşılmaz. Yalnızca işitir fakat işittiğimizin taşıdığı anlama erişemeyiz. Dilini bilmediği bu ülkede yalnızca trendeyken değil, gündelik hayatın her anında, gerek çocuk, gerekse yetişkin iki kadın, hayatı dışarıdan seyreder konumdadır. Hayatla hemhâl olmak şöyle dursun, ondan yabancılaşmış, araya mesafe konmuş, vitrinde sergilenen eşyalara bakar gibi, dışarısıyla aralarına aşılması zor bir engel girmiştir.

Yine de, iki kız kardeşin hayata karşı takındıkları tavrın birbirine karşıt olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Ciğerlerinden rahatsız, hastalıktan bitkin düşmüş hâlde, yataktan çıkmayan büyük kızkardeş hayatı vitrinden seyredenlerdendir. Hayata tutunamadığı apaçık olan kadın, rahatsızlığına ve öksürmesine rağmen sigara üstüne sigara içmeye devam eder. Hayatının sonlanmasını arzu eder gibidir. Uzaktan, güvenli bir mesafeden seyretmekle yetindiği dış Dünya ile iletişim kurmayı denemez. Yatağında, içkisi, sigarası ve kitaplarıyla meşgul hâlde, tüm gün oturur. Dışarısıyla olan bağlantısızlığını, kitaplarla ve klasik müzikle inşa ettiği iç dengesiyle telafi etmektedir. Somut olanla, nesnelerle ve insanlarla, dolaysız temasla, kısacası dış Dünya ile ilgili değildir. 

Bir ara kalkıp otel odasının penceresinden dışarıya bakar. Yalnızca bakar. Dışarıdaki hayatın hengâmesindense yalnızlığından hoşnut, kitap ve müzik gibi -yine insan ürünü olmakla birlikte- daha dolaylı bir iletişim sağlayan nesnelerle kurduğu özel alanında huzurludur. Huzurludur belki; ama mutlu olduğu söylenemez; zira üst üste yaktığı sigaralarla, öksürerek, kan kusarak, adeta ölümünü hızlandırmak arzusundadır. Bilinçli bir şekilde arzularını törpülediği, tensel ve nicel arzulardan kendisini uzak tuttuğu, neredeyse bir rahibe gibi yaşadığı söylenebilir: Dinsel olmayan bir manastır yaşamı sürdürmektedir adeta.

Genç ve güzel olan kızkardeş ise tam tersi bir karakter taşımaktadır. Otele geldikten kısa bir süre sonra derhâl kendisini dışarı atar. Dilini bilmediği bir ülkede bulunmaktadır belki; ama bu engeli aşmaya kararlıdır. Toprağa bağlı, ayakları yere basan, tuttuğunu koparan, insanlarla temas hâlinde olmayı tercih eden bir yapıya sahiptir. Ne var ki, ablasının “büyük birader” misali denetleyici ve müdahaleci yönünden rahatsız olduğunu da gizlemez. Küçük kızkardeş hayatı olduğu gibi yaşarken, ablası sakınımlıdır. Küçük kızkardeş cesurca yeni deneyimlere yelken açarken, ablası onun yaşadıklarını dinlemekle yetinmekte, yaşantıları bizzat deneyimlemekten sakınmaktadır. İçten içe onun hayata dair tutkusunu kıskanmakta, onun gibi olmak istemekteyse de, kardeşinde daima kusur bulmaktan ve ona akıl vermekten geri durmaz. “Birbirimizin dilinden anlamıyor olmamız ne hoş!” diye tepkisini dillendirir genç kadın. Nihayet, ablasına hep hayran olduğunu, onun ilkeli, çalışkan ve entelektüel kişiliğine saygı duyduğunu ima ederken, “ama o ilkelerinle hep kafamızı şişirdin” diye serzenişte bulunur.

Ablasının hayattan, daha doğrusu hayatı dolaysız yaşamaktan neden bu denli korktuğuna anlam veremeyen genç kadın, geceleri kendisini dışarıya, yeni maceralara attığında, ablası ona kendisini aşağılanmış hissettiğini söyler. Hastalığından ötürü gece hayatına katılamıyor, karşı cinsle irtibata geçmesine sağlığı el vermiyordur belki. Gelgelelim, kardeşiyle aralarında geçen konuşmalardan, ablanın hayatı boyunca ve muhtemelen sağlıklıyken de hep sakınımlı ve mütereddit olduğunu anlarız. “İlkelerinle kafamızı şişirdin” diyen kardeşi, “sen hep haklıydın” diye de ekler. Muhtemelen, ablasının, her ne kadar bilgili ve kültürlü olsa da, her ne kadar her daim haklı olsa da, haklılığıyla despotlaşmış olmasından, haklılığından ötürü kendisini üst bir yerde konumlandırmış olmasından ve haklı olmakla kalmayıp kardeşinin yaşam tarzına müdahale etme cüretini kendisinde bulmasından ötürü, bir nevi sınır ihlâlinde bulunduğunu düşünmekte, ablasının “haklıyım; öyleyse seni bezdireceğim, yaptıklarını burnundan fitil fitil getireceğim” tarzı bir tutum benimsediğinden yakınmaktadır. Herhangi bir konuda kişiler haklı ya da haksız olabilir; öte yandan kişinin kişiselliği, bireyin biricikliği bakidir. Bu bakımdan kontrolcu ablanın -çoktan bir erişkin olmuş- kız kardeşinin yaptıklarına burnunu sokması adil değildir; zira genç kadın ablasına karışmazken, ablasının kendisinde böyle bir hak görmesinin meşru bir zemini olamaz.

O esnada çocuk, bir sirkle beraber kente gelmiş cücelerle hemhâl hâlde, elinde bir silah, konuşarak iletişim kuramadığı insanlara ateş eder gibi yapmaktadır. Anlayamadığı, iletişim kuramadığı, dilini bilmediği insanlara silahını doğrultan çocuk, belki de iletişimsizliğin doğurduğu örtük bir öfkeyi dışavurmaktadır. Anlayamadığımız şey bizim düşmanımızdır; bilmediğimizden, tanımadığımızdan korkar, onu tehdit olarak görürüz. Bu nedenle, farklılıklarla karşılaşma anı kişi için büyük bir sınavdır, öyle ki, bu şok deneyimiyle birlikte ya hoşgörümüz artacak, ya da katı bir muhafazakârlığa, hatta kategorik bir dışlayıcılığa varacağızdır. Çocuğun silahla oynaması bir umutsuzluk işaretiyken, bir yanda büyük kız kardeş yavaş yavaş hayata veda etmektedir. Karamsar bir atmosfer filme hakim olur bire süre için.

Yatak döşek, ölüme doğru hızla yol alan kadın, küçük çocuğa bir zarf verir. Tüm bu umutsuz ve karamsar atmosferin içerisinde, iletişimsizliğin imkânsızlığına neredeyse ikna olmuşken verilen o zarf, umudu simgeler gibidir: Yazılı bir iletişim aracı, bir metin. Haklılığıyla despotlaşan “büyük biraderin” ölümüyle birlikte yeni bir tren yolculuğu başlar. Ferah bir geleceğe doğru, sağlıklı iletişimin, karşışıklı anlayışın ve hoşgörünün muştulandığı, iyiliğe, güzelliğe doğru bir yolculuk. 

Çocuk, yeni bir iletişimin imkânı olarak görünür: Geleceğin dengeli, ölçülü, rasyonel ve bir o kadar eğlenceyi, karnavalı, hayatı dolaysız deneyimlemeyi ve duygusalı dışlamayan, bütünsel bir anlayışın taşıyıcısı, müstakbel bir yeni-insan olarak.

Tamer Ertangil.

Dört Değini: Ocak 2017

$
0
0
(1) Çocukluğuma denk geldi gerçi ama tam da çocuk olduğumuz için olan bitenin farkında değildik. Gorbaçov’u ve kafasındaki lekeyi hatırlarım haberlerden. Televizyon ne gösterirse o. Sovyetler’in dağılışı esnasında insanlar ne çile çekmiş meğer. İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu adlı kitabı bitirdim sayılır. Kitabı okumadan önce 90’ların Rus halkı için bu denli zor geçtiğini tasavvur etmemiştim. Sözlü tarih sonuçta. İşin içine kurgu da katılmış olabilir ama anlatılanlar kısmen bile doğru olsa yeterince korkunç.

Onlarca anekdot var belleğimde. Bir örnek vereyim. Yıllarca sigortası ödenmiş ve emekli ikramiyesini almak üzere olan ihtiyar bir kadın düşünün. Serbest piyasa nedir bilmeyen koca bir ülkenin ekonomik modeli hızla dönüştürülünce Rus rublesi o kadar değer kaybediyor ki, Volga marka bir otomobile denk olan emekli ikramiyenizle, bir gecede, bir kilo salam satın alabilecek hâle geliyorsunuz. Şaka gibi... Sokaklara düşenler, intihar edenler, dilenenler, yüksek lisanslı temizlikçiler, hayat kadınları, nihayet sokaklarda silahlarını saklamaya bile tenezzül etmeyen çetelerin türemesi. Fabrikalar yevmiye ödeyemediği için ne üretiyorsa ondan veriyor işçisine. Parfüm fabrikasında çalışan kadına maaş olarak parfüm veriliyor mesela. Herkes bunları gidip sokaklarda satıyor, takas ediyor -ticaret nedir bilmeyen, birkaç ay öncesine kadar para mevzuunun konuşulmasını bile ayıp bulan Sovyet halkı kendince ticaret yapıyor.

Emekli ikramiyesi buharlaşan teyze, kızına sürekli “beni sakın gazeteye sarıp gömmeyin, n’apın edin kefen bulun!” diye yalvarmaya, giderek akıl sağlığını yitirmeye başlıyor. Evlerini yok pahasına elinden alan bir mafya, kadının tabutla, törenle gömülmesini sağlıyor. Kızı ise son görevini yerine getirebildiği için memnun. Ev gitti tabi. Evsiz kalınca tren istasyonunda, apartman girişlerinde filan yaşamak zorunda kalıyor uzunca bir süre. Düşünün, doğumgünlerinde hediye olarak diş macunu ve sabun verilen bir dönem. Daha neler neler.

