(1) Şu Beyaz Türkler neymiş be abi? Beyaz Türkler aşağı, beyaz Türkler yukarı. Meğer memleketteki tüm kötülüklerin anasıymışız da haberimiz yokmuş. Her gün başka bir mecrada Beyaz Türklerden hesap sorulduğuna tanık olmak mümkün. Bugün Rüstem Batum burada alıntılamayacağım kadar düzeysiz bir yazıyla Twitter'ı sallamış da, ona istinaden söylüyorum. Türkiye'de en kolay iş, işinde gücünde, kimseye bulaşmayan, kendince hobileri olan, Cumhuriyetin getirdiği kazanımları benimsemiş, oraya buraya saldırmayan bu insanlara "neden susuyorsunuz? Neden sokağa çıkmıyorsunuz?" diye hesap sormaktır. Türkiye'de adettendir bu. İyi de, bu insanları yeri geldiğinde "Beyaz Türk", yeri geldiğinde "küçük burjuva", yeri geldiğinde "saçı fönlü laikçi teyze" gibi ifadelerle güya küçümserken, neden onların hiç incinmediğini, onların hiçbir hassasiyetinin olmadığını varsayıyorlar ki? Neden bunların kullandıkları bu ifadeler nefret söylemi sayılmıyor mesela? Yalnızca kendisinin düşünebildiğini varsayan kesimler, bir türlü beğenmedikleri "Beyaz Türkler"i nedense hep arkalarında görmek istiyor, hep onlardan hesap soruyor, onları sokağa çıkmadıkları için ahlâkçı ithamlarıyla yargılıyor, yadırgıyor.
Bilen bilir, Amerika'da WASP (White Anglo-Sakson Protestant) kavramı vardır. Bunu nasıl Türkiye'ye devşiririz derken düşün düşün bu Beyaz Türk muhabbetini icat etmişler işte. Beyaz Türk dendiğinde Cumhuriyetçi, laik, şiddete başvurmayan, okumayı seven, imkân bulursa tiyatroya filan giden insanlar anlaşılıyor ve altını çiziyorum, kesinlikle gelir düzeyi burada bir ölçüt değil. Ayda 1.300 lira alan da, eğer bu dediğim yaşam tarzını benimsemişse, onların gözünde Beyaz Türk, fabrika sahibi olan da. Hiç fark etmiyor. Çünkü sevmiyorlar işte. Siyasal İslamcı bakıyor, ya diyor, bu adam bizden değil, zaten yozlaşmış, Avrupaî, özünü yitirmiş, selam-ın aleyküm yerine günaydın diyen, "birinci Cumhuriyetin artıkları". Solcusu bakıyor, yeterince sosyalist, feminist, çevreci filan olmadığın ya da Kürt ulusal bağımsızlık hareketini desteklemediğin için seni sevmiyor zaten. Vatan, millet, bayrak gibi kavramları duygu sömürüsü ve hamaset olarak nitelerken, "çocuklar ölmesin!"şeklinde vicdanlara hitap ettiklerinde kendilerinin duygu sömürüsü yapmadıklarından nasıl da eminler. Herhalde kimse çocukların ölmesini isteyecek değil, ama kimsenin itiraz etmeyeceği genel bir ifadeyle ortaya atılıp kendi çözüm önerini dayatmak da hiç adil değil. Kısacası tüm bu kesimler, nedense Beyaz Türk diyerek küçümsedikleri insanlardan -hiç hakkı olmamalarına rağmen- destek bekliyor, onları susmakla, adil olmamakla, sokağa çıkmamakla yadırgıyor.
E madem bu pis, bu kaka Beyaz Türkler bu kadar kötüler, neden herkes her zaman onlardan koşulsuz destek bekliyor ki?
(2) Televizyondaki “Suriyelilere Yardım” spotunu izlediniz mi? Eskiden kamu spotları “önce alışveriş, sonra fiş” gibi mottoları olan, ekonomi kayıt dışı olmasın, alışveriş edince fişinizi isteyin kabilinden kısa filmlerdi. Şimdi ise kamu spotlarının çoğu, hükümetlerin yaptığı kimi hataları aklama yeri olarak 7/24 işe koşuluyor. Spotta başrolde jestsiz, mimiksiz, Avrupaî, muhtemelen “cehape zihniyetini” temsilen “ruhsuz”, “vicdansız” bir kadın oynatılarak toplumun bilinçaltına verilen mesaj hoş değil bir kere. Desteklemediğimiz, içimize hiçbir zaman sinmemiş bu işgüzâr, bu şahin Suriye politikasının hazin sonuçlarından ötürü yine biz suçluyuz anlayacağınız. Yine sen, ben, biz suçluymuşuz. Ne yapsak "vicdansız" yaftası yemekten kurtulamıyoruz.
Esad karşıtı politikaya başından beri karşı oldum ve savaşı Esad’ın kazanmasını tüm kalbimle istedim, hâlâ istiyorum. Çünkü “insanlar ölmesin :(” diye kimsenin itiraz edemeyeceği yuvarlak sözler dillendirmek marifet değil. Marifet, mevcut vaziyetin ortaya çıkmasına katkı sunmamaktı ve bugünlerin böyle olacağı dünden apaçık belliydi. Sıkıntı göz göre göre oluştu. Ben şuna bakarım: Diyelim ki Esad yönetimi kötü, hataları var, eyvallah. Peki alternatifler ne? Alternatif, Işid’inden “ılımlı” muhalifine, gözünü kırpmadan adam kesen cihatçı bir güruh. Alternatifin bu denli kötü olması durumunda, hâliyle mevcut yönetimin devam etmesini istemek doğaldı. Bu nedenle, en azından ehven-i şer ilkesi gereği, hep Esad’ı destekledim. Dillendirmediyse de, pek çok insan içten içe aynı duyguları paylaştı, biliyorum.
Ama yok, bizim cengaver dış politikamız orada keskin bir taraf oldu. Çoğu Katar’dan, Çeçenistan’dan, Türkiye’den, Afganistan’dan ve sair ülkelerden Suriye’ye giden bu sırtlanlardan önce en azından her Allah’ın günü bu kadar insan ölmüyordu. Tüm ideolojileri, Dünya görüşlerini bir kenara koyalım: Dün Suriye nasıldı, bugün nasıl? Bugün çok daha kötü. Bitti. Şimdi çıkmış, hararetle yürüttükleri şahin dış politikanın bedelini yine bize ödetiyorlar.
