Quantcast
Channel: ertangil.com - Felsefî Değiniler
Viewing all 287 articles
Browse latest View live

Batılı Yaşam Tarzı ve Tecavüze Davet? Bir Değini.

$
0
0

2013 Ağustos'unda Helsinki'deyken çekmiştim bu fotoğrafı. Finlandiya'da önemli bir maç. Şehri gezdikten sonra, dönüşte denk gelince, iki tane bira alıp maçı seyretmiştim. Kimsenin küfrettiğini sanmıyorum. İnsanlar sakindi; ama ciddi ataklarda ve gol olduğunda coşkuluydu. Bu "beleştepe" diyebileceğim nokta da dâhil olmak üzere, "kızlı-erkekli" izliyordu insanlar maçı. Kimse kimseyi taciz etmiyor, kimse kimseyi potansiyel tecavüz hedefi olarak görmüyordu. Finlandiya'da yılda kaç kez böyle olaylar yaşanıyordur ki zaten? Hele bizde olanlar, Özgecan Aslan'ın tecavüze uğraması, bıçaklanması, ardından cesedin -tanınmaz hâle gelmesi için- yakılması. Katillerden birisi Facebook'ta daha önce erdem nutukları atan bir paylaşım yapmış. Şoförmüş kendisi. "Şoförlüğü küçümsemeyin" demiş. "Şoföre yavrunuzu, ananızı, bacınızı emanet ediyorsunuz, canınızı emanet ediyorsunuz" demiş. Zaten bir konuyu çok vurgulayan kişiye inanmayacaksın. Ahlâka çok fazla vurgu yapan erdem hatiplerini samimi bulmazdım. Artık bu tip nutuklar çeken ahlâk bekçilerinin ne denli tehlikeli oldukları, iyiden iyiye ayyuka çıktı. Demek ki sana bir şey emanet edilmezmiş pislik herif, demek ki niyetin belliymiş ki üzerini örtmek için ahlâki nutuklar atıyormuşsun.


Avrupa'ya özenmek mi? Hani bazı muhafazakâr ve/veya İslamcı yazarlar, çözümü kadınları pembe otobüslerde yalıtmakta, kadınları mümkün olduğunca gözden uzak tutmakta buluyor ya, hani onlara göre tüm bu yaşananların müsebbibi Batı tarzı yaşama özenmekmiş ya, o bakımdan söyledim. Bence tam aksi. İnsan ilişkileri, akşam sohbetleri, bir-aradalık kültürü, kadınlık-erkeklik durumları, nezaket, mahremiyete, inançlara ve tercihlere saygı konularında, sonuna kadar Avrupa özentisi olduğumu açıkça itiraf ediyorum. Her şey ekonomi demek değil. Dünyanın en zengin ülkesi olsan ne yazar, insanlık bakımından geriye gittikten sonra. Şu Finlandiya'daki insana saygıya özenmek özentilikse, sonuna kadar özentiyim.


Tamer.

Toplumumuzdaki Ahlâki Çöküntünün Çözümü Daha Fazla Din Dersi mi?

$
0
0
Adalet Tanrıçası Themis


Niyetim içinizi karartmak değil. Bazı gözlemlerimi ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum sıkılmazsanız. Bir kere toplumumuzda yalnızca kutuplaşma yok, kıskançlık ve başkalarının mağduriyetiyle tatmin olma alışkanlığı da yerleşmiş vaziyette. Herkes başkasının mesleğini kıskanıyor. Askerlerin lojman ve diğer olanakları, öğretmeninse tatili vardır. Esnaf bütün gün dükkanında oturur, şoförse bütün gün müzik dinleye dinleye gezer. "Komşunun çimenleri hep daha yeşil görünür." Para biriktirip yeni bir araba alan birisi için "demek ki ne biçim para kazanıyor" diyenleri duyarsınız. Örnek veriyorum: İngilizce öğretmenisiniz diyelim. Hani emniyette bir yabancıya tercümanlık yapmak için polis otosuna bindiğinizi görseler, "aa, tutuklamışlar galiba, kim bilir ne yapmıştır!" diye düşünenler olur. Yardımcı olduktan sonra eve dönüş yolunda, "geçmiş olsun ya, ne oldu?!" sorularına muhatap olabilirsiniz. 