En acısı da hayatın anlamını yitirmesi. “Biz bir ideal için yaşıyorduk. Uzaya ilk biz çıktık. Spor, sanat, kültür ve sanayi. En güçlü ülke biz olacaktık. Ne yani, şimdi sırf yaşamak için mi yaşayacağız? Eğer yüce bir ideal uğruna yaşamayacaksak, yaşamanın ne anlamı var?”

En temel ihtiyaçlarından yoksun kaldıkları yıllarda dahi hâlâ büyük ideallerden, fedakârlıktan ve adanmadan söz etmeleri karşısında insan afallıyor hakikaten.

(2) N’apıyorsunuz? Keyifler yerindedir umarım. Vallahi kitabım çıktığından beridir bende bir hafifleme oldu. Tatile girmişken bol bol kitap okumak dışında kendi kitabımın tanıtım çalışmalarıyla ilgileniyorum. Boşluğa düştüm demek abartılı olur belki; ama bir hafifleme, bir rahatlama olduğu kesin. O kadar ki, diş hekimine gitmek gibi yıllarca ertelediğim işleri yapar oldum son günlerde.

Tanıtım çalışmaları demişken, gerçi daha 35 yaşımı doldurmadım ama, şu hayatta öğrendiğim bir şey varsa o da bir amaç uğruna çabalamanın gerekliliği. Hani şu “tırnaklarıyla kazıma” deyiminde anlatılan şey. Sonuçta kimse kimseyi keşfetmekle yükümlü değil. “Acaba kimdir bu kişi?”, “ne gibi yetenekleri var?” veya “acaba iç dünyasında neler dönüyor?” diye sormazlar. Çoğu kimsenin böyle bir derdi yok. Milletin işi gücü var. Kim olduğun ve hangi alanda çabaladığın fark etmez, kendini göstermen, derdini anlatman lazım. Sonuçta kimse kimsenin içini göremiyor. Eğitimde de bu yüzden sınav yapılır ve eğitim “istendik davranış değişikliği” olarak tanımlanır. “Ben istesem yaparım!” E yap da, bilgini davranışa dök de görelim o zaman? Kitap mı yazdın? Bunu insanlara duyurmak için tüm araçları kullanacaksın kardeşim. Yüksek lisans veya doktora yapmaya mı niyetin var? ALES ve KPDS’ye hazırlanır, gereken puanları alır, gerekli şartları sağlar, mülakatta jürinin karşısına çıkarsın, kimse de -eğer sıradışı ve TANINAN bir yetenek değilsen- “N’OLUR GEL!” demez. 

İçinde yaşadığımız dönemin klişelerine dair. Kitapyurdu ve İdefix gibi sitelerden temin edebilirsiniz.
Hangi kitabı hangi sene ve hangi mekânda okuduğumu hatırlarım. 2002 yılında Tanrı’nın Tarihi diye bir kitap okumuştum. Ayraç Yayınları. Kitaplıkta duruyor hâlâ. Yıllar sonra Pegasus Yayınları aynı kitabı yeniden basmış. Demin Facebook’ta reklamını gördüm. O baskısı zor tükenen tuğla gibi kitap muhtemelen çerez gibi satılacaktır şimdi. Binlerce beğeni, yüzlerce yorum, paylaşımın altında birbiriyle tartışanlar, birbirine sataşanlar... Ve kitabın kapağında üç semavî dinin simgesi. Bu yeni baskıda yayınevi belli ki işi şansa bırakmamış. Oysa duyurmasalardı, bir avuç kitap kurdu dışında o kitabı duyan eden pek olmazdı.

Bu arada bir üniversite öğrencisinden aldığım ileti mutlu etti beni. Çağımızın Yanılgıları Üzerine’yi iki günde bitirmiş. Bir çok yerin altını çizmiş. En çok “Hüzünlenmek Marifet mi?” ve “Ortadoğu Günahsız mı?” bölümlerini beğenmiş. Bir de 156. sayfayı. Çok mutlu oldum bu dönüşten :) Hemen gidip 156. sayfada ne yazdığına baktım tabi. Kitabı fotoğraflayıp Instagram'e yüklemiş. Instagram'de yokum, göremedim ama bu mutluluk bana yetti.
Tırnaklarla kazımaya devam. Edilgenlik yol değil. Üşenmek yok.

Zaten “ben buradayım!” demedikten sonra orada olduğunu kim nereden bilsin ki? :)

(3) Bir seminerde tanık olmuştum. Ağaç dikme kampanyasından söz ediliyordu. Bir katılımcı söz almış, tüm bunların boş işler olduğunu, sonuçta kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece bizim dikeceğimiz ağaçların hiçbir anlamının olmadığını söylemişti. Sorun sistem sorunuydu.

Ben bu tip söylemleri çoktandır sorunlu buluyorum. Hayalî bir gelecek uğruna, bugün için verilebilecek her mücadeleyi küçümsemek bana makûl gelmiyor. Kişiyi rahatlatıyor belki; zira “sistem bozuk abi, biz ne yapsak boş” tavrı kişiyi atalete sevk eder. Parmağını bile kıpırdatmana gerek kalmaz, nasıl olsa burjuva demokrasisi içinde varolmak "anlamsızdır." Mevcut sistem baştan ayağa kötü olduğu için, hukuk içerisinde mücadele vermek de "anlamsızdır." Gönüller ferah tutulur. Fedakârlık, diğerkâmlık, adanma, kendin için, Dünya için, başkaları için, hatta gelecek için mücadele etmene gerek yoktur. Yapısalcılığın fazlaca kuvvetli bir etkisi midir bilinmez, özne olmaya, bir şeyleri değiştirebilecek olmaya dair küçücük bir inanç kırıntısı dahi görülmez olur.

Kafandaki kavramsal çerçeveyi dış dünyaya dayatınca olgular o çerçeveye göre algılanır. Bütün çerçeveler birbirine denktir demiyorum. Nihilist değilim; ama hangi çerçeve insanlığa daha faydalıdır diye tartışmak yerine, belirli bir çerçevenin zaten iyi, geri kalanlarınsa kötü olduğunu, en kötüsü de fiilî durumun baştan ayağa kötü olduğunu savunmak kişiyi ya atalete ya da terörizme götürür. Hayalî ve mükemmel bir gelecek uğruna, sözde mükemmel bir ideal uğruna mevcudiyeti, gerçekleri, bugün varolanı reddetmek, olan biten içerisinde daima kötü olanı seçip güzellikleri bilerek ya da bilmeyerek es geçmek, insandaki nefreti büyüttükçe büyütür. Bu yüzden, hiç şaşmaz, her şeyi insana değil de sisteme bağlayan kişilerin yüzleri daima asık olur. Sonuçta, içinde hiçbir çıkış kapısı olmayan bir labirentin içinde olduğuma inanırsam, mutlu ve umutlu olmak için hiçbir sebebim kalmaz. Ya bir köşeye çekilir çevreme çemkirir dururum, ya da sözde daha iyi bir dünya için, daha güzel bir gelecek için terör örgütlerinin yaptığı gibi insanlara kan kustururum. Bu yol yol değil.

Bu kafayla mesela referandum da boş iştir. “Boykot ediyorum ben ya!” dersin. Ne evet ne de hayır, sonuçta burjuva demokrasisi, sonuçta kapitalist ekonomi, sonuçta ne varsa yalandır, boştur, anlamsızdır. Özne olmayı reddetmenin dayanılmaz hafifliği.

Çoktandır nerede kolay bir çözüm görsem kuşkulanıyorum. Varolan her şeyi tek bir ilkeyle açıklayan kavramsal çerçevelere şüpheyle yaklaşıyorum. Gerçeklerin altında sınıf çatışması (Marx), güç istenci (Nietzsche), tahakküm ilişkileri (Foucault) ve sair ilkeler yatıyor olabilir, ama tek bir ilkenin tüm olan biteni açıklaması aklıma yatmıyor. 

Her şeyin bir sistem sorunu olduğunu da düşünmüyorum. O sistemin, o yapının içindeki insanların, bir başka deyişle öznenin de önemi büyük.

(4) Günümüzde yakın çevremizdeki insanlara karşı iyi olmamız marifet değil. Yüz sene önce yeterliydi belki. Aile, akraba, eş dost dışında kimseyle karşılaşmazdık. İsmail Saymaz bir programda demişti ya, “kendi köyünden ötesini vatan bilmeyen” insanlardık. Küçük dünyalarında tarlayla uğraşmak ve hayvanları otlatmak dışında bir iş bilmeyen, birbirinden bihaber koca bir nüfus. Etik denince birbiriyle temas eden insanlar akla geliyordu. Yakındalık etiği. Dar, küçük çevreler. Ama bugün işler değişti.

İlk çıktığı zamanlardan beridir internetle haşır neşirim. Son birkaç yıldır internet vesilesiyle tanıştığım insanlarla yüz yüze görüşmüyordum. Bilinçli bir karar değildi. Denk gelmiyordu işte. Biraz da merak eksikliği ve metropolde yaşamıyor olmanın getirdiği üşengeçlik olsa gerek... Geçen Cuma bir değişiklik yaparak üşengeçliğimi yendim. Böylelikle, daha önce hiç yüz yüze gelmemiş insanların nasıl da iyi niyetli olabileceğini, bir masanın etrafında nasıl da eğlenceli, komplekssiz ve içten bir sohbet gerçekleştirebileceklerini hatırlamış oldum. Özellikle kitaplar, felsefe, bilimkurgu ve başka herhangi bir ilgi alanını paylaştığımız insanlarla aramızda görünmez bir bağın olduğunu hatırladım. Kendine özgü, başka bir cemiyetin üyeleriymişiz gibi. Zeki ve mütevazı insanlarla sohbet etmek bambaşka.

Bugün sanal ve gerçek arasındaki ayrım giderek belirsizleşti. Artık iletişimlerimizin çoğu uzaktan. Bugün artık uçakla seyahatin yaygınlaşması, cep telefonları, Twitter, Ekşisözlük, Couchsurfing filan derken, gündelik hayatımızda tanımadığımız insanlarla da iletişim hâlindeyiz. Bir asır önce kendi köyünden ötesini bilmeyen insanlar bugün uçakla iki saat içinde başka bir ülkeye gidebiliyor. Hiç tanımadığım birileri kitabım hakkında değerlendirmelerini e-posta ile tarafıma gönderebiliyor. Sen, şu an, şu satırları, sanal filan değil, gerçek bir kişi olarak okuyabiliyorsun mesela. Hiç yüz yüze gelmediğimiz kişilerden iyilik bile görebiliyoruz hatta. Ya diyorum, "şu romanın şu sayfası bende eksik." Bunun üzerine hayatımda görmediğim, muhtemelen hiç görmeyeceğim birisi o sayfayı tarayıp bana gönderiyor. Çıktısını alıp kitabın arasına koyuyorum mesela. 