Haklı çıkmak umrumda değil. Sorun kalmasın da haksız çıkayım, n'olur ki? Sonunda Esad mı kazanır bilmem ama bu denli bilinçsizce, elekten geçirmeden, aşı yapmadan, eğitmeden, entegre etmeden, kapıları ardına kadar açıp içeri doldurduğumuz bu göçmenler ileride büyük sıkıntı olacak. İnsanlar tek çocuk yaparken bile kılı kırk yararken, “çocuğumun geleceğini nasıl teminat altına alırım?” diye sorumluluk duyarken, aile planlamasından bihaber göçmenlerin savaş çıktıktan sonra yaptıkları bebekler ileride büyüdüklerinde radikalleşir, yaşadığı hayattan ötürü hüsrana uğrayıp terör örgütlerine katılırsa ne olacak? Burası onlar için gurbet ve gurbette hüsrana uğrayan, beklentileri karşılanmayan insanların radikalleştikleri bilinir. İslamcı şair İsmet Özel, Türkiye’ye ve Avrupa’ya iltica eden Suriyelilerin vatan haini olduklarını söylüyordu. Böyle büyük laflar bana göre değil. Fazla iddialı. Ama, en azından savaşacak kudretteki genç erkeklerin ülkelerini savaşın başından itibaren tereddütsüz terk etmeleri de savunulur gibi değil.
Bu insanların sefalet içerisinde olmalarından kimse sadistçe bir haz duyacak değil. Sonuçta bizim atalarımız da ’93 Harbi, Balkan Harbi derken yollarda az sürünmemiş. Ama bu Suriye dış politikasında böylesine sert bir taraf olmamız ve göçmenleri “kaderde ne yazılıysa o” hesabı plansız programsız içeri alıp şehirlere yığmak, ardından böyle bir kamu spotu çekerek sorumluluğu toplumun omuzlarına havale etmek, en hafif tabirle sevimsiz kaçmış.
(3) “Hayatla olan tek ilişki kipimiz anlamak değildir” demişti Ulus Baker. Anlamak dışında bir bağ hakkında konuşmak kolay değil; zira adı üstünde, anlamak dışında olduğu için anlaşılması mümkün değil. Ancak şöyle bir değinilebilecek bir konu. Kavramak imkansız da olsa, kimi deneyimler, üzerimizde büyük etki bırakır. Anlama yetimize hitap eden son derece mantıklı metinler, tamamen kavramamıza karşın hiç etki etmeyebilirken, bam telimize dokunan, içimizi titreten, duygularımızı depreştiren bir söz, resim ya da herhangi türden bir deneyim bizi harekete geçirebilir. Duygular, maneviyat, sanat, bunlar, insanın analitik olmayan yönleri olmakla, kanıtlardan ve gerekçelerden etkilenmeyen bir uzama işaret eder. "Ya müthiş bir his; ama kelimelere dökemiyorum!" derken kastedilen deneyimlerdir bunlar. Onlar çözümlemelere direnir, ancak kendini bıraktığında, özne-nesne ikiliğini terk ettiğinde tecrübe etmen -belki- mümkün olur. Mesela bir şarkının kısacık bir bölümünde bir an için huşu ile dolduğumuz olur. Ne var ki aynı deneyimi bir kez daha ele geçirmek mümkün olmaz. Bir an için kendimizi aştığımızı, kendimizin dışına çıktığımızı (eks-staz/dışa-duruş) duyumsar gibi oluruz; ama o anı kalıcılaştıramayız; zira hem biricik hem de geçicidir. Bu taşma anlarını bir mabede girdiğimizde, sanat eseriyle karşılaştığımızda, gündelik yaşantılarımızın en beklenmedik anlarında, bir güzelliği takdir ettiğimizde, hayran olduğumuzda, kimi zamansa sevdiklerimizle bir aradayken deneyimleriz. Gelgelelim, yinelemek istedikçe hissettirdiği yoğunluk azalacak, nihayet sönümlenecektir.
Hangi politik sistem egemen olursa olsun, insanın bu duygusal/manevî yönünün varlığı nedeniyle, şiir, sanat ve din hep varolacak. Hangi sistem neyi yasaklarsa yasaklasın, içsel vecd duygusunu tamamen ortadan kaldırmaları mümkün olmayacak. Dünya üzerinde robot gibi, sırf mantıksal, matematiksel, bilimsel, her ne derseniz artık, safî analitik bir hayat sürdüren bir halk hiç olmadı. Afrikalı kabileler bile ateşin etrafında dans etti, totemler dikti, çanak çömleğini -hiç mantıklı ya da gerekli olmadığı hâlde- desenlerle süsledi. Sovyetler, dinin sönümlenmesini nafile bekledi. Kiliseyi yıksan ne olur? Kişinin içindeki maneviyat gereksinimini nasıl yok edeceksin? Aslında Kızıl Ordu Korosu'nun seslendirdiği o harikulade eserler, insanların dingin ve coşkun yönlerine hitap ederek o boşluğu kısmen dolduruyordu. Sanat ve dinin kesişiyor olması, dinin yasaklandığı bir ortamda sanatın fazlaca desteklenmesini, fazlaca ön plana çıkartılmasını zorunlu kılıyordu. Tüm o muntazam, hesaplı, simetrik, kaz adımlarıyla yürüyen militarist yapısına rağmen bugün Kuzey Kore’de maneviyat yokluğundan kaynaklı oluşan boşluk, Kim-Jong-Un'un Tanrısallaştırılması ile dolduruluyor. O da ayrı bir garabet.
İnsanoğlunun hayatla kurduğu tek bağ anlamak değildir. Ne zamandır kafamda gezinen bu muğlak satırları yazmama, Adam Philips’in Kaçırdıklarımız adlı kitabında yer alan “Kavrayamamak Üzerine” bölümünü okumam vesile oldu.