Ülkemizde adalet anlayışı, "ben sürünüyorsam, herkes sürünmeli!"şeklinde. Tıpkı bir muhabirin uzattığı mikrofona, günde 12 saat çalıştığını, o hâlde herkesin 12 saat çalışması gerektiğini hınçla söyleyen simitçinin yaptığı gibi. Asla, "keşke ben de 9-5 çalışsaydım ve bu kadar çalışma geçinmeme yetseydi" demez. Yıllardır tanıdığımız, hiçbir kötülüğünü görmediğimiz birisine bir iftira atıldığını duyduğumuzda, "ateş olmayan yerden duman çıkmaz, yapmıştır şerefsiz!" diyenleri işitiriz. Bir kadın ya da çocuk, tecavüze uğradıysa ve/veya öldürüldüyse, o da sokağa çıkmasaydı, minibüse binmeseydi, okumak yerine kırıp dizini evinde otursaydı, hâtta kahkaha atmasaydı, göz teması kurmasaydı, gülümsemeseydi diyen insanlar görürüz. Kimse şunu demez: "Sokaklar senin mülkün değil kardeşim. O kadın da sahilde yürümek, deniz havasını koklamak, isterse oturup çekirdek çitlemek veya çay içmek hakkına sahip. Sen bi'zahmet saldırmayacaksın." Olay bu kadar basit.

Dinin insanla Tanrı, ahlâkınsa insanla insan arasındaki ilişkiyi ilgilendirdiği okullarda vurgulanmalı. Zorunlu din dersleri seçmeli hâle getirilmeli, seçen seçsin. Din derslerinin nicel olarak arttırılmasıyla toplumdaki ahlâkın iyiye gideceği yanılsamasından kurtulmamız lâzım. Aksi hâlde -örneğin- Özgecan Aslan'ı katleden kişinin Facebook'ta "Herkeze hayırlı Cumalar" diye paylaşımlar yaptığı hâlde nasıl babasını dövdüğünü, bıçakladığını, ve nihayet Özgecan'ın katili olduğunu anlayamayız, hatlar karışır. İbadet etmek kimseyi ahlâklı yapmaz. Oruç tutuyorsan, namaz kılıyorsan ve bu seni manevi olarak rahatlatıyorsa, Tanrı'ya karşı görevini yerine getirmiş olduğunu düşündürüyorsa, buna saygı duyarım. Ama ahlâk bu değil. Söz verip tutuyorsan, sorumluluklarını yerine getiriyorsan, güçlüyüm diye zayıfı ezmiyorsan, insanlara saldırmıyorsan, nezaket çerçevesinde davranıyorsan, yalan söylemiyorsan vs. o zaman ahlâklısındır. Bu yüzden dindar bir müslüman çok ahlâklı olabilir. Hiçbir dine inanmayan birisi de aynı derecede ahlâklı olabilir. Manevi gereksinimlerini sanat, şiir, edebiyat, müzik ve hâtta kendisine özgü, kimseye açıklamak zorunda olmadığı içkin ya da aşkın duygulanımlarda bulabilir. Herkesin tinsellik/maneviyat anlayışı ve hayatın anlamına dair düşünceleri farklı olabilir. Bu bizi ilgilendirmez. Buna karışmamız bile anayasal bir suçtur zaten (24. madde). İbadet ritüellerini (namaz, oruç) yerine getirmekle fazlasıyla meşgul olmak, ahlâki erdemlerin ikinci planda kalmasına sebebiyet bile verebilir. Bu riske karşı tetikte olmak gerek. Bu yazdıklarımdan ötürü çıkıp da "İslamofobik" filan demeyin, kolaycılık olur bu. 