Bu akışkan, hareket hâlindeki, uzak-yakın ayrımının geçerliliğini yitirdiği, hızlı seyahatin ve anlık iletişimin hüküm sürdüğü yeni dünyayı anlamak için eski yakındalık etiği yetersiz kalıyor. Günümüzde marifet ailemize, dostlarımıza ve mesai arkadaşlarımıza karşı nazik olmamız değil bence. Dünya değişti. Kendi kişisel coğrafyasıyla yetinmiyor, bir şekilde uzaklarla bağ kuruyor insanlar.

Yakın çevremizde iyi bir insan olmak yetmiyor. O zaten olması gereken. Bir rumuz edindiğimiz an küfretmeye, hakaret etmeye, bir de artık fena hâlde kabak tadı vermiş olan trollemelere başlıyorsak, uzaklara gidince "nasıl olsa beni bir daha görmeyecekler!" düşüncesiyle hoyrat davranıyor, nezaket sınırlarını ihlâl ediyorsak asıl sorun burada.

Hâliyle, uzaktakilerle kurulan etik ilişkinin önemi arttı bugün.

Tamer Ertangil.

Değiniler: 1-28 Şubat

$
0
0
(1) Büyük ideallerin yokluğunda hayatı anlamsız bulan idealist yapıdaki insanlar kurtuluşu geçmişte arar oldu. Madem ufukta aydınlık bir gelecek görünmüyordu, o hâlde geçmişe dönecektik. Yalan yanlış bilgilerin gırla gittiği şu ortamda geçmişi olduğundan farklı algılamak da kolaylaştı. Üstelik cazip. Olan biteni olduğu gibi değil de görmek istediğin gibi görmek, tarihsel olguları birer kurguya dönüştürme imkânı veriyor zira.

Bizde de gerçekleri eğip büken, yalnızca hoşa giden, gururu okşayan yönleri vurgulanan ideal bir geçmiş kurgusu çıktı ortaya. Göklerde asılı, gerçeklere tekabül etmeyen, kayıp ada Atlantis misali özlenen bir yitik cennet. Sanırsın sıradan halk Topkapı Sarayı’na girmeyi aklından geçirebilirdi, sanırsın hünkâr beğendileri, dana etli çavdar ekmeği dolmalarını, mahmudiyeleri, kavun dolmalarını gariban köylü yerdi; Rumeli ve Anadolu’da sıradan insanlar, senin benim dedelerimiz, ninelerimiz bolluk içinde, ipek şallar, mücevherler, halılar, çok odalı hanlar hamamlarda zevk-ü sefa içinde yüzüyordu sanırsın. Sanki bu insanlar tek göz odaya sabah sini serip kahvaltı eden, sonra sofrayı kaldırıp ortamı oturma odasına dönüştüren, gece olunca döşek serip aynı odada yatan garibanlar değildi de, adeta Binbir Gece Masalları’nda yaşıyorlardı. Sanki melez bir dil olan Osmanlıca’yı devlet bürokrasisi dışındaki insanlar anlayabiliyordu sanırsın. Dedelerimiz köyde maraba değilmiş de hepsi birer şehzadeymiş gibi. Bir tuhaf kurgu.

Birlik ve beraberlik vurgusu yapılırken, “birlik olalım ama benim istediğim gibi olsun” nevinden, o birliğin sağlanacağı kodların tek yanlı belirlenmesi, suçlayacak, itham edecek, yargılayacak insanların bulunmasını kolaylaştırıyor. Benim bir hakikat anlayışım varsa ve onu mutlak değer addedersem, buna itiraz eden herkesi öncelikle görmezden gelebilir, eğer etkili konuşur, insanları etkilemeye başlarlarsa derhâl hain ilan edebilirim. İstenmeyen Öteki’nin inşası kadar kolay bir yol yok. Kendi kurgusal geçmişine referansla, ecdatla, kültürle, Doğu ile filan hareket edince işine gelmeyen her doğrunun üzerini örtmen de çocuk oyuncağıdır: “Kültürümüzde yeri yok!” demen yeterli olur.

Hâl böyle olunca -hoşgörüyü, saygıyı arttıran, erk mekanizmalarını ve kamusalı düzenleyen konular dahil olmak üzere- ne varsa “kökü dışarıda” olarak kodlanabilir. Şakaya gelmeyen bir konu olan kuvvetler ayrılığından bahsedersin mesela, “Montesquieu diye bir Fransız’ın icadı bu. Kültürümüzde yeri yok!” deyiverirler. Diyorlar da. İşine gelmeyen konuları devreden çıkartmak istediğinde bir doğruluk ölçütü gibi, bir cetvel gibi işe koşulur. Elemanlarının keyfî olarak belirlendiği bir geçmiş kümesi. Çok işlevsel. Aidiyet hissi de veriyor. Mis.

Kökenlere vurgu bu denli artınca, birileri de gelip "monarşinin devamıyım" diyerek hak iddia eder bugün olduğu gibi. O küçümsenen Batılı yaşam tarzında yaşayan, dizilerden fırlamış gibi görünen padişah torunlarını görünce kafalardaki geçmiş kurgusu yerle bir olur tabi.

Eh, olacak o kadar.

(2) Macellan’ın, Baharat Yolu’na bir alternatif keşfetmek üzere çıktığı yolculukta iki yüz altmış beş kişilik mürettebatın yaşadığı zorluklar akla ziyan. Can sıkıntısı ve depresyon ne ki? Adamlar açlıkla terbiye olmuş. Tonla peksimet, bidonlar dolusu tuzlanmış balık ve fıçılarca şarap Büyük Okyanus’ta nihayet tükenince tafyalar ne yapacağını şaşırmış: “Sonunda açlıktan ölmemek için halatlar yıpranmasın diye büyük seren direğinin üzerine kaplanmış sığır köselesini yedik. Yıllarca yağmur, güneş ve rüzgar yiyen kösele taş gibi sertleşmişti. Köseleyi biraz olsun yumuşatmak için dört beş gün denize sallandırıyorduk. Sonra da biraz kömür ateşine tutuyor ve mideye indiriyorduk.”

Güvertenin köşelerinde biriken talaşları ve kalan son peksimet parçalarını suyla karıştırıp yemeye başlamışlar. Denize açıldıklarında gayet güçlü ve uzun yolculuklara karşı dayanıklı olan bu adamların avurtları çökmüş. Taze gıdayla beslenmedikleri ve vücutlarına hiç sebze ve meyve, dolayısıyla yeterli vitamin de girmediği için iskorbüt hastalığı baş göstermiş. Denizcilerin diş etleri kabarmaya, iltihaplanmaya, giderek dişleri dökülmeye başlamış. Sapasağlam insanlar kuvvetten düşmüş, bastonla yürümeye, kas ve eklem ağrıları çekmeye başlamış. Aylar, belki de yıllar sonrasında gördükleri ilk kara parçası olan iki adaya Mutsuzluk Adaları (Las Islas Desaventuradas) adını koymuşlar; zira adalarda hiç canlı yokmuş. Ne insan, ne hayvan, ne de bir bitki. Yalnızca kayalık.

Vay be... Yıllar sonra -Dünya’nın yuvarlak olduğunu zorlu bir şekilde de olsa kanıtlamış olan- bu yolculuğun sonunda evlerine dönebilen mürettebatın sayısı yalnızca on sekizmiş.

(3) "Bize göbeğini kaşıyan adam dediler“ söylemi çoktandır geçerliliğini yitirdi. Yani Türkiye’de entelektüel bir güruh var, bunlar kötü insanlar, fildişi kulelerinden aşağıya, halk yığınlarına bakıyor ve gördüğü manzarayı beğenmiyor, hatta onları ezip aşağılıyor ya güya, işte bugün öyle bir durum yok. İşlerin çoktan tersine döndüğünü, bilakis, okumuşların hor görüldüğünü düşünüyorum.

Akademisyen, okumuş, entelektüel ya da her neyse, kendisine burnu havada denmesin, elit olarak nitelenmesin diye ezilip büzülüyor. “Ben de sizden biriyim!”, “ben de aranızdan çıktım!”, "ben de halkım!" diyerek, özür dilercesine kendisini aklamaya çalışıyor. Sanki sırf varoluşu itibariyle suçluymuş gibi. Oysa çalışkana “inek” deriz daha öğrenciyken. Yetişkin olduğunda da durum pek değişmez. Nedense empati kurmakla yükümlü olanlar hep okumuş tayfadır. Fildişi kulelerde olmakla itham eden vatandaşınsa empati kurmak gibi bir derdi olmaz. Yıllardır bazı ezberler tekrar edilip durur. Sonuçta ezberler kadar insanı rahatlatan bir şey yok. Sanırsın bir tarafta halk diye yekpare, saf ve masum bir kitle var. Diğer tarafta ise zalim okumuşların şerri. Fildişi kule ve göbeğini kaşıyan adam söylemleri yinelendikçe, “saf ve masum kitle” hınç biriktirdi ve hesap sormak için çoktandır tetikte beklemekteydi. Kendisinden görmediği, elit bulduğu okumuşların başına gelenlere üzülmelerini beklemek komik olur. Kalabalıkların baskın duygu durumu hep öfkedir zaten. Boşuna “öfkeli kalabalık” diye bir tabir ortaya çıkmamış.