(4) Geçmişte yapılan yanlışların bedeli ne kadar süre ödenir? İnsanlar birbirlerini, “sen eskiden şöyle yapmıştın!” diye suçlamayı ne zaman bırakır? Bunda bir limit, bir son kullanma tarihi var mı? Yok gibi görünüyor. İstediğimiz yapılmadığı vakit, her köşeye sıkıştığımızda ya da bir şekilde baskın gelmek, haklı çıkmak istediğimizde cepte duran o geçmiş kozunu açıveriyoruz masaya: “Eskiden bunu bunu yapmıştın, hatırlatırım!”
Tarih söz konusu olduğunda da aynısını yapmaya teşneyiz. Yapılanları, yapıldığı dönemi esas almaksızın, bağlamından kopartıp alarak tekrar tekrar hatırlatmak, vicdan azabı çektirmek, haklılığımızla adeta despotlaşmak, eskiden yapılmış bir yanlışa referansla “haklıyım, o hâlde sonsuza dek bunu senin burnundan fitil fitil getireceğim!” tarzı bir yaklaşımda diretmek, bir arada yaşamanın önüne set çekiyor. Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllarca belli ulusları egemenliği altında tuttu diye Türkiye sonsuza dek suçlanmaya devam mı edecek mesela? Avrupa’nın kimi ülkeleri sömürgeci geçmişlerinden ötürü eleştirildi, eleştiriliyor. Peki bugün Avrupa’da yaşayan bir Türk, göçmenlerin entegre olamamasından yakınan biri Almanla karşılaştığında, “siz de zamanında Dünya’yı sömürmüştünüz!” argümanına sığınmayı daha ne kadar sürdürecek? Bu argümanın bir “son kullanma tarihi” var mı? Tek parti iktidarının olduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, elde edilen onca başarıyla birlikte yapılmış kimi hataların bedelini sonsuza dek ödeyecek miyiz? Hıristiyanlıktaki ilk günah inanışında olduğu gibi, tarihte yapılan hatalar babadan oğula sonsuza dek geçmeye devam mı eder? Bu ne kadar "özcü" bir anlayıştır? Sömürgeci geçmişiyle İngiltere’yi ele alalım. Bir İngiliz, karşılaştığı bir üçüncü Dünya vatandaşı tarafından “siz geçmişte Dünya’yı sömürmüştünüz!” diye suçlanmamak için daha kaç jenerasyon geçmesi gerekecek? Tüm İngilizler toplu hâlde intihar etse geçmişte sömürülen halkların yüreğindeki hınç hafifler mi? Bugün Işid’in yaptıklarını neredeyse anlayışla karşılamamız gerektiğini ima eden araştırmacı-yazarlar, “Baas rejiminin baskıcı laik uygulamaları olmasaydı bugün Işid olmazdı” derken, daha ne kadar süre bedel ödeneceğinden neden dem vurmuyorlar? "Laik rejim şöyle şöyle baskı kurdu eskiden" denerek, kendine buradan biçtiği haklılıkla, sonsuza dek bölgeye kan kusturduktan sonra mı rahatlayacaklar? Moğollar eskiden İslam coğrafyasını talan etmiş, doğrudur, peki bunun için ne yapmaları gerekir, bugünün Moğol çocuklarının da vicdan azabından kıvranmaları mı? Moğolistan “evet, bu geçmişteki günahımızdan ötürü ülkemizi tamamen Dünya üzerinden silmeye karar verdik” dediğinde mi rahatlayacak tarihin mazlum halkları? Kaldı ki, tarihte tamamen masum bir halk mı var Allah aşkına?
Artık mevcut olmayan bir durum hakkında sayıp sövmek kolaydır. Çünkü öyle bir güç artık yoktur. Sana karşılık veremez. Bu yüzden bu yaklaşım müthiş cezbedici, çünkü hem kolay, hem risksiz, hem de politically correct (bunu çeviremedim, özür). Haklı olmak, gelecekte haksız olma riskini de beraberinde taşır. Mazlum olmaktan mağrur olmaya giden yol çok kısa. Ezilenlerin, ellerine güç geçtiğinde gayet ezici olabilecekleri ihtimalini de elden bırakmamak gerek. Kimse geçmişte maruz kaldığı bir haksızlıktan ötürü sonsuza dek haklı olmak zorunda değil. Bunun bir limiti, bir vadesi, bir bitişi olmalı. Yoksa çok-kültürlülük, farklılıkların bir-aradalığı filan, bunlar zaten kırılganken, hepten yalan olur.
Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanını yarıladım bugün. Romanın tarihsel arkaplanında tek parti dönemi Türkiye’si var. Bu yazdıklarım oradan mülhem. Kendisinin diğer kitaplarını da okumaya karar verdim.
(5) Kulüp taraftarlığı enteresan bir olgu. Hani doğup büyüdüğümüz yerle ilgisi olmayan, hiçbir somut bağımızın olmadığı ama buna rağmen ona laf edildiğinde dellendiğimiz kulüpler, şirketler. Sırf “hangi takımı tutuyorsun?” sorusuyla karşılaştığında bir cevabı olsun diye, öylesine, ya da arasıra keyfine maç izlemek için takım tutanlar iyidir. Sporun tadını çıkarırlar. Yalnız fanatizm boyutlarında taraftarlık anlaşılır iş değil. Üstelik sayıları hiç de az sayılmaz. Cem Yılmaz, bir söyleşisinde, bir tek din ve futbol üzerine espri yapmadığını söylemişti. Ne alaka değil mi? Futbol ve din. Dikkat edin, akıllı adamdır, sahnede dini inançlara dair yaptığı şakalar genellikle İslam değil de Hinduizm, Budizm filan üzerinden gider. Kelimelerini dikkatli seçer. Futbol kulüpleri de adeta birer kutsal oldukları için onlar hakkında atıp tutmak da aynı ölçüde riskli. Müthiş baskı grupları var. Savaş çıktı, hadi cepheye gel desen gelmeyecek adamlar maça bıçakla, satırla gidebiliyor. Koridordaki ışığı söndürmek için oturduğu yerden kalkmayan adamlar tuttukları takım için dışarıda gece vakti kavga etmeye üşenmeyebiliyor. Destekledikleri kulüpler onların kırmızı çizgisi, adeta biricik kutsalları. Dini inançla kulüp taraftarlığı bu bakımdan benzeşiyor. İkisi de tartışmaya kapalı, ikisi de hakkında konuştuğunuzda “inciniyoruz” tepkisi verilebilen alanlar. Normalde sakin bir insan, kulübüne laf gelince hiddetlenebiliyor. 1.300 lira maaşla çalışan bir tersane işçisi, berberde -diyelim ki- Fenerbahçe’ye bilmem kaç milyon dolara gelen futbolcu transferinden kıvançla söz edebiliyor. Hayır, ülkemizde sorsan her konuda batılılaşma karşıtı onca insan, İngiliz icadı bu oyunu adeta ata sporumuzmuşçasına nasıl da benimsemiş, o da ayrı bir konu.