Köklü bir kültürel dönüşüme ihtiyaç var ve bu gibi konular referanduma kalacaksa, kimse zerre kadar değişmek istemeyeceği, herkes hâlinden ve bilhassa kendinden epey memnun olduğu için, yandık demektir. Öncelikle okullarda empati kurabilmenin, başkası adına sevinebilmenin, paylaşmanın ve haklıyken hakkını aramakla, haksızsen susmak gerektiğinin öğretilmesi gerek. Güçlüysen, sesin daha çok çıkıyorsa, arkanda daha kalabalık bir kitle varsa haklısındır anlayışının değişmesi gerek. Halka kin ve nefret aşılayan kişilerin ekranlardan uzaklaştırılması gerek. Kabataş'ta bilmemkaç tane yarı-çıplak erkek, başörtülü bacımı taciz etti, -afedesiniz- üzerine işedi gibi sözler eden, öyle bir olay olmadığı kayıtlarla ortaya çıktığı hâlde "ben video kayıtlarına inanmıyorum" diyen Elif Çakır gibi gazetecilerin yargılanması gerek. Toplum sağlığına halel getirecek, Müge Anlı, Esra Erol gibi kişilerin yaptığı programların yayından kaldırılması gerek. Bazen tepeden inme uygulamalar gerekli ve gayet yerinde olabiliyor. Halk, "n'olur kamusal alanda sigara yasaklansın" diye sokaklara dökülmüyordu, bu yasak tepeden indi ve gayet iyi oldu. Çocukları okula göndermek de zorunludur mesela. Ben göndermeyeceğim diyemezsiniz. 

Şiddetin o kadar boyutu var ki, bir kere öncelikle, haklı olduğun zaman bile karşındakine bağırarak, her ifadeyi ünlemli, gergin bir şekilde ifade ederek sözel şiddet uygulamaya dur denmesi gerek. Ne insanlar var, size vurmaz, küfretmez ama gerim gerim gerer, üzer, incitir, ezer.

Köklü bir dönüşüm yaşamamız lâzım. Kimse masum değil. Sadece erkekler suçlu değil, sadece kadınlar da değil. Egemen kültür, egemen atmosfer sorun olan.

Yarıyıl tatilinde, durakta hastane servisi beklerken, dört yaşlarında bir kız çocuğu bana bakmıştı. Çok sevimliydi. Ben de gülümsedim. Annesine dönüp, "anne bu adam bana gülümsedi" deyince annesi onu arkasına sakladı ve kaşlarını çatarak bana baktı. Erkeklerde durum bu. Kadınların ve çocukların işi çok daha zor, kendi durumumuzu onlarla kıyaslayamayız elbette; fakat bu gidiş iyiye gidiş değil. Köklü bir dönüşüme ihtiyacımız var. "Baldız baldan tatlıdır" diye bir deyim var bu kültürde. "Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin" diye bir söz var. Daha ne sözler var yerleşmiş, yazmayayım şimdi, bilirsiniz. Elbette ülkemizi seviyoruz. Ama en ufak bir eleştiri getirildiğinde, saldırgan bir tavırla, "aynısı Avrupa'da da oluyor!" denmesi çocukça bir tavır. Tıpkı yanlış bir davranış sergileyen bir öğrenciyi uyardığınızda, aynı davranışı bir başka arkadaşının da yaptığını söyleyerek kendisini haklı çıkardığını sanmasında olduğu gibi.

Tamer Ertangil.

Üç Renk: Kırmızı (1994) ve Fransız Toplumu Üzerine

$
0
0

Birkaç yıl önce Kieslowski'nin Üç Renk üçlemesini izlemiş, Mavi ve Beyaz'ın hakkını verirken, kötü çeviri nedeniyle Kırmızı'yı tekrar izlemem gerektiğine karar vermiştim. Dün akşam izledim. 

Üç Renk: Kırmızı'dan sonra Kieslowski hiç film çekmedi. Film, Preisner'in harikulâde müzikleri eşliğinde, kırmızı tonlara ağırlık verilmiş bir şaheser. Malûm, Fransız bayrağı mavi, beyaz ve kırmızı renklerden oluşur ve bunlar sırasıyla özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği simgeler. Dolayısıyla bu film kardeşliği konu ediniyor.

Bağlılık, belli bir noktada özgürlükten vazgeçiştir. Birisine ya da bir davaya bağlanmakla, kendimizden ödün vermiş oluruz. Özgürlük kolay bir durum değildir aslında. Beraberinde sorumluluk da getirdiğinden, insanoğlu birdenbire özgürlüğe kavuşunca ne yapacağını bilemez. The Matrix filminde olduğu gibi, esaret zincirlerini kıran kişi, mutluluk içerisine gömülmek yerine, kendisini kuluçkavari ve klostrofobik bir mekânda, boğulmak üzereyken bulur. Özgürlük zordur. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'in "Büyük Engizisyoncu" bölümünde bu konuyu başarıyla irdeler. İnsanoğlu özgürlüğüne kavuştuğu anda, bir an evvel ondan kurtulmak için, bağlanacak bir şeyler arar, bu yolda çırpınır durur. Gelgelelim, bağlılığı tercih ederek özgürlükten ödün vermenin, bağımlılığa ve baskıcılığa dönüşme riski de mevcut.