Bence halkı hor gören entelektüelden ziyade, entelektüeli hor gören bir halk kitlesi var bugün. Okumuşa tahammül de edebilirler pekâlâ -duymak istedikleri söylendiği, gururları okşandığı sürece. Hep hayalini kurmuşumdur. Kültür merkezleri sırf düğün salonu olarak kullanılmasa, ayda bir-iki kez, hukukçular, biyologlar, siyaset bilimciler, sosyologlar filan gelip vatandaşa seminer verse. Nerdee? Hassasiyetler zedelenmesin, vatandaş incinmesin diye diye hiçbir şey konuşulamaz olacak yakında; zira Türkiye zaten baştan ayağı hassasiyet. Herkes teyakkuz hâlinde ve her konu hassas.
Zaten bitik hâlde olan ve giderek yok edilen akademiden arta kalanlar, hiç kimsenin okumadığı hakemli dergilerde makale yayınlatır olsa olsa. Vatandaşla kurulabilecek bağlar ortadan kalkmıştır. Zayıf düştükleri anlarda bir hor görü bağı kurulur bir tek. Televizyondaki bilgi yarışmalarında kel alaka bir soruyu yanlış yanıtlayan bir doçent mi gördün? Ha-ha-hah, işte fırsat, dalga geçelim şu rezil entelle! Bir harf öğretene kırk yıl köle olmaktan bahsedip eğitimi yücelten bir söz var aklıma yatmayan. Efendi-köle ilişkisi olarak bakmamalı. En azından eşitler arasında bir ilişki olarak kurmalı bu bağı. Okuyan ve düşünen insanlarınsa ağır bir jargon kullanmayı bırakması, konuşmalarına coşku katması, nesnel olacağım derken sıkıcı hâle gelmemesi gerek.

Bana kalırsa retoriğin yeniden-doğuşu yaşanıyor. Doğruyu söylemek yetmez; güzel söylemek de gerekecek artık.

(4) İngilizce öğretmeni olduğum hâlde mesleğimden pek bahsetmiyorum. Bir kere yabancı dil öğretmek dışarıdan kolay görünür ve herkes bu konuda ahkâm kesmeyi sever. Şöyle bir yöntem vardır, iletişimci yaklaşım vardır, onu uyguladığında çocuklara sihirli değnek değecektir adeta. Sanki hepsi şıp diye, kolaylıkla öğrenecektir yabancı dili. Ya da kitabı değiştirdiğinde, role-play yaptırdığında, farklı etkinlikleri işe koştuğunda, üniversitede öğrendiklerini ya da katıldığın bir seminerde aktarılanları uyguladığında her şey düzelecek sanırsın. Ama kazın ayağı öyle değil.

Ders gereçlerinin, yöntemlerin ve tekniklerin önemi tabi ki büyük. Gelgelelim, İngiltere’ye dil kursuna gidip İngilizce öğrenemeden dönen insanlar var. Bir tanıdığım Yeni Zellanda’ya gitmişti. Orada Türk arkadaşlar bulmuş hemen. “Tavla oynadık, çay içtik, kurstan kaytardık” filan diyordu. İletişim kurmayacaksan ne diye o kadar yol gittin be adam... Zaten Türkçe ile İngilizce’nin söz dizimi, biçim bilgisi ve mensup oldukları dil aileleri bakımından uzaktan yakından alakası olmayan diller oldukları malûm. Yani İngilizce öğrenen bir Alman’ın ya da Norveçli’nin bize göre maça değil 1-0, 5-0 önde başladıkları söylenebilir. “I have a book – Ich habe ein buch.” -aynı şey. Bu yüzden, her ne kadar son on yıllarda yabancı dil bilen insanımızın sayısı artmış olsa da daha gidecek çok yolumuz var.

Öğretmenlerde de suç var denebilir. Doğrudur. Zaten 7/24 öyle söyleniyor. Alıştım bunu duymaya. Bu yüzden olayın başka bir yönüne vurgu yapmak istiyorum. Öğretmendir, yöntemdir, tekniktir, bir yere kadar. Elbette öğretmen hepsini yapmalı, işin lokomotifi olmalı. Ama meslekte on birinci yılımdayım ve naçizane gözlemim o ki, hedef dilin ait olduğu kültüre merak duymayan kişi yabancı dil öğrenemiyor. Dört sene boyunca ne yapsam derse dahil edemediğim öğrencim de var, ve inanın abartmıyorum, bülbül gibi İngilizce konuşan da. İngilizcesi iyi olan öğrencilerim, istisnasız, altyazılı diziler izleyen, yabancı şarkılar dinleyen, şarkı sözlerini merak edip “lyrics” diye aratan, ilgi duydukları blogları, sayfaları filan takip eden, o sayfalarda İngilizce yorumları okuyan ve yorum yapan kişiler. Yani yabancı dili hayatlarına yedirmişler. Böyle öğrenciler zaten işi götürüyor.

Bir de “Uykuda İngilizce”, “Bir Ayda İngilizce” gibi eğitim setleri var. Vallahi o kadar kolay olsa 8-10 dil öğrenirdim herhalde :) Özetle, hedef dili öğrenmek için hedef kültüre duyulan merak ve onu umursama da önemli bir etken.

(5) Popüler olana karşı önyargılı değilim. İlber Ortaylı’nın popüler hâle gelmesinden ötürü memnunum örneğin. Öte yandan, bir kişi ya da o kişinin eseri, sırf popüler olduğu için nitelikli sayılmak zorunda değil. Kimi şarkıcılar, The Secret gibi bazı kitaplar ve çoğu TV programı buna örnek gösterilebilir. Kabul görmek, iyi olmak anlamına gelmiyor.

Türkiye’de kitap satılıyor satılmasına ama ilginç bir durum var: Kürk Mantolu Madonna’dır, Ahmet Ümit romanlarıdır, Harrari’nin Homo Sapiens’idir, bu gibi kitaplar binlerce satış yaparken, yüzlerce başka kitap ise neredeyse hiç satmıyor. Kitapyurdu’nda kitapların satış rakamları yazıyor. Elbette Kitapyurdu mutlak bir ölçüt değil; ama iyi kötü bir fikir veriyor. Arnon Grünberg’in Tirza’sının bir edebiyat olayı olduğu söylenir. Satış rakamı ise hepi topu yüz yirmi üç. Yine Grünberg’in yeraltı edebiyatı tarzında, Palahniuk kitaplarını andıran Yahudi Mesih adlı bir romanı vardır. O kitap yalnızca sekiz adet satmış. Şaka gibi... Ayfer Tunç’un bir söyleşisinden öğrenip aldığım, Rus edebiyatının yaşayan önemli isimlerinden Vladimir Makanin’in Zamanımızın Bir Kahramanı adlı kitabı ise sadece dokuz adet satmış. Yaşar Çabuklu’nun çoğu kitabını okudum. Çok okunduğunu zannediyordum. Meğerse satış rakamları yirmi, otuz, kırklardaymış. Durum vahim yani. Evet, onbinlerce kitap satılıyor Türkiye’de; ama HEP AYNI kitaplar satılıyor. Popüler olmayan kitapları merak eden okur kitlesi ise nüfusa oranlandığında hayli küçük bir kesim.

Bilimkurguyu sevenler için Taner Güler’in Supra: Bir Parçacık Sonsuzluk adında bir romanı var. İlgiyle okudum. Hikaye, uçakla seyahatin ve uzaklarla iletişimin sıradan hâle geldiği günümüz Dünyasına uygun şekilde, farklı ülke ve şehirlerde geçiyor. Kitapta Fermi paradoksuna ve düşmana teslim olmaktansa şehirlerini yakan Numansiyalılara kimi atıflar var. Atom-altı parçacıkların kendilerinin değil de -tıpkı uçakların gökyüzünde bıraktıkları iz gibi- arkalarında bıraktıkları izlerin gözlemlenmesine de atıf mevcut. Gerçekten de kurgu ve bilimin bireşimi. Kitapta en beğendiğim yer, denizaltından gizli bir güzergâhla varılan, Antarktika’daki Vostok İstasyonu'nun anlatıldığı sayfalar oldu. Farklı uluslardan konusunda uzman kişilerin bir amaç uğruna bir araya geldikleri gizli bir üs. Bayıldım.

Sinema ve felsefe meraklılarınınsa Serdar Öztürk’ün SineFilozofi adlı kitabını ilgiyle okuyacağını zannediyorum. Kitapta, Deleuze ve Heidegger gibi filozofların sağladığı kavramsal çerçevelerden yararlanılarak, sinemaya felsefî bir yaklaşım geliştiriliyor. Deleuze ve Heidegger dediğime bakmayın, kitabın özellikle ikinci kısmında, Kurosawa’nın Düşler filminin çözümlendiği sayfalarda, Serdar Öztürk özgün bir dil geliştirmiş. Düşler’i izlemiştim; ama bu kitabı okuyunca neler kaçırdığımın farkına vardım. Sinemanın pek de öyle eğlencelik bir iş olmadığını, önemli bir sanat dalı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kitabı ilgiyle okudum.

Herkesin bildiği değil de, daha az bilinen kitaplara arasıra böyle değineceğim.

(6) Ha gayret. Bu kışı gribe yakalanmadan bitirmek üzereyim. Sanırım bunda Ekim’in 4’üne kadar her gün yarım saat denize girmiş olmamın ve Eylül’den beridir düzenli olarak balık tüketmemin etkisi oldu. Bunu ispat edemem. Ama hissiyatım o yönde. Deniz benim için aşı, balıksa adeta ilaç niteliğinde. Bir tek balıkla beslenmek yetmiyor tabi. Son zamanlarda sebzeleri de düzenli olarak tüketmeye başladım. Özellikle brokoli ve Brüksel lahanası. Evet, pek yerli ve millî gıdalar değiller belki ama yalnız yaşayanlar için biçilmiş kaftan. Şirin mi şirin, minyatür lahanalar. On dakika haşla, tamamdır. Her yemeğe yakışır. Tuz bile istemez. Koskoca lahanayı almak istemem. Küçük ve kolay tüketilen sebzeler biraz da işime geliyor açıkçası. Hazırlaması kolay. Beş tane haşla balığın yanına, mis.

Beslenmenin dengeli yapılması gerektiği malûm. Her şeyden biraz yemek lazım. Zaten fazlasını vücut tutmayıp atıyormuş. Gereğinden fazla vitamin mi aldın? Yallah dışarı. Tutmuyor vücut. Bir de, insan kendini dinleyince doğruyu bulur diye düşünüyorum. Koşular, yürüyüşler, yarışlar ve yüzme derken kışın bana bir ağırlık çöktü. Evet, hiç hastalanmadım belki; ama kendimi nadasa bırakma ihtiyacı da hissettim. Olur bazen öyle. Bedeni dinlendirmek de gerekli. Koşmak istemezsin. Vücut gitmez bir türlü. Direnir. Bu yüzden, spora ve beslenmeye yapılan vurgunun dinlenmeye yapılmıyor oluşunu tuhaf bulmuşumdur hep. Hareket iyidir ama her şeyin fazlası zarar. Akşamları kitap okurken bacaklarımı uzatır, kanepenin kolçağına dayadığım yastığa başımı koyar, bir yandan okur, bir yandan dinlenirim. Dinlenmek çok önemli. Uyku da öyle. Öğrencilerden duyarım bazen: “Sabaha kadar kahve üstüne kahve içip ders çalıştım!” Hiç anlayamamışımdır bunu. Kim nasıl istiyorsa öyle çalışsın ama ben yorgun ve uykuluyken ASLA okumam. Kafam almaz, odaklanamam. Ayrıca sizi bilmem ama yeter ki uykum gelsin, dilediğim kadar çay ya da kahve içeyim, vız gelir tırıs gider. Bebekler gibi, mışıl mışıl uyurum.