Bugün bir işten kovulma hadisesi yaşandı bu taraftarlık ve "incinme" mevzuundan kaynaklı. Kim haklı, kim haksız, umrumda değil. Tarafların haklı olup olmaması değil, olayın bizatihi kendisi bir garabet. Bir kulübe taraftar olmak, diğer kulüp taraftarlarına beddua ettirebiliyor, insanları işten attırabiliyor, kendi tarafından değilse "oh olsun!" dedirtebiliyorsa, olmaz olsun öyle taraftarlık.
(6) Selin Sayek Böke için “vaftiz edilmiş!” diye manşet atmış kayyum yönetimindeki bir gazete. Vaftiz edilmiş, yani hıristiyan! Vay. Tespite gel, konuya gel, manşete gel, ithama gel. Tam da kendilerine yakışır cinsten, alışılageldik çirkinlikler, çiğlikler, kofluklar, bayağılıklar, anca’kendilerine yakışacak tarzda bel altından vurmalar, ucuz kurnazlıklar, sinsi yöntemler, yine kendilerine yakışacak tarzda kibirlenmeler, büyüklenmeler, akıllı bir rakiple karşılaştıkları vakit adilane mücadele etmek yerine saçından çekmeler, faul yapmalar, çelme takmalar… “Vaftiz edilmiş!” Manşete gel, tam da bunlara yakıştı yani: Karakterlerinin bir imzası gibi adeta.
Peki, tamam, vaftiz edilmiş diyelim, iyi de, buna cevap vermek, bunu kaale almak, bunun için açıklama yapmak bile kabahat; çünkü böylesine bataklığa gömülmüş, böylesine kirlenmiş, bu denli hastalıklı bir zihniyete açıklama yapmak ancak onu adam yerine koyduğunuzu, onu ciddiye aldığınızı, onu yüksek bir yerde gördüğünüzü zannetmelerine neden olur. “Bana cevap verdi, bana açıklama yaptı, öyleyse ben daha önemliyim!” diyecek bir zihniyetten söz ediyoruz. Kültürümüzde yer etmiş asıl doğru öğeleri, mesela “ayinesi iştir kişinin” sözünü bir kenara koyup, insanların yapıp ettiklerine değil de, onların kimliklerine, inançlarına, memleketlerine, etnisitelerine, şu ya da bu şekilde, sonuçta tesadüfen sahip oldukları aidiyetlerine bakarak onları güya küçük gören, düşman gören, sapkın gören çürümüş bir zihniyete açıklama yapmak mı? Külliyen yanlış.
“Vaftiz edilmiş!” gibi anayasanın 24. maddesine de, uygarlığa da, insanlığa da aykırı bir manşete önce şöyle bir gülümsemek, ardından dudak bükerek yalnızca şunu demek lazımdı:
“Eeeeeeeee? N'olmuş yani? Ne diyo’sun?”
(7) "Lütfen olayı kişiselleştirmeyelim!" derken dile getirdiğimiz rahatsızlık, felsefedeki adıyla "ad hominem" denen mantık hatası başımıza bela oldu. Bir fikri tartışmak gerekirken, fikri değil de o fikri dillendiren kişiyi tartışıyoruz. Bir fikir duyduğumuzda ilk işimiz "kim diyor onu?" diye sormak oluyor. Hâlbuki, bir fikri, onu söyleyenden bağımsız olarak ele alamadığın zaman, makûl bir tartışma yürütmek zaten -neredeyse- imkânsız. Hele tribünler önünde konuşuyor, başkalarının önünde rezil olma kaygısını taşıyorsan, iş hepten aklın ve mantığın alanını aşıp Müge Anlı programına dönüyor. Doğruyu söyleyen değil, daha çok alkış toplayan, duyulmak isteneni söyleyen kazanıyor. Benzer şekilde, sevdiğimiz insanları çoğunlukla haklı ve doğru bulma eğiliminde olurken, sevmediklerimiz ne söylese bize yaranamıyor, doğru konuştuklarında bile onları onaylamaktan, takdir etmekten ödümüz kopuyor.
Gerçi bu durum günümüze özgü değil. 19. Yüzyıl Almanya'sını canlandırın gözünüzde. Çağın büyük filozofları Hegel ve Schopenhauer aynı üniversitede birer profesör. Hegel'e ilgi yoğun. Derslerinde oturacak yer bulmak zor. Schopenhauer, Hegel'e o kadar zıt, onun gördüğü bu ilgiden ötürü ona o kadar gıcık ki, derslerinin saatlerini, ısrarla, tam da Hegel'in derslerinin olduğu saatlere denk getirtiyor. Amacı Hegel'in öğrencilerini kendi dersine çekmek. Nihayet, Schopenhauer, o meşhur karamsar filozof, derse girdiğinde 3-4 öğrenciyle karşılaşınca hayal kırıklığına uğruyor -kıskançlığın hazin sonu. Hegel ne derse desin, onları sırf Hegel dillendirdiği için Schopenhauer muhtemelen hep karşı çıkacaktı. Al sana bir ad hominem, al sana bir kişiselleştirme vakası. (Schopenhauer'in o kötümser, yürek karartan, geleceğe dair tüm umutları yerle bir eden düşünceleriyle gencecik insanları kendisine çekememiş olmasına şaşırmamalı. Gerçi o ayrı bir mevzu.)