Filmde işlenen kardeşlik temasının, esasen bağlılık adı altında, geniş bir şekilde görülmesinde yarar var. Valentine'nin, telefonun sağladığı dolaylı bağlanmayı yetersiz bulup, "dün gece ceketine sarılıp uyudum" derken tüm içtenliğiyle dile getirdiği bağlılıktan ziyade, filmde ve filmin çekildiği ülke olan Fransa'da, bağlılık yorucu ve boğucu bir pratiğe dönüşmüş. Model olarak çalışan Valentine'a, sürekli "gül; gülme; üzgün görün" gibi yönergeler veren fotoğrafçıda tezahür ettiği üzere, Fransız toplumunda ilerlemiş bir müdahalecilik söz konusu. Kırmızı agresif ve baskın bir tondur. Şahsen, Fransız bayrağındaki kırmızının, mavi ve beyazı baskıladığını, kardeşliğin, özgürlük ve eşitliği arkaplâna ittiğini düşünüyorum. Nitekim filmdeki emekli yargıç da, komşularının telefon görüşmelerini gizlice dinlemektedir. 

Fransa'dayken, bizi ağırlayanların, idarecisiyle, öğretmeniyle, turist rehberiyle, bir türlü nefes aldırmadıklarını hissettim. Almanya'daki gibi kurallara uyma hâlinden öte, daha kötü, somut bir müdahalecilik söz konusuydu. Alman bir dostun, Almanya'nın nispeten küçük bir ilçesinde, bir gece vakti caddeden karşıya geçerken, "kırmızı ışıkta geçmeye çekinirim. Sanki etrafımızda küçük gözler vardır ve bizi izliyordur gibi gelir" dediğini hatırlarım. Fransa'daysa, içsel bir denetim yerine, dışarıdan her daim bir müdahale söz konusu. Gerek öğretmen gerekse turist olarak gittiğimde, Almanya'da kendimi özgür hissettim hep -Fransa'nın aksine.

"İnsan yaşamının taşıdığı değer akıldan kaynaklanmaz" diyor Carl Schmitt. Akıl, rasyonalite, bilim, bunlar çok önemli olmakla birlikte değerlerle ilgilenmez. Sanata yer açılmalı. Bilim ve sanatın, rasyonalite ve duygunun beraberce varolup, birbirini küçümsemediği bir ortamda nefes alınabilir ancak. Fransa ziyareti, belki biraz büyütüyorum ama, hayatın her alanını kuşatan, rasyonalizmde aşırıya kaçan her sistemin, somut bireyselliği ve rahat ve içten bir sosyal yapıyı boğmaya meyilli olduğunu düşündürdü bana. Oysa hem genel ve soyut olanı, hem de somut bireysellikleri ve eşsiz, yinelenmeyen deneyimleri kucaklamak mümkün. Matematik ve şiir, bilim ve sanat, akıl ve duygu, Apollon ve Dionysos birlikte varolmalı.

Filmde gün ışığına karşı duyulan bir özlem var. Lambalar patlıyor. Fırtınalı bir havada sona eren hikaye, sürekli gözetleyen, denetleyen, karışan, müdahale eden, yönergeler veren bir sosyal yapının muhtemel sonuna işaret eder gibi. Telesekreterini iptal eden Valentine, telefonda kendisine sürekli hesap soran sevgilisine şunları söylüyor: "Tek istediğim huzur. Sessiz sakin bir yaşam". Aldığı yanıtsa, "benimleyken, huzurlu bir yaşamın olmayacak"şeklinde. Kuşatıcı bir kardeşlik ilkesinin öne çıktığı, kırmızının mavi ve beyazı baskıladığı, yüzeyde dayanışma gibi görünen, oysa özünde rıza almaksızın müdahale etmeyi kendisine görev biçmiş olan bir sosyal yapı, somut hayat deneyimini ve kendiliğindenliği sekteye uğratıyor.

Apollon'un baskın geldiği yerde Dionysos'un ayak sesleri duyulmaya başlar. Dikkatli olmak lâzım.