Nedense entelektüel faaliyetlerle uğraşan insanların dalgın olduğu düşünülür. Hatta sağlıksız olmalı, bedenini ihmâl etmeli, daima zihnini yormalıdır gibi tuhaf bir algı vardır. Hani filozoflar düşünmekten önlerindeki çukuru göremeyip içine düşermiş ya, o hesap. Bana kalırsa hiç de öyle bir şey yok. Murakami’nin Koşmaktan Bahsedince Asıl Kastettiğim adlı kitabını okuyorum. Koşuya ve hayata dair kimi düşüncelerini yalın bir dille anlatıyor. O da uzun yıllar aralıksız koşmuş. O da yeri geldiğinde aylar süren aralar vermiş. "Koşmak için kimseye muhtaç değilsindir" diyor. Maraton koşmayı roman yazmaya benzetiyor: Sabır, içsel motivasyon ve kararlılık gerektiren iki farklı eylem. İlginçtir, koşu hızımız da aşağı yukarı aynıymış üstatla.

Koşarken ne düşünüyorum? Saman alevi misali kimi düşünce kıvılcımları belirip yok oluyor bazen. Ama daha çok etrafı izliyor, nefesimi ve rüzgârı dinliyorum. Müthiş rahatlatıcı.

Önümüzdeki aylarda çok güzel yarışlar olacak. Beş tanesine katılmayı planlıyorum. Bu kadar dinlendiğim yeter :)

(7) Nietzsche, soylunun veya üst-insanın, ayak takımını dinlemek gibi bir zorunluluğu olmadığını söyler. “Sokrates tartışmacı felsefeyi icat etti edeli ayak takımı kendini soylularla bir tutar oldu” diye yakınır. Bence Nietzsche felsefî aristokratizmin bir öncüsü, radikal bir aristokrattır. Onda empati, demokrasi, eşitlik filan bulamazsınız.

Çok ilginç bir yazıya rastladım. Yapılan kimi testlerde, zenginlerin, çevrelerindeki insanların yüz ifadelerindeki değişikliklere karşı daha duyarsız olduğu ortaya çıkmış. Güzel bir manzarası olan bir mekân düşünelim. O mekânda başka insanlar da olsun. Gariban adam çevresindekilerin yüz ifadelerine dikkat kesilirken, zengin onları hiç umursamıyor. Muhtemelen manzaranın tadını çıkartmayı tercih ediyor. Algıda seçicilik denen şey o denli belirleyici ki, refahı yüksek şahıs etrafına baktığında yalnızca güzellikleri, daha doğrusu umrunda olan şeyleri görüyor. Zira tehdit altında değil. Yarına çıkmama korkusu yok. Hayatı garanti ve yakın gelecekte parasal sıkıntı çekmesi muhtemel görünmüyor. Kendisini tehdit altında hissetmeyen insan, hâliyle başkalarını daha az gözlemliyor, dolayısıyla başkalarının acıları ve sorunları gözüne çarpmıyor. Para var huzur var.

Oysa günü kurtardığına sevinen ve yarına çıkıp çıkmayacağı meçhul olan fakirin, çevresindeki insanları çok daha dikkatli gözlemlediği açık. Bir araştırmaya göre, çevresindeki kişilerin yüz ifadeleri değiştiğinde fakir bunu derhâl fark ediyor. Manzaranın tadını çıkartmak gibi lüksleri yok. Kendini koruyup kollamak, mücadele etmek, hayatta kalmak zorunda. Köşeye sıkışmış bir kedinin dişlerini gösterip tıslaması gibi, her an didişmeye, sesini yükseltmeye, hatta kavga etmeye hazır. Hayat onun için kurtlar sofrası. Kim bilir nerede okumuştum. Ve biraz sert bir laf belki ama, birisinin “kavga etmek fakir işidir” yazdığını hatırlarım.

Söz konusu verilerin paylaşıldığı makaleyi gördükten sonra Buse'nin şu cümlelerini okumak ilginç bir tesadüf oldu: “Hiç aç kalmamış ya da aç kalacağı endişesini yaşamamış, hayatını kurduğu fikir elinden kayıp gitmekteyken tek yapabildiği bakmak olmamış, hakkı yenmemiş, emeği ve bedeni sömürülmemiş olanlardan insanın değerini bilmesini beklemek saçma.”

İnsanların hâl ve hareketlerine karşı daha duyarlı olanların yoksul kesim olduğu söylenirken şöyle de bir çıkarım yapılmış: Çünkü yoksullar başka insanlara bağımlı. Onlara muhtaç. Ekonomik bir bağımsızlıkları olmadığı için başkalarını umursamamak gibi bir lüksleri de yok. Yeterince zengin, güçlü ve statü sahibi bir insanın, başkalarının duygu ve düşüncelerini umursamak zorunda olmadığı aşikâr. Ama yoksul olunca, ya da kibar tabirle “daha alt sosyo-ekonomik tabakaya mensup”, “gelir düzeyi düşük” filan olunca, başkalarını dikkatle izlemek hayatî bir önem taşıyor. Niyet okuyabilmeli, öngörüde bulunabilmeli, kimin nerede ne yapabileceğini sezebilmelisin ki yanlış yapmayasın.

Öyleyse, en azından bir ölçüde, neyi görüp görmeyeceğimizi ve önceliklerimizi belirleyen şey kim olduğumuz.

(8) CNNTürk’te Norveç’le ilgili bir program izledim. Tamam, Norveç şanslı ülke. Doğalgazı var, petrolü var, okyanusa kıyısı var. Ama başarı şansa dayanmıyor. Hukukun üstünlüğü, iş disiplini ve ciddiyet bir yana, balıkçı Heinrik’in konuşmasında bir nokta dikkatimi çekti: “Şurada gördüğünüz ev amcamın, diğeri halamın, onun yanındaki ise bizim. Tüm aile balıkçıyız.” Adamlar balıkçı ve refah içerisinde yaşıyor. Başka bir mesleğe geçeyim, çocuğumu bu "sefaletten" kurtarayım, okuyup masa başında çalışsın gibi bir hedef yok. “Peki sen üniversite okudun mu?” diye sordu bizimki. Heinrik üniversite okumuş okumasına; ama okuduğu bölüm KAPTANLIK. Heinrik aile, hatta sülale mesleği olan balıkçılığa öncelik vermiş yani.

Gezmeye ve gezi programlarını izlemeye bayılırım. Bir programda, Ankara’nın bir köyünde bir vatandaş, çocuklarını köyde tutamadığından yakınıyordu: “500 keçim var, maddi durumum iyi, evim ve evimde bulaşık makinesinden internetine kadar her imkânım var. Ama oğlum Kızılay’da bir AVM’de çalışıyor. Köyde çalışmayı kendisine yakıştıramıyor. Oralarda asgarî ücrete razı.”

Oysa tiftik keçisi yetiştirmenin ve çiftçiliğin -Norveç'te olduğu gibi- sürdürülebilir olması gerekirdi. Çok isterdim mesela, o çocuklar okusun okumasına ama ziraat üzerine, hayvancılık üzerine okuyup aile mesleğini geliştirerek devam ettirsin. Ama olmuyor. Bir kere tarım ve hayvancılıkla uğraşmayı insanımız genellikle kendine yakıştıramıyor. Rengârenk, ışıltılı ve müzikli AVM’lerin, kafe ve restoranların, kent kalabalığının ve o kalabalık içerisinde erimenin cazibesine karşı koymak zor. Daha az gelire ve kira giderine rağmen kentte yaşamaya razı. Çünkü orada özgür olacak. Kimse onu tanımayacak. Kimse onu gözetleyip denetlemeyecek. Biliyor ki bizim köylerde, Norveç’in köyündeki ya da balıkçı kasabasındaki gibi rahat değilsindir. Herkes kaçar köylerden. Ekonomik sebeplerin yanında insanın insanı darlamasının, rahat bir ortamın olmayışının, görünmeyen, yazılı olmayan baskının da payı büyük. Çocuk hobi edinse “fuzuli iş”, dernekleşme desen yok, ve okul bittiyse tek sosyalleşme alanı -içi sırf erkek dolu olan- kıraathaneler. Bitik bir sosyal ortam. Herkesin birbirinin dedikodusunu yaptığı bir tuhaf ilişkiler ağı. E senin çocuk değil 500, 2.500 tiftik keçin olsa, önüne her imkânı da koysan gene kaçar kente gider.

Kentleşme bir yere kadar kaçınılmazdı; ama ipin ucu kaçtı. Genellikle şöyle bir izlek söz konusu: Baba tarım ve hayvancılıktan geçinemeyince fabrikada iş bulur. Önce köyden gider gelir. Sonra çocuğu liseye başlar. Köyde lise olamayacağına göre "kasaba ya da şehirde ev tutalım, her gün köye gidip gelmeyelim bari" denir. Köy, giderek, yalnızca bayramlarda yaşlıların elini öpmek için gidilen bir yere dönüşür. Tarlaya bahçeye bakılmaz olur. Nihayet köydeki atıl yerler satılır, kasabada veya şehirde bir apartman dairesi alınır. Çocuk da artık ya işçi olur, ya süpermarketlerde, AVM’lerde filan çalışır, ya da okuyabilirse beyaz yakalı olur işte...

Sonuç: Elveda tarım ve hayvancılık.

Tamer.

Passengers ve Yalnızlık

$
0
0

Passengers’ı (2016) hiçbir beklentim olmadan izledim. Her ne kadar “bilimkurgu diye girdik, aşk filmi çıktı” gibi yorumlar okumuş olsam da, bilimkurgu filmlerine bir şans verme taraftarıyımdır. Bu film ne bir Arrival, ne de bir Interstellar ile karşılaştırılabilir. Öte yandan, genel kanının aksine filmi beğendiğimi söylemeliyim.