Akla aykırı bir başka durum da, birisinin söylediğini onaylamama gerekçesi olarak onun daha önce söylediklerini baz almak. Bunun Latince bir karşılığı var mıdır, bilmiyorum. Bir insanın bir konuda söylediklerine katılmamış olabiliriz. Oysa aynı kişinin başka bir konuda söylediklerine katılmamız gayet mümkündür. Ama, naçizane gözlemim o ki, x kişisi y kişisini (1) sevmezse (2) bir kez onun herhangi bir fikrini beğenmediyse, bir daha asla ve kat'a ona hak vermiyor. Kafasında bir kez bir yere oturttuğu vakit artık "haklısın" demek, "katılıyorum" demek ölüm gibi geliyor.
Felsefe, terminolojisi, jargonundan ötürü değil, ad hominem ve diğer hastalıkları üzerimizden silip atamadığımız için, kişiselleştirme illetinden sıyrılamadığımız için zor. Zor ama mümkün; zira ad hominem hatasına düşmeden felsefe yapan insanlar hep vardı, hep var olacak.
Tamer Ertangil.
Bilen bilir, Amerika'da WASP (White Anglo-Sakson Protestant) kavramı vardır. Bunu nasıl Türkiye'ye devşiririz derken düşün düşün bu Beyaz Türk muhabbetini icat etmişler işte. Beyaz Türk dendiğinde Cumhuriyetçi, laik, şiddete başvurmayan, okumayı seven, imkân bulursa tiyatroya filan giden insanlar anlaşılıyor ve altını çiziyorum, kesinlikle gelir düzeyi burada bir ölçüt değil. Ayda 1.300 lira alan da, eğer bu dediğim yaşam tarzını benimsemişse, onların gözünde Beyaz Türk, fabrika sahibi olan da. Hiç fark etmiyor. Çünkü sevmiyorlar işte. Siyasal İslamcı bakıyor, ya diyor, bu adam bizden değil, zaten yozlaşmış, Avrupaî, özünü yitirmiş, selam-ın aleyküm yerine günaydın diyen, "birinci Cumhuriyetin artıkları". Solcusu bakıyor, yeterince sosyalist, feminist, çevreci filan olmadığın ya da Kürt ulusal bağımsızlık hareketini desteklemediğin için seni sevmiyor zaten. Vatan, millet, bayrak gibi kavramları duygu sömürüsü ve hamaset olarak nitelerken, "çocuklar ölmesin!"şeklinde vicdanlara hitap ettiklerinde kendilerinin duygu sömürüsü yapmadıklarından nasıl da eminler. Herhalde kimse çocukların ölmesini isteyecek değil, ama kimsenin itiraz etmeyeceği genel bir ifadeyle ortaya atılıp kendi çözüm önerini dayatmak da hiç adil değil. Kısacası tüm bu kesimler, nedense Beyaz Türk diyerek küçümsedikleri insanlardan -hiç hakkı olmamalarına rağmen- destek bekliyor, onları susmakla, adil olmamakla, sokağa çıkmamakla yadırgıyor.
E madem bu pis, bu kaka Beyaz Türkler bu kadar kötüler, neden herkes her zaman onlardan koşulsuz destek bekliyor ki?
(2) Televizyondaki “Suriyelilere Yardım” spotunu izlediniz mi? Eskiden kamu spotları “önce alışveriş, sonra fiş” gibi mottoları olan, ekonomi kayıt dışı olmasın, alışveriş edince fişinizi isteyin kabilinden kısa filmlerdi. Şimdi ise kamu spotlarının çoğu, hükümetlerin yaptığı kimi hataları aklama yeri olarak 7/24 işe koşuluyor. Spotta başrolde jestsiz, mimiksiz, Avrupaî, muhtemelen “cehape zihniyetini” temsilen “ruhsuz”, “vicdansız” bir kadın oynatılarak toplumun bilinçaltına verilen mesaj hoş değil bir kere. Desteklemediğimiz, içimize hiçbir zaman sinmemiş bu işgüzâr, bu şahin Suriye politikasının hazin sonuçlarından ötürü yine biz suçluyuz anlayacağınız. Yine sen, ben, biz suçluymuşuz. Ne yapsak "vicdansız" yaftası yemekten kurtulamıyoruz.
Esad karşıtı politikaya başından beri karşı oldum ve savaşı Esad’ın kazanmasını tüm kalbimle istedim, hâlâ istiyorum. Çünkü “insanlar ölmesin :(” diye kimsenin itiraz edemeyeceği yuvarlak sözler dillendirmek marifet değil. Marifet, mevcut vaziyetin ortaya çıkmasına katkı sunmamaktı ve bugünlerin böyle olacağı dünden apaçık belliydi. Sıkıntı göz göre göre oluştu. Ben şuna bakarım: Diyelim ki Esad yönetimi kötü, hataları var, eyvallah. Peki alternatifler ne? Alternatif, Işid’inden “ılımlı” muhalifine, gözünü kırpmadan adam kesen cihatçı bir güruh. Alternatifin bu denli kötü olması durumunda, hâliyle mevcut yönetimin devam etmesini istemek doğaldı. Bu nedenle, en azından ehven-i şer ilkesi gereği, hep Esad’ı destekledim. Dillendirmediyse de, pek çok insan içten içe aynı duyguları paylaştı, biliyorum.
Ama yok, bizim cengaver dış politikamız orada keskin bir taraf oldu. Çoğu Katar’dan, Çeçenistan’dan, Türkiye’den, Afganistan’dan ve sair ülkelerden Suriye’ye giden bu sırtlanlardan önce en azından her Allah’ın günü bu kadar insan ölmüyordu. Tüm ideolojileri, Dünya görüşlerini bir kenara koyalım: Dün Suriye nasıldı, bugün nasıl? Bugün çok daha kötü. Bitti. Şimdi çıkmış, hararetle yürüttükleri şahin dış politikanın bedelini yine bize ödetiyorlar.