Tamer Ertangil.

Tanrı, İnsan, Bergman ve Spinoza Üzerine

$
0
0

Nattvardsgästerna (1963) Ingmar Bergman'ın, insanın Tanrı ile olan ilişkisini irdeleyen filmlerinden biri.

Karısının ölümüyle altüst olan bir papaz, hayatın anlamsızlığıyla yüzleşir. Tanrı'nın sessizliği onu rahatsız eder. Kilise cemaati için düzenlediği ayinlere, ettiği dualara artık kendisi de inanmayan bu din adamı, yeryüzünde vuku bulan onca kötülüğe rağmen Tanrı'nın sessiz kalışından yakınmaktadır. Tanrı'nın bu denli uzak duruşu, onda sağlam bir zeminden yoksunluk hissi doğururken, papaz, kendisine aşık olan kadının rahatlığı karşısında iyiden iyiye bocalar. "Tanrı yoksa ne fark eder ki?" diye sormaktadır kadın. Tanrı sessiz ve uzaktır, çünkü yoktur, hepsi bu. Aslında hakikât kişiyi özgür kılacaktır, onu tüm bağlarından azat ederken, zihnini çevreleyen önyargı duvarlarını yıkmasına vesile olur. Papazın yaşadığı şok geçici bir evredir. Ona aşık olan kadın bu evreyi çoktan atlatmış görünmekteyse de, özgürlüğün ve sınırsız seçim olanağının boğuntusu ve can sıkıcılığından bıkmış hâlde, artık birisine bağlanmak ister. İnsan'ın Tanrı'ya değil, yine insana bağlanması, büyük harfle İnsan'ı odak noktaya alması çözüm olarak görünür. Dikkat edildiğinde, papazın, karısının ölümü ile Tanrı'nın ölümünü iç içe geçmiş bir şekilde deneyimlediği anlaşılır. "Karım öldüğünde, kendim için değil, bir işe yaradığım için yaşadığımı anladım" der. Bağlı olma hâlidir onun için hayatı anlamlı kılan. 

Pagan geçmişlerini simgeleyen şeytanımsı bir yaratığı ayakları altına almış şekilde tasvir edilen Hıristiyan azizlerinin ortacağda yapılmış ahşap heykellerini görmüştüm. Filmdeyse papaz bu kez Hıristiyan geçmişini ayakları altına almak üzeredir. Üstelik film bu ruh hâlini karanlık bir ortamla yansıtmaz. Işıklar ve beyazlık daha kutlu bir geleceği müjdeler. Bergman'ın Nattvardsgästerna'sı, İnsan'la Tanrı arasındaki ilişkiden ziyade, tek tek insanların birbirleriyle olan ilişkisini irdeler gibidir. Müjdelenen bu müstakbel çağda, insanoğlu yeni sorular sormalıdır.

Bana kalırsa, Bergman'ın gerçek anlamda metafizik yapıtı Det sjunde inseglet (1957) idi. Nattvardsgästerna ise uhrevi görüntüsüne rağmen bir hayli dünyevi bir yapıt.


Spinoza tempolu bir filozof. Yazdıklarını okurken kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Her seferinde, üç-beş sayfa geriye dönüp önemli bulduğum yerlerin altını sonradan çizmem gerekti. Spinoza'nın düşünceleri nedeniyle Yahudi cemaatinden aforoz edildiği bilinir. Başyapıtı Ethica da ölümünden sonra yayımlanmış zaten. Bakın kitabın bir yerinde ne diyor:

"Öyle ki, doğanın mucizelerinin gerçek nedenlerini araştıran ve doğal olaylara bir budala gibi hayretle bakmak yerine onları bir âlim gibi anlamaya çabalayan insan, avamın doğanın ve tanrıların yorumcuları olarak taptıkları kişilerce dile düşürülür ve sırtına sapkın ya da dinsiz yaftası yapıştırılır. Çünkü bu kişiler bilirler ki cehalet ortadan kalkınca, kendi otoritelerini dayatmalarının ve sürdürmelerinin yegâne aracı olan o budalaca hayranlık da ortadan kalkacak." 

Ethica, 36. Önerme, Ek.