Passengers bir aşk hikayesinden çok öte, The Quiet Earth’ü (1985) anımsatan bir yalnızlık filmi. İnsanoğlu başkalarının olmadığı bir dünyada, tüm ihtiyaçları fazlasıyla karşılansa bile, mutlu mesut yaşabilir miydi? Hayattan bezdiğini söyleyen insanların esasen başka insanlardan bezdiğini düşünürüm. Sosyal ilişkilerin üzerimize bindirdiği yük ağır geldiğinde, insanları değil de bir bütün olarak hayatı suçlama eğilimindeyizdir. Ne var ki insan insanın kurdu olduğu kadar, yalnız da yapamayan bir varlık. Dikkat ederseniz, ana karakter bir kaza eseri erkenden uyandığında “arkadaşlardan” söz ediyor. Daha doğrusu “arkadaşlar” sözcüğünü duyduğunda yüzünde bir tebessüm beliriyor. İnsan insana muhtaç. Bunu özellikle “madem hiçkimse yok ve madem burada öleceğim, o hâlde imkânların tadını çıkartayım” düsturuyla kendisini lüks tüketime ve eğlenceye vermesinin ardından depresyona girdiğinde görüyoruz. Başkaları yoksa, dilediğin kadar zengin ol, dilediğin kadar lüks tüketim malzemelerin, yüzme havuzların, suit odaların olsun, yediğin önünde yemediğin arkanda olsun dilersen, en nihayetinde boğuntu duygusu tarafından ele geçirilmen kaçınılmazdır. Filmdeki ana karakter Robinson Crusoe gibidir bir bakıma. Kimseciklerin olmadığı tropikal bir adada küfelerce altının olması ne anlam ifade eder ki? O altını kime verip ne alacaksın? Başkalarının yokluğunda her şey anlamsızlaşır; zira tüm anlamlar, kişiler-arası bir uzlaşı ile inşa edilir. Altın değerlidir; çünkü onun değerli olduğunu herkes benimser. Kimse yoksa, değer de yoktur.

Neresi kuzey, neresi güney belli olmayan sınırsız uzayda salınmak kişinin bir böcek gibi hissetmesine sebep olabilir belki. Oysa bu klişeye varmadan evvel iki kez düşünmek gerekiyor. Sonsuzlukla kıyaslandığında küçük bir böceğiz, tamam. Ne var ki bir böcek de olsak, bilinçli böcekleriz ve o sonsuzluk dahilinde seyahat edebilen uzay gemileri yapabiliyoruz. Kuyruklu yıldızlara robot indiren, Dünya’nın yörüngesine uydular yerleştiren böcekler... Bu yüzden asla sıradan değiliz. Tanrı olduğunuzu düşünün. Kendi yarattığınız bu küçük şeyler, yeryüzünden yükseliyor, dışarıda neler olup bittiğini, varoluşun görkemini ve hayatın anlamını araştırıyor, bunun peşine düşüyor. Bu az şey midir?

Kızı tanımadığına göre, ilk görüşte aşık olduğu -ve bir bakıma aşkın dış görünüşle başladığı tezini doğrulayan- sahnelerin ardından, etik bir sorgulama içerisinde buluruz kendimizi. Kızı uyandırmakla doğru mu yoksa yanlış mı yaptı? İyi mi yoksa kötü bir adam mı? Bu soruya cevap bulma derdinde değilim. Ancak bu noktada android barmenin robot mantığının, yani sırf rasyonaliteye dayanan eğer’li, ise’li soyut akıl yürütmelerin insanoğlunu anlamakta ne denli yetersiz kaldığına dikkat çekmek isterim. Karar vermek sırf mantıksal bir edim değildir. Kararlarımızı verirken duygularımız da devrededir. Bazen mantıklı bulmadığımız tercihler yaparız. Duygusal Zeka adlı kitapta, rasyonel sandığımız tercihlerimizi yaparken dahi, tercih öncesinde onlarca şıkkı duygularımızla elediğimiz, nihayet rasyonel karşılaştırmayı kalan iki-üç şık arasında yaptığımız ayrıntılarıyla anlatılır. Tam da bu yüzden, adamın kadını uyandırıp uyandırmaması konusunda android barmenin verebileceği bir cevap yoktur. Karar anlarının dayanılmaz ağırlığı.

The Blue Lagoon (1980) filmini anımsatan sahnelerin olduğu filmde hoş bir ayrıntı daha göze çarpıyor. Evrendeki son çift de olsanız, kimse kimseye mahkûm değil. Her halükârda kendimizi sevdirmek, karşımızdakini bir şekilde etkilemek durumundayız. Belki de bu yüzden, evrenin kim bilir hangi ucunda, koca uzay gemisinde başbaşa kaldıkları hâlde, yine de çiftimizin flört ettiklerini, yavaş yavaş yakınlaştıklarını, en güzel kıyafetlerini giyip yemeğe çıktıklarını filan görürüz. Mekânlar değişse de bazı şeyler değişmiyor anlaşılan.

I, Robot’u (2004) izlediğimde çok beğenmiş, hakkındaki olumsuz yorumları okuduğumda epey şaşırmıştım. Passengers için de benzer bir durum çıktı ortaya. Evet, filmin ikinci yarısını ben de pek beğenmedim. Yine de, sırf düşündürdükleri itibariyle bile izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum.

Tamer.

Zülfü Livaneli ve Son Ada Üzerine

$
0
0
Zülfü Livaneli.
Belki içinizde çoktan okumuş olanlar vardır. Zülfü Livaneli’nin Son Ada’sını bitirdim dün. Kendilerine yaşanabilir bir dünya kurmak için küçük bir adaya yerleşen insanların başına gelenleri anlatan bir roman. Huzurlu bir yaşamdan ötesini arzulamayan, çam fıstıklarını satarak, balıkçılık yaparak ve küçük bahçelerine ektikleri sebzelerle, kendi hâlinde yaşayıp giden insanların mütevazı hayatları. Adadaki hakim ilişki kipi üstünlük kurma şeklinde gelişmemiş. Özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin az çok başarıya ulaştığı bir ortam. Kimisi inzivaya çekilmiş, kimisi daha dışadönük insanlardan oluşan, ufak tefek farklılıkları olsa da mutluluğu akşamları kurdukları sofralardaki neşeli sohbetlerde yakalamış bir topluluk.

Ne var ki, sonradan oraya yerleşen hırslı bir kişinin adaya "çekidüzen" vermek istemesiyle ortamdaki huzur yavaş yavaş bozuluyor. Onun bu müdahaleci tavrı tepki çekiyor ilkin. Gelgelelim, önce birkaç kişiyi, sonra daha fazla insanı ikna ediyor. Böl ve yönet politikası sayesinde diğerleri üzerinde adım adım üstünlük kuruyor. Üstünkörü oylamalarla, demagojiyle ve sözde ihtiyaçlar yaratarak adanın kontrolunu ele geçiriyor. Bu süreçte doğruları gören ve gidişattan memnun olmayan kişileri ise düşman ilan ediyor.

Kitapta martılarla mücadele adı altında örneklenen süreç, insanların desteğini almanız için bir düşman kurgulamanın nasıl da işe yaradığını gösteriyor. Belirli aralıklarla oluşturulan düşman algısı sayesinde adadakiler hep teyakkuz hâlinde tutuluyor. Adadaki huzuru bozan kişinin, yani başkanın çıkarlarının, tüm adanın çıkarları olduğu yanılsamasının yaratılması, kendilerini desteklemeyen insanların kolaylıkla hain ilan edilmelerine imkân tanıyor. Mütemadiyen oluşturulan tehdit algısı, "ben gidersem bu ada mahvolur" mesajını ada sakinlerinin bilinçaltına işliyor. Adadaki eski huzurlu günler yerini bir kâbusa bırakırken, ikiye bölünmüş olan topluluk artık dışarı çıkmaz, sofralarda bir araya gelmez, birbirine güvenmez, birbirinin açığını arar hâle geliyor. Görünüşte saflar sıklaştırılmış olsa da, birlik görüntüsünün altında bir bölünmüşlük hâkim.

İşin en acı tarafı ise olan bitenin üzerinden belirli bir zaman geçince, ada sakinlerinin, olayların sorumlusunun, yani ilk başlatanının kim olduğunu unutması.

Son Ada demokratik bir distopya. Toplumların -kitaptaki tabirle “teşvik ve tehditle”- nasıl da kolayca yönlendirilebildiğine dair harikulade bir anlatı. Şahsen kitabı keyifle okudum. Livaneli’nin yalın ve güzel Türkçesi de bunda etkili oldu tabi. Okuduğum kitabın tarzı ne olursa olsun, Türkçe'nin güzel kullanımını önemsiyorum.

Şu sıralar okumakta olduğum kitaplarsa şöyle: Ümit Kıvanç - Yalnız Olmuyor; Alexandr Dugin – The Forth Political Theory; İlber Ortaylı – Avrupa ve Biz.

Tamer Ertangil.

On Sekiz Yaşında Milletvekili Olmak

$
0
0
On sekiz yaşındaki hâlimi hatırlıyorum da, kendimden fazlasıyla emindim. Ne var ki bu özgüven sağlam temellere dayanmıyordu. Toydum. Ülkenin tarihinden, yasalardan ve hukuktan bihaber, tek kaygımın kendi yakın geleceğim olduğu, henüz ergen ben-merkeziyetçiliğini üzerimden atamamış olduğum bir yaştı sonuçta. Bırakın bir ülkenin yasama görevini icra etmeyi, kişisel kararlarımda dahi hatalar yaptığım bir dönemdi. Hacettepe Üniversitesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiştim önce. Sonra kaydımı sildirmiş, iki senemi heba etmiştim. Toyluk... Akıllı olmasına akıllıydım. Hatta kimileri beni olgun bile bulurdu. Öte yandan akıl başka, deneyim başka şeyler.