Haklı çıkmak umrumda değil. Sorun kalmasın da haksız çıkayım, n'olur ki? Sonunda Esad mı kazanır bilmem ama bu denli bilinçsizce, elekten geçirmeden, aşı yapmadan, eğitmeden, entegre etmeden, kapıları ardına kadar açıp içeri doldurduğumuz bu göçmenler ileride büyük sıkıntı olacak. İnsanlar tek çocuk yaparken bile kılı kırk yararken, “çocuğumun geleceğini nasıl teminat altına alırım?” diye sorumluluk duyarken, aile planlamasından bihaber göçmenlerin savaş çıktıktan sonra yaptıkları bebekler ileride büyüdüklerinde radikalleşir, yaşadığı hayattan ötürü hüsrana uğrayıp terör örgütlerine katılırsa ne olacak? Burası onlar için gurbet ve gurbette hüsrana uğrayan, beklentileri karşılanmayan insanların radikalleştikleri bilinir. İslamcı şair İsmet Özel, Türkiye’ye ve Avrupa’ya iltica eden Suriyelilerin vatan haini olduklarını söylüyordu. Böyle büyük laflar bana göre değil. Fazla iddialı. Ama, en azından savaşacak kudretteki genç erkeklerin ülkelerini savaşın başından itibaren tereddütsüz terk etmeleri de savunulur gibi değil.
Bu insanların sefalet içerisinde olmalarından kimse sadistçe bir haz duyacak değil. Sonuçta bizim atalarımız da ’93 Harbi, Balkan Harbi derken yollarda az sürünmemiş. Ama bu Suriye dış politikasında böylesine sert bir taraf olmamız ve göçmenleri “kaderde ne yazılıysa o” hesabı plansız programsız içeri alıp şehirlere yığmak, ardından böyle bir kamu spotu çekerek sorumluluğu toplumun omuzlarına havale etmek, en hafif tabirle sevimsiz kaçmış.
(3) “Hayatla olan tek ilişki kipimiz anlamak değildir” demişti Ulus Baker. Anlamak dışında bir bağ hakkında konuşmak kolay değil; zira adı üstünde, anlamak dışında olduğu için anlaşılması mümkün değil. Ancak şöyle bir değinilebilecek bir konu. Kavramak imkansız da olsa, kimi deneyimler, üzerimizde büyük etki bırakır. Anlama yetimize hitap eden son derece mantıklı metinler, tamamen kavramamıza karşın hiç etki etmeyebilirken, bam telimize dokunan, içimizi titreten, duygularımızı depreştiren bir söz, resim ya da herhangi türden bir deneyim bizi harekete geçirebilir. Duygular, maneviyat, sanat, bunlar, insanın analitik olmayan yönleri olmakla, kanıtlardan ve gerekçelerden etkilenmeyen bir uzama işaret eder. "Ya müthiş bir his; ama kelimelere dökemiyorum!" derken kastedilen deneyimlerdir bunlar. Onlar çözümlemelere direnir, ancak kendini bıraktığında, özne-nesne ikiliğini terk ettiğinde tecrübe etmen -belki- mümkün olur. Mesela bir şarkının kısacık bir bölümünde bir an için huşu ile dolduğumuz olur. Ne var ki aynı deneyimi bir kez daha ele geçirmek mümkün olmaz. Bir an için kendimizi aştığımızı, kendimizin dışına çıktığımızı (eks-staz/dışa-duruş) duyumsar gibi oluruz; ama o anı kalıcılaştıramayız; zira hem biricik hem de geçicidir. Bu taşma anlarını bir mabede girdiğimizde, sanat eseriyle karşılaştığımızda, gündelik yaşantılarımızın en beklenmedik anlarında, bir güzelliği takdir ettiğimizde, hayran olduğumuzda, kimi zamansa sevdiklerimizle bir aradayken deneyimleriz. Gelgelelim, yinelemek istedikçe hissettirdiği yoğunluk azalacak, nihayet sönümlenecektir.
Hangi politik sistem egemen olursa olsun, insanın bu duygusal/manevî yönünün varlığı nedeniyle, şiir, sanat ve din hep varolacak. Hangi sistem neyi yasaklarsa yasaklasın, içsel vecd duygusunu tamamen ortadan kaldırmaları mümkün olmayacak. Dünya üzerinde robot gibi, sırf mantıksal, matematiksel, bilimsel, her ne derseniz artık, safî analitik bir hayat sürdüren bir halk hiç olmadı. Afrikalı kabileler bile ateşin etrafında dans etti, totemler dikti, çanak çömleğini -hiç mantıklı ya da gerekli olmadığı hâlde- desenlerle süsledi. Sovyetler, dinin sönümlenmesini nafile bekledi. Kiliseyi yıksan ne olur? Kişinin içindeki maneviyat gereksinimini nasıl yok edeceksin? Aslında Kızıl Ordu Korosu'nun seslendirdiği o harikulade eserler, insanların dingin ve coşkun yönlerine hitap ederek o boşluğu kısmen dolduruyordu. Sanat ve dinin kesişiyor olması, dinin yasaklandığı bir ortamda sanatın fazlaca desteklenmesini, fazlaca ön plana çıkartılmasını zorunlu kılıyordu. Tüm o muntazam, hesaplı, simetrik, kaz adımlarıyla yürüyen militarist yapısına rağmen bugün Kuzey Kore’de maneviyat yokluğundan kaynaklı oluşan boşluk, Kim-Jong-Un'un Tanrısallaştırılması ile dolduruluyor. O da ayrı bir garabet.
İnsanoğlunun hayatla kurduğu tek bağ anlamak değildir. Ne zamandır kafamda gezinen bu muğlak satırları yazmama, Adam Philips’in Kaçırdıklarımız adlı kitabında yer alan “Kavrayamamak Üzerine” bölümünü okumam vesile oldu.
(4) Geçmişte yapılan yanlışların bedeli ne kadar süre ödenir? İnsanlar birbirlerini, “sen eskiden şöyle yapmıştın!” diye suçlamayı ne zaman bırakır? Bunda bir limit, bir son kullanma tarihi var mı? Yok gibi görünüyor. İstediğimiz yapılmadığı vakit, her köşeye sıkıştığımızda ya da bir şekilde baskın gelmek, haklı çıkmak istediğimizde cepte duran o geçmiş kozunu açıveriyoruz masaya: “Eskiden bunu bunu yapmıştın, hatırlatırım!”