Özgür iradeyi reddettiği, dahası bu konuda -naçizane- ikna olmadığım için kendisiyle yollarımız ayrılsa da, keskin zekâsına hayranlık duyduğum filozoflardan birisidir Spinoza (Bu arada zekâ demişken David Hume'u anmadan geçemeyeceğim). Geçimini sağlamak için gözlük camı yapan bu adam, özgürlüğünden ödün vermemek adına zamanında üniversiteden gelen Hocalık teklifini reddetmiş. 44 yaşında, gencecik ölmüş -maalesef.

Tamer.

Taraf Tutmak, Bakışaçıları ve Şiddet Üzerine

$
0
0

İstiklâl Marşı'nı, "Garbın afakı" ne demek bilmeyen küçücük çocuklara ağlatarak okutmak, onları yarıştırmak çocuk istismarıdır. Çanakkale direnişi, Kurtuluş Savaşı'na alternatif, günümüz iktidarının işine yarayan ideolojik bir malzeme bugün -ötesi değil. Çanakkale filmi çekmişler şimdi, MEB genelge yayınlamış, tüm okullarda izlettirilecekmiş. Artık Kurtuluş Savaşı'nın esamesi okunmuyor okullarda, bilginize. Yakında kutlu doğum haftası var, yine bol bol çocuk istismarı yapılacak. Peygamber, tıpkı Hıristiyanlarda olduğu gibi, Tanrı'nın önüne geçti son on yıldır -gerçi konu bu değil. Toplum mühendisliğinin dik âlası yürütülüyor koşar adım. Egemen olan kendi paradigmasını Öteki'ne dayatırken, en ufak bir eleştiri getirmekten korkmanın gerekçeleriyse, kutsala hakaret korkusu, "acaba nefret söylemine mi kaydım?" tedirginliği ve cenah içerisindeki mahalle baskısı. Aradan sıyrılmaya çalışan birileri olursa, aşağıdakiler onun ayaklarına sarılıp, kendi seviyelerine çekmek için mümkün mertebe çaba sarf ediyor. Hâl böyleyken, elde kalan, hiçbir işe yaramayan küçük farkındalıklardan müteşekkil koca bir çöplükte oynaşarak kendini avutan bir güruh.

Türkiye'yi turist olarak gezmek güzeldir. Kapadokya semalarında balonla süzülmeyi kim sevmez? Ortaköy'de boğaza karşı lüfer yemek hoştur. Midye dolmaya, iskender kebaba, baklavaya çoğu turist hayır demez. Topkapı Sarayı, Sultah Ahmet Camii, Aya Sofya ve Galata Kulesi -ve tüm o müzeler. Gez gez bitmez. Gelgelelim, Türkiye'de, özellikle İstanbul'da iş bulup çalışan çok sayıda yabancı var. Onlara "expat" deniyor. Expatlar burada yaşadıkça, çalıştıkça iş ortamındaki güvensizliğin farkına varmışlar. Türk insanına güvenmenin zor olduğunu söylüyorlar. "Babana bile güvenmeyeceksin diye bir söz var sizde" diyorlar. Onu öğrenmişler.

2010 sıraları her muhalife Ergenekoncu derlerdi. Üye olduğum sendika için en yakın arkadaşlarımdan birisinin, "ha şu Ergenekoncu sendika mı?" diye burun kıvırdığını hatırlarım. Şimdi ne Ergenekon kaldı ne de Balyoz. Bir yıl öncesine kadar Fethullah Gülen, "Hoca Efendi Hazretleri" idi. Hakkında şaka bile yapamazdınız, taraftarları hemen size kaşlarını çatardı. Hâtta eskiden Kenan Evren için, "Allah ondan razı olsun. Kardeş kavgasını bitirdi" diyen insanlar, bir de bakıyordunuz darbelere karşı olduğunu iddia eden, demokrasi havarisi sevgi kelebeklerine dönüşmüş. Bizim kamuoyu manüpilasyona son derece açık. Üzgünüm ama kimseye güvenilmez. Her an dönebilir, dönüşebilir bir taban var.