Sanıyorum bugün insanlar “laf sokma” ve “taşı gediğine oturtma” olarak tabir edilen hazırcevaplılığı tek başına yeterli sanıyor. Evet, on sekiz yaşında bir gencin IQ’su yüksek olabilir. Hepimizden zeki olabilir. ALES’e girse tam puan alır, satrançta hepimizi yener belki. Gelgelelim ülke yönetiminde, özellikle yasamada zeka asla tek başına yeterli bir ölçüt değil. Öyle dik durmak ve meydan okumak gibi savaşçı eğilimler de deneyim ve birikimin yerini tutmuyor. Ha, "bize, yasaları hukuken yorumlayacak akademik beceri ve yaşam tecrübesinden yoksun olsa da mecliste el kaldırıp indiren, lidere itaat eden ve partiye mutlak sadakat gösteren gençler lazım" deniyorsa, eyvallah. Yönlendirmesi de kolay olur. Ağaç yaşken eğilir, malûm. İstediğin yöne çekersin. Adanmış, sadık, heyecanlı gençler.

Mecliste koca adamları bile kavgalarda zor ayırırken, on sekiz yaşında heyecanlı gençleri zaptedebilene aşk olsun. Amaç sağlıklı düşünen, yeri geldiğinde itiraz eden, eğitimli, deneyimli ve olgun bireylerin yerine gencecik çocukları militan ya da vitrin süsü gibi kullanmaksa anlarım. Ülke yönetiminin ve yasamanın sağlıklı yapılabilmesi için biat, adanma ve coşku gibi özellikler yeterli değil. Sanırsın meclise değil, savaşa giriliyor. Örneklerse ya alakasız, ya da anakronik. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaş örneği mesela -sanki hâlâ on beşinci yüzyıldaymışız gibi. Atatürk gençlere emanet etti ülkeyi. Doğru da, herhalde bunu derken on sekiz yaşında insanların milletvekili olmasını kastetmemişti.

On sekiz yaşındaki birey liseyi bitirir. Akademik becerisi varsa üniversite okur. Belki işe başlar. Staj yapar. Erkekse birkaç sene sonra askere gider. Üniversitede yurtta kalır. Sonra arkadaşlarıyla eve çıkar. İlk kez bir evin sorumluluğunu üzerine alır: Faturaları yatırır. Temizlik öğrenir. Her gün tavuk döner ve makarnayla olmayacağını anlayıp yemek yapmayı öğrenir. Ailesinin değerini anlar. İşbölümünü, paylaşmayı, dostluğu öğrenir -ve ay sonunu getirmenin ne denli zor olduğunu. Doyasıya eğlenir, kahkaha atar, farklı insanları tanır, başarılı olur, başarısız olur, mutlu olur, mutsuz olur, aşık olur. On sekiz yaşındaki bir insan tüm bunları olur. Her şey olur.

Ama milletvekili olmaz.

Tamer.

Değiniler: Mart 2017.

$
0
0
(1) Kadın ve erkek kamusal alanda bir arada varolabilmeli. Evet, bu konuların çoktan aşılmış olması gerekiyordu. Oysa 2017’de bile böylesine temel bir sorunu hâlledebilmiş değiliz.

Taciz olaylarının ardından yaşanan tartışmalarda bir tuzak var sanki. Bir ara “bacaklarını topla” kampanyası vardı. Kimisi gerçek, kimisi ise belli ki mizansen olan fotoğraflar gösteriliyor, ardından “öyleyse kadın ve erkeği toplu taşımada ayıralım!” gibi kestirip atan yargılar dillendiriliyordu. Ne zaman bir taciz vakası olsa hortlayıveren bir öneri var: Pembe otobüs. İlk baş kulağa hoş gelebiliyor da, arkasında yatan, insan doğasına dair varsayım çok kötü. Tabi işler bununla sınırlı kalmıyor. Talepler, öğrencilerin kız ve erkek olarak ayrı sıralarda oturtulmasına, ayrı sınıflara alınmasına, nihayet ayrı okullarda okumalarına kadar gidebiliyor. Bu işin toplu taşımadan çıkıp varacağı nokta, kadının kamusal alanda hiç yer almaması bile olabilir pekâlâ. Sonuçta hiç dışarı çıkmazsan, hiç risk almamış olursun. “O saatte dışarıda ne işi varmış?” suçlamasında olduğu gibi. Çıkma dışarı, otur evinde, kadının yeri evidir, hoooooop, sıkıntı kalmadı. Her şey çözüldü. Tıpkı “öğrenci olmasa şu okul ne rahat yönetilir” yaklaşımında olduğu gibi, kökten bir çözüm. Kadınları ikna etmek için gönül okşayan benzetmeler yapıldığına da tanık oluruz: "Kadın mücevher gibidir. Ve en değerli mücevherimizi evde saklarız."

Kadın ve erkeğin her ortamda birbirinden yalıtılması medeniyete aykırı. Biliyorum, “benim medeniyet tasavvurumda kadın özel alanda, evdedir, erkek kamusal varlıktır. Kendi medeniyet anlayışını evrenselmiş gibi dayatma” deniyor. Bunu kabul etmiyorum. Çünkü kişiler kamusal alanlarda karşı cinsle insan gibi bir arada duramıyor, nezaket ve mesafe çerçevesinde iletişim kuramıyorsa, kendini kontrol edemiyor demektir. “İlkel benliğim baskın geliyor, kendimi zor zapt ediyorum. Karşıma çıkma, sağım solum belli olmaz” demeye getiriyordur. Oysa medeniyet zaten içgüdülerine hakim olabilmek demek biraz da. Ormanda yaşamıyoruz. Medeniyet biraz da sosyal ortamın gerektirdiği gibi davranmak, davranışlarını sergilerken başkalarının da orada olduğunu göz önünde bulundurmak demek.

Kaldı ki, dışarısının tek bir cinse ait olduğunu ima eden bir yaklaşımın, zamanla gözetleme-denetleme mekanizmaları geliştirmesi ve baskı kurması kaçınılmaz.
Kadın ve erkek dışarıda saygıyla bir arada varolacak. Bunun başka bir alternatifi yok. Daha doğrusu var: Kadınla erkeğin hiçbir şekilde bir araya gelmemesi için uğraşmak ve kadını kamusal alandan dışlamak.

Evet, bu da bir alternatif; ama medenî değil.

(2) Hollanda-Türkiye gerilimi, Trump'ın iktidara gelmesi, Putin ve Rusya'nın yeniden yükselişi, siyasal İslam'ın gelgitli hâlleri, medeniyetler çatışması, Hollanda'da Wilders, Fransa'da Le Pen... Ben bugünün Dünyasının, yirminci yüzyılda kalmış olan faşizm, Nazizm ve aşırı-sağ gibi kavramlarla açıklanamayacağını düşünüyorum. İşler değişiyor. Karşımızda yepyeni bir durum var. 

Kitabım Çağımızın Yanılgıları Üzerine'de, kendi bakışaçımdan Batı'yı ve Ortadoğu'yu da ele almıştım. Şu ana dek kimi okurlardan olumlu yorumlar aldım, kimileri ise eleştirdi. Eleştirileri dikkate almakla birlikte yazdıklarımın arkasındayım. Yeni bir durumun içinde olduğumuzu düşünüyorum.

Televizyonlarda sürekli yinelenen klişelerden farklı şeyler duymak isterseniz, keyifli okumalar :)


Fotoğraf: Deniz Kurt.
(3) Otuz beş yaşımı doldurmak üzereyim ve kendimi kendi ülkeme bu denli yabancı hissettiğim bir dönem daha hatırlamıyorum. Son dönemde aidiyet duygum iyiden iyiye yıprandı. Yabancı filmler izlediğim, İngilizce öğretmeni olduğum, Rus, Fransız ve Alman edebiyatına meraklı olduğum için beni tanımayan birisi ilk etapta Avrupaî bulabilir. Dolayısıyla, Avrupaî bir insanın kendini Türkiye’ye ait hissetmemesi doğal karşılanabilir. Oysa Türk Sanat Müziği eserlerinin çoğunu ezbere bilen, ana dilini seven, onu mümkün olduğunca özenle kullanan ve edebiyatımızdaki bazı yapıtları Dünya edebiyatına tercih eden bir insanım. Buna rağmen aidiyet duygum bu denli örselenmişse, kendimi kendi ülkeme bu denli yabancılaşmış hissediyorsam suç bende değil.

Bazen kendimi olan bitenden yalıtmayı deniyorum. Derken televizyonda belgesel filan izlerken zart diye canlı yayın giriyor araya. Referandum mitingleri... Feribotla karşıya geçiyorum mesela: Meydanlardan yine canlı yayın. OHAL uzatıldı. Hukuk askıda. Ülke KHK’larla yönetiliyor. İstikrar deyince bir tek yol ve köprü gibi mühendislik projelerinin tamamlanmış olması kastediliyor herhalde. Çünkü hukuk alanında tam bir başıboşluk söz konusu. Hayatın anlamı inşaat olmuş. Dışişlerinde olan bitene bakıyorum. Yaşananlar bir komedi filmi gibi ama hiç komik değil. Mütemadiyen AB'ye, İsrail'e, Rusya'ya filan atarlanıp duruyoruz da elimdeki pasaportla vizesiz girebildiğim neredeyse bir Bosna-Hersek kaldı.

Sesinin çok çıkması güçlü olmak anlamına gelmiyor. Ben Türk pasaportuyla, bir Alman vatandaşı gibi her yere vizesiz gidebiliyor muyum, gidemiyor muyum, mesele bu. Lafla güçlü olunmuyor. Gerçi dışişleri içişlerinin bir uzantısı oldu artık. Dışarısı yalnızca iç kamuoyunun gururunu okşayan çıkışlar yapmak ve içeride safları sıklaştırmak için kullanılan bir ortam. 90'larda İtalya'yı protesto için bir mobileti ateşe vermişti halkımız. Yıllar geçti. Değişen bir şey yok.

28 Şubat’ta yaşananlara dair sohbet ediyorum. Zulüm denenin, bir meslektaşımın komşu ilçedeki okula sürülmesi olduğunu öğreniyorum mesela. İyi de, bugün insanlar bırak başka bir kuruma gönderilmeyi, meslekten ihraç ediliyor, işsiz kalıyor, vatan haini ilan ediliyor, hatta sapır sapır intihar ediyor. Ortak bir noktamın olmadığı insanlar da olsalar, bu yaşananlar bana dokunmaya başladı. Tabandaki küçük insanlar, sıradan memurlar, öğretmenler, hatta yüksek lisans, doktora, ALES ve KPDS derken yıllarını harcayarak ve liyakat usulüyle akademiye girebilmiş hocalar meslekten atılıyor. Evet, o barış bildirgesine imza atmazdım. Onlar gibi düşünmüyorum. Ama kadrolarından atılmaları, hatta intihar etmeleri filan bana dokunuyor, gücüme gidiyor artık. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyebilmek isterdim ama dilim varmıyor. 28 Şubat Zulmü’nden bahsedenler, acaba yirmi sene sonra bugünleri hatırladığımızda ne gibi ama’lara sığınacak?