Tarih söz konusu olduğunda da aynısını yapmaya teşneyiz. Yapılanları, yapıldığı dönemi esas almaksızın, bağlamından kopartıp alarak tekrar tekrar hatırlatmak, vicdan azabı çektirmek, haklılığımızla adeta despotlaşmak, eskiden yapılmış bir yanlışa referansla “haklıyım, o hâlde sonsuza dek bunu senin burnundan fitil fitil getireceğim!” tarzı bir yaklaşımda diretmek, bir arada yaşamanın önüne set çekiyor. Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllarca belli ulusları egemenliği altında tuttu diye Türkiye sonsuza dek suçlanmaya devam mı edecek mesela? Avrupa’nın kimi ülkeleri sömürgeci geçmişlerinden ötürü eleştirildi, eleştiriliyor. Peki bugün Avrupa’da yaşayan bir Türk, göçmenlerin entegre olamamasından yakınan biri Almanla karşılaştığında, “siz de zamanında Dünya’yı sömürmüştünüz!” argümanına sığınmayı daha ne kadar sürdürecek? Bu argümanın bir “son kullanma tarihi” var mı? Tek parti iktidarının olduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, elde edilen onca başarıyla birlikte yapılmış kimi hataların bedelini sonsuza dek ödeyecek miyiz? Hıristiyanlıktaki ilk günah inanışında olduğu gibi, tarihte yapılan hatalar babadan oğula sonsuza dek geçmeye devam mı eder? Bu ne kadar "özcü" bir anlayıştır? Sömürgeci geçmişiyle İngiltere’yi ele alalım. Bir İngiliz, karşılaştığı bir üçüncü Dünya vatandaşı tarafından “siz geçmişte Dünya’yı sömürmüştünüz!” diye suçlanmamak için daha kaç jenerasyon geçmesi gerekecek? Tüm İngilizler toplu hâlde intihar etse geçmişte sömürülen halkların yüreğindeki hınç hafifler mi? Bugün Işid’in yaptıklarını neredeyse anlayışla karşılamamız gerektiğini ima eden araştırmacı-yazarlar, “Baas rejiminin baskıcı laik uygulamaları olmasaydı bugün Işid olmazdı” derken, daha ne kadar süre bedel ödeneceğinden neden dem vurmuyorlar? "Laik rejim şöyle şöyle baskı kurdu eskiden" denerek, kendine buradan biçtiği haklılıkla, sonsuza dek bölgeye kan kusturduktan sonra mı rahatlayacaklar? Moğollar eskiden İslam coğrafyasını talan etmiş, doğrudur, peki bunun için ne yapmaları gerekir, bugünün Moğol çocuklarının da vicdan azabından kıvranmaları mı? Moğolistan “evet, bu geçmişteki günahımızdan ötürü ülkemizi tamamen Dünya üzerinden silmeye karar verdik” dediğinde mi rahatlayacak tarihin mazlum halkları? Kaldı ki, tarihte tamamen masum bir halk mı var Allah aşkına?
Artık mevcut olmayan bir durum hakkında sayıp sövmek kolaydır. Çünkü öyle bir güç artık yoktur. Sana karşılık veremez. Bu yüzden bu yaklaşım müthiş cezbedici, çünkü hem kolay, hem risksiz, hem de politically correct (bunu çeviremedim, özür). Haklı olmak, gelecekte haksız olma riskini de beraberinde taşır. Mazlum olmaktan mağrur olmaya giden yol çok kısa. Ezilenlerin, ellerine güç geçtiğinde gayet ezici olabilecekleri ihtimalini de elden bırakmamak gerek. Kimse geçmişte maruz kaldığı bir haksızlıktan ötürü sonsuza dek haklı olmak zorunda değil. Bunun bir limiti, bir vadesi, bir bitişi olmalı. Yoksa çok-kültürlülük, farklılıkların bir-aradalığı filan, bunlar zaten kırılganken, hepten yalan olur.
Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanını yarıladım bugün. Romanın tarihsel arkaplanında tek parti dönemi Türkiye’si var. Bu yazdıklarım oradan mülhem. Kendisinin diğer kitaplarını da okumaya karar verdim.
(5) Kulüp taraftarlığı enteresan bir olgu. Hani doğup büyüdüğümüz yerle ilgisi olmayan, hiçbir somut bağımızın olmadığı ama buna rağmen ona laf edildiğinde dellendiğimiz kulüpler, şirketler. Sırf “hangi takımı tutuyorsun?” sorusuyla karşılaştığında bir cevabı olsun diye, öylesine, ya da arasıra keyfine maç izlemek için takım tutanlar iyidir. Sporun tadını çıkarırlar. Yalnız fanatizm boyutlarında taraftarlık anlaşılır iş değil. Üstelik sayıları hiç de az sayılmaz. Cem Yılmaz, bir söyleşisinde, bir tek din ve futbol üzerine espri yapmadığını söylemişti. Ne alaka değil mi? Futbol ve din. Dikkat edin, akıllı adamdır, sahnede dini inançlara dair yaptığı şakalar genellikle İslam değil de Hinduizm, Budizm filan üzerinden gider. Kelimelerini dikkatli seçer. Futbol kulüpleri de adeta birer kutsal oldukları için onlar hakkında atıp tutmak da aynı ölçüde riskli. Müthiş baskı grupları var. Savaş çıktı, hadi cepheye gel desen gelmeyecek adamlar maça bıçakla, satırla gidebiliyor. Koridordaki ışığı söndürmek için oturduğu yerden kalkmayan adamlar tuttukları takım için dışarıda gece vakti kavga etmeye üşenmeyebiliyor. Destekledikleri kulüpler onların kırmızı çizgisi, adeta biricik kutsalları. Dini inançla kulüp taraftarlığı bu bakımdan benzeşiyor. İkisi de tartışmaya kapalı, ikisi de hakkında konuştuğunuzda “inciniyoruz” tepkisi verilebilen alanlar. Normalde sakin bir insan, kulübüne laf gelince hiddetlenebiliyor. 1.300 lira maaşla çalışan bir tersane işçisi, berberde -diyelim ki- Fenerbahçe’ye bilmem kaç milyon dolara gelen futbolcu transferinden kıvançla söz edebiliyor. Hayır, ülkemizde sorsan her konuda batılılaşma karşıtı onca insan, İngiliz icadı bu oyunu adeta ata sporumuzmuşçasına nasıl da benimsemiş, o da ayrı bir konu.
Bugün bir işten kovulma hadisesi yaşandı bu taraftarlık ve "incinme" mevzuundan kaynaklı. Kim haklı, kim haksız, umrumda değil. Tarafların haklı olup olmaması değil, olayın bizatihi kendisi bir garabet. Bir kulübe taraftar olmak, diğer kulüp taraftarlarına beddua ettirebiliyor, insanları işten attırabiliyor, kendi tarafından değilse "oh olsun!" dedirtebiliyorsa, olmaz olsun öyle taraftarlık.
(6) Selin Sayek Böke için “vaftiz edilmiş!” diye manşet atmış kayyum yönetimindeki bir gazete. Vaftiz edilmiş, yani hıristiyan! Vay. Tespite gel, konuya gel, manşete gel, ithama gel. Tam da kendilerine yakışır cinsten, alışılageldik çirkinlikler, çiğlikler, kofluklar, bayağılıklar, anca’kendilerine yakışacak tarzda bel altından vurmalar, ucuz kurnazlıklar, sinsi yöntemler, yine kendilerine yakışacak tarzda kibirlenmeler, büyüklenmeler, akıllı bir rakiple karşılaştıkları vakit adilane mücadele etmek yerine saçından çekmeler, faul yapmalar, çelme takmalar… “Vaftiz edilmiş!” Manşete gel, tam da bunlara yakıştı yani: Karakterlerinin bir imzası gibi adeta.
Peki, tamam, vaftiz edilmiş diyelim, iyi de, buna cevap vermek, bunu kaale almak, bunun için açıklama yapmak bile kabahat; çünkü böylesine bataklığa gömülmüş, böylesine kirlenmiş, bu denli hastalıklı bir zihniyete açıklama yapmak ancak onu adam yerine koyduğunuzu, onu ciddiye aldığınızı, onu yüksek bir yerde gördüğünüzü zannetmelerine neden olur. “Bana cevap verdi, bana açıklama yaptı, öyleyse ben daha önemliyim!” diyecek bir zihniyetten söz ediyoruz. Kültürümüzde yer etmiş asıl doğru öğeleri, mesela “ayinesi iştir kişinin” sözünü bir kenara koyup, insanların yapıp ettiklerine değil de, onların kimliklerine, inançlarına, memleketlerine, etnisitelerine, şu ya da bu şekilde, sonuçta tesadüfen sahip oldukları aidiyetlerine bakarak onları güya küçük gören, düşman gören, sapkın gören çürümüş bir zihniyete açıklama yapmak mı? Külliyen yanlış.
“Vaftiz edilmiş!” gibi anayasanın 24. maddesine de, uygarlığa da, insanlığa da aykırı bir manşete önce şöyle bir gülümsemek, ardından dudak bükerek yalnızca şunu demek lazımdı:
“Eeeeeeeee? N'olmuş yani? Ne diyo’sun?”
(7) "Lütfen olayı kişiselleştirmeyelim!" derken dile getirdiğimiz rahatsızlık, felsefedeki adıyla "ad hominem" denen mantık hatası başımıza bela oldu. Bir fikri tartışmak gerekirken, fikri değil de o fikri dillendiren kişiyi tartışıyoruz. Bir fikir duyduğumuzda ilk işimiz "kim diyor onu?" diye sormak oluyor. Hâlbuki, bir fikri, onu söyleyenden bağımsız olarak ele alamadığın zaman, makûl bir tartışma yürütmek zaten -neredeyse- imkânsız. Hele tribünler önünde konuşuyor, başkalarının önünde rezil olma kaygısını taşıyorsan, iş hepten aklın ve mantığın alanını aşıp Müge Anlı programına dönüyor. Doğruyu söyleyen değil, daha çok alkış toplayan, duyulmak isteneni söyleyen kazanıyor. Benzer şekilde, sevdiğimiz insanları çoğunlukla haklı ve doğru bulma eğiliminde olurken, sevmediklerimiz ne söylese bize yaranamıyor, doğru konuştuklarında bile onları onaylamaktan, takdir etmekten ödümüz kopuyor.
Gerçi bu durum günümüze özgü değil. 19. Yüzyıl Almanya'sını canlandırın gözünüzde. Çağın büyük filozofları Hegel ve Schopenhauer aynı üniversitede birer profesör. Hegel'e ilgi yoğun. Derslerinde oturacak yer bulmak zor. Schopenhauer, Hegel'e o kadar zıt, onun gördüğü bu ilgiden ötürü ona o kadar gıcık ki, derslerinin saatlerini, ısrarla, tam da Hegel'in derslerinin olduğu saatlere denk getirtiyor. Amacı Hegel'in öğrencilerini kendi dersine çekmek. Nihayet, Schopenhauer, o meşhur karamsar filozof, derse girdiğinde 3-4 öğrenciyle karşılaşınca hayal kırıklığına uğruyor -kıskançlığın hazin sonu. Hegel ne derse desin, onları sırf Hegel dillendirdiği için Schopenhauer muhtemelen hep karşı çıkacaktı. Al sana bir ad hominem, al sana bir kişiselleştirme vakası. (Schopenhauer'in o kötümser, yürek karartan, geleceğe dair tüm umutları yerle bir eden düşünceleriyle gencecik insanları kendisine çekememiş olmasına şaşırmamalı. Gerçi o ayrı bir mevzu.)
Akla aykırı bir başka durum da, birisinin söylediğini onaylamama gerekçesi olarak onun daha önce söylediklerini baz almak. Bunun Latince bir karşılığı var mıdır, bilmiyorum. Bir insanın bir konuda söylediklerine katılmamış olabiliriz. Oysa aynı kişinin başka bir konuda söylediklerine katılmamız gayet mümkündür. Ama, naçizane gözlemim o ki, x kişisi y kişisini (1) sevmezse (2) bir kez onun herhangi bir fikrini beğenmediyse, bir daha asla ve kat'a ona hak vermiyor. Kafasında bir kez bir yere oturttuğu vakit artık "haklısın" demek, "katılıyorum" demek ölüm gibi geliyor.
Felsefe, terminolojisi, jargonundan ötürü değil, ad hominem ve diğer hastalıkları üzerimizden silip atamadığımız için, kişiselleştirme illetinden sıyrılamadığımız için zor. Zor ama mümkün; zira ad hominem hatasına düşmeden felsefe yapan insanlar hep vardı, hep var olacak.
Tamer Ertangil.