Kısacası, olan biten içime sinmiyor.

(4) Tuhaf günler. Biraz bahar yorgunluğu, biraz da iç dengeyi yakalamış olmanın verdiği durağanlık derken günler coşkusunu yitirdi. Coşku ve huzur birbirini dışlıyor, bir arada duramıyor sanki. Daha çok huzuru tercih etsem de, çok fazla huzur bazen kendimi dede gibi hissetmeme yol açıyor. Feyerabend’in otobiyografisinden bir cümle hatırlıyorum: “Günler günleri kovalıyordu ve neden yaşanması gerektiği açık değildi.” Huzur güzel şey. Fakat şu Mart ayında müzikten, filmlerden, sohbet etmekten, hatta okumaktan bile daha az tat alır oldum. Bir süre sonra geçeceğini biliyorum. Yine de, sanki kafam bir fanusun içindeymiş gibi, uzak, tatsız ve dokunaksız bir deneyimler demeti ile muhatabım ve bu hissizlik pek de matah bir şey değil.

Üsküdar’da bir koşu etkinliğine kaydoldum. Bana biraz daha hareket gerek. Son günlerde kitap ve makale okurken, iç sesimin, “ben bunları zaten biliyorum” dediği oluyor. Nereden bildiğimi bilmesem de biliyorum işte... Okunan her metin insana büyük katkılar sunmuyor -ne de bir kitapla insanın hayatı değişiyor. Okuyorum yine de. Alışkanlık. Bir de sınav kağıtlarını okuyorum arada. Değişiklik.

Notre Dame’ın Kamburu’nda matbaa sahnesi vardır. Çoğaltılmak üzere getirilen metni gördüğünde matbaacı bile heyecanlanır. Bugün sözün ya da metnin eskisi kadar büyük bir etkisi yok. "Hayatın anlamını, insanlığın kurtuluşunu buldum, evrenin sırrını çözdüm, üstelik ölümsüzlüğü keşfettim!" filan deseler, günümüz insanı “tamam, şuraya bırakıver, BİR ARA BAKARIM” deyip tekrar telefonuna gömülürmüş gibi geliyor. Farklı zamanların farklı insanları.

Coşku ve ilgi yoksunluğu, nam-ı diğer apati durumunda insanın ne bir şey yapası ne de bir şey yazası geliyor. Kafamın içi karman çorman değil. Daha ziyade derleyip toplayacak bir dağınıklık yok. Erken emekli olmuşum gibi bir tuhaf his. Arasıra küçük mutluluklar da olmuyor değil. Bugün sahilde koşarken bir köpek takıldı peşime. Altı kilometreyi birlikte koştuk. Alman kurdu. Bizi gören insanlar gülümseyip selam verdi. Birkaç eski öğrencimi gördüm. Yirmili yaşlarına gelmişler. Koşu bittiğindeyse köpeği sevip uğurladım.

Hayvancağız onca yolu sırf başını okşayayım diye tepmiş, sırf bu küçük ödül için bana eşlik etmiş gibi geldi. Sayesinde ben de kendime geldim -sağolsun.

(5) Son zamanlarda, “insanların düşüncelerini değiştiremezsiniz” ve “olguların fikirlere hiçbir etkisi yoktur” gibi ifadelere sıkça rastlıyorum. Türkiye’ye özel bir durum değil. New York Times, The Guardian ve başka yayın organlarında da görüyorum. Özetlemek gerekirse, artık hakikat sonrası (post-truth) bir dönemde yaşadığımız söyleniyor. Bugün insanların yalnızca görmek istediklerini gördükleri, sosyal ağlarda olduğu gibi, haber akışını diledikleri şekilde düzenledikleri ve duymak istediklerini söyleyen TV kanallarını izledikleri bir gerçek. Dolayısıyla, bilgiye ve farklı fikirlere ulaşmanın kolaylaştığı günümüzde, tam tersine, algılarını kapattı insanlar. Kapalı, sınırları belirli bir çerçeve güven verir. Belirsizlikse sevimsizdir. Buraya kadar tamam.

Tercihlerimizi yalnızca bilgi, akıl yürütme ve rasyonel karşılaştırmaya dayanarak yapmadığımız da doğru. Duygular epey belirleyici. O nedenle bir insanı herhangi bir konuda ikna etmek kolay değil. Doğruyu söylemek kadar güzel de söylemek, hatta insanların kalbine dokunmak gerekiyor. Buna da katılıyorum.

Yine de itirazım var. Birincisi, duygulara, önyargılara ve algıda seçiciliğe rağmen, akıl yürütmenin hâlâ bir gücü var. Yüzde yüz olmasa da etkili yani. Dolayısıyla insanlar dinlediklerinden ve okuduklarından pekâlâ etkilenebilir. “Aklına yatmak” diye bir deyim var. İnsanlık tarihine baktığımızda da değişimin hep varolduğunu görüyoruz. Gerek tek tek bireyler, gerekse topluluklar, kimi fikir ve olaylardan etkilenerek değişim geçirebilir. “İnsanların fikirlerini asla değiştiremezsiniz” şiarı geçerli olsaydı, her şeyin donup kalması, hiçbir şeyin değişmemesi gerekirdi. Hıristiyanlık ve İslamiyet bu denli yayılamazdı mesela. Veya Marx ve Engels’in yazdıkları, Sovyet devrimine yol açmazdı. Bugün köleliğin, işkencenin, çocuk işçiliğinin, reşit olmayan kız çocuklarının evlendirilmesinin filan yanlış olduğunu düşünüyoruz. Oysa bir zamanlar böyle değildi.

Demek ki ikna etmek ve ikna olmak mümkün. Bu makro örnekler bir yana, herhangi bir konuya dair bir yazı okuduğumuzda kimi yargılarımız değişebiliyor pekâlâ. "Daha önce hiç bu açıdan bakmamıştım" diye kendi kendimize mırıldanabiliyoruz.

Bazen bu tip yaklaşımlar, tartışma ortamını ortadan kaldırmak için, yaygın fikirleri benimseyenlerin kullandıkları bir taktik de olabiliyor açıkçası. "İnsanların fikirlerini değiştiremezsin" = "Sus."

Zorla güzellik olmaz elbette. Gelgelelim, bir düşünce ifade edildiği an tebliğ de edilmiş oluyor. Bence bir düşüncenin ifade edilmesi, içinde ister istemez karşı tarafı ikna etme arzusu barındırır. Yoksa insanlar hâl hatır sormak dışında hiç konuşmaz, tarih boyunca çoğu kitap hiç yazılmaz, herkes evinde günlük tutar ve düşüncelerini yalnızca kendine saklardı.

(6) Gün geçmiyor ki hayatın olağan akışı tepeden inme bir kararla sekteye uğramasın. Hani yurtdışında gezerken izlenimlerim eşliğinde fotoğraf paylaşır, yurtiçinde ise koşu etkinliklerine katılırım ya, işte o gezilerde konaklamayı hep Booking.com üzerinden ayarlarım. Dün bir mahkeme kararı ile Booking’in Türkiye’de artık kullanılamayacağı duyuruldu. Sebebi "haksız" rekabetmiş.

Son yıllarda hizmetinden en memnun kaldığım, çokça kullandığım için “Genius Üye” sıfatı kazandığım bir kuruluş Booking. Bizim turizmciler rekabet edemeyince, değil daha iyi bir hizmet üretmek, muadilini bile ortaya koyamadıkları için yasaklama yolunu tercih etmişler anlaşılan.

Booking o kadar harika bir hizmet ki, inanın övmeye neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Sanırım en güzel yanı küçük işletmelerin ayakta kalmasına katkı sunması. Normalde asla bulamayacağım, kıyıda köşede kalmış aile işletmelerini hep Booking sayesinde keşfettim. Bu haftasonu Üsküdar’da kalacağım mekân Karacaahmet Mezarlığı’na komşu, eski, cumbalı bir İstanbul evinin restore edilmiş hâli mesela. Mütevazı bir pansiyon. “Booking gibi siteleri yasaklayalım da turizm canlansın” diye düşünüldüyse, tam tersine, bu karar bu küçük, şirin ve samimi işletmelerin sonunu getirir. Böyle bir aile işletmesi bana “müşterilerimizin %80’i Booking’den geliyor. Müşterilerin verdiği yüksek puanlar ve yazdıkları olumlu yorumlar sayesinde bu noktaya geldik” demişti. Söz konusu mahkeme kararının akılla izanla alakası yok. Ha, “acentalar olmadan seyahat edemezsiniz, madem seyahat ediyorsunuz, acentalara, turlara başvurun” deniyorsa, inadına hiçbir yere gitmem. Evde otururum daha iyi.

Unlu mamûllerin zararlarından bahsedebilir, kilo aldırdığından dem vurabilirsiniz mesela. Ama yiyip yememek kişinin tercihidir. “Bakın tur şirketleriyle giderseniz şöyle şöyle artıları olur” diyebilirsiniz. Ama son derece memnun olduğum alternatifimi ortadan kaldırıyorsanız bu bir dayatmadır. Seçenek sunmak başka, o seçeneği dayatmak başka şeyler.

Önümüzdeki dönemde AB ile müzakerelerin durdurulması için de referanduma gidilebilirmiş. Olmaz demeyin. Çoktandır hiçbir şeye şaşırmıyorum. Kişisel hayatımın olağan akışı bu müdahalelerle bozuluyor, elimde kalmış tek tük mutluluklarım da bu şekilde uçup gidiyor açıkçası. Oldu olacak, sahilde plaj dışında yüzmeyi de yasaklasınlar da tam olsun. Türkiye'de kısa vadede hiçbir umut taşımadığım için okumak, koşmak ve yüzmek gibi küçük şeylerle mutlu olmaya gayret ediyorum. Bir beklentim de 2,5 sene sonra yeşil pasaporta kavuşacak olmam. Ama yarın bir gün yeşil pasaportu olanlara da engeller çıkarsa şaşırmam.

Yalnız ve güzel ülkemiz yalnızlaşmaya devam edecek anlaşılan.
Viewing all 287 articles
Browse latest View live