Bakışaçılarının yüceltildiği postmodern çağı öngören Nietzsche, "hakikât yok, yalnızca bakışaçıları var" demişti. Oysa bakışaçılarının öznelliğinden muaf, nesnel, ulaşılması bir o kadar zor ve üzeri örtülü bir hakikât var. Evet, körler, bir filin orasına burasına dokunduğunda hep kendi hissettiklerini -belki de işlerine geldiği şekilde- betimler. Ne var ki, farklı yorumlardan münezzeh, gerçek bir fil vardır ortada. Yorumların çeşitliliği, yorumların dayandığı nesnel zeminin varlığını ortadan kaldırmaz. Aynı olguyu farklı kuramlarla açıklayabiliyor olmak, orada çıplak bir olgu olduğu gerçeğini değiştirmez.

Sokaktan bir adamı kolundan tutun, çevirin ve şiddete karşı olup olmadığını sorun. Emin olun şiddete karşı olduğunu söyleyecektir. Sorsanız herkes şiddete karşıdır zaten. Fakat şiddet bir türlü bitmek bilmez. O hâlde kimsenin şiddete karşı olduğu filan yoktur aslında. Daha fazla konuşmam yersiz. Şiddet ve savaş üzerine düşünmek isteyen herkes Ingmar Bergman'ın Skammen (1968) adlı filmini seyretmeli.

Tamer Ertangil.

Güçler Mücadelesi ve Mükemmellik Üzerine

$
0
0

(1) Türk filmlerinde ve Türkçe romanlarda sık işlenen konulardan biri. Klişeden de öte bir hâl alan, İstanbullu entelektüelin Anadolu'ya gidip oranın insanını anlayamaması meselesi. Bir gün -nihayet- bir değişiklik yapıp, Anadolu insanının İstanbullu entelektüeli anlayamaması üzerine bir roman yazarlarsa okurum, söz. Ne de olsa bugün tersinden seçkincilik söz konusu. Oryantalizmden ziyade bir nevi"oksidentalizm". Türkiye'nin Batısını kültürel bakımdan yozlaşmış hâlde gören, burun kıvıran, yüzünü ekşiten, yeni seçkinci tuhaf bir Anadoluculuk hüküm sürüyor. Mesela yıllardır televizyonu her açtığınızda yüceltildiğini gördüğünüz, delidolu, horon tepen, sağı solu belli olmayan, silah seven, Teksas gibi şehirlerle (Rize), oradan çıkış olmadığını, ama her yerin onlar için orası gibi olduğunu söyleyen şehirlere (Trabzon) sahip karadeniz insanının nasıl da her daim kutsandığını görmemek ne mümkün? Son on yılın yapay kutsalıdır Doğu Karadeniz. Son on yılların kutsalı ise Anadolu. Son yaşanan silahlı saldırı olayına hanginiz şaşırdınız? Daha birkaç yıl önce Eğitim-iş üyesi birkaç öğretmen Rize'de bir basın açıklaması yaptığında neredeyse katlediliyordu. Bırakın Allah aşkına.

(2) Spinoza'dan öğrendiğim en değerli bilgi: Yanlış bir tasavvur (imgeleme), doğru, ispatlanmış bir fikirle karşılaştığında yok olmuyor. Tasavvuru ortadan kaldıran, yalnızca daha güçlü başka bir tasavvur. Örneğin "yüce" bir şahsiyetin aleyhinde dilediğiniz kadar kanıt, argüman veya gerekçe ortaya sunulsun. Daha yüce olduğuna inanılan alternatif bir şahsiyet ortaya çıkıncaya değin mevcut tasavvurun değeri zerre kadar azalmaz. Bir duyguyu ancak daha baskın başka bir duygunun bastırmasında olduğu gibi, aklî ve deneysel doğruluklar, imgeleri yerle bir etmek için yeterli değildir.

(3) Kendini beğenmek de lâzım biraz. Özeleştiri yapacağım derken kendini yerden yere vuran, daima kendiyle uğraşan kişide örtük kibir olabilir. Aşırı tevazu da örtük bir kibrin göstergesi olabilir. Her söze "ben" diye başlayan kişi kadar, kendisinden hiç söz etmeyen, daima genel ve soyut konularda konuşan kişi de benmerkezci olabilir. Birincisi alenen benmerkezciyken, ikincisi kendinden kaçmakla, aslında sürekli kendisiyle meşgul olduğunu ifşa etmiş olur. Sıcağı sıcağına bir olayı değerlendirmek yerine, bazen dışarıdan soğuk bir bakış daha sağlıklı olabiliyor. İnsan hem dışarıya dışarıdan bakabilmeli, hem de kendisinin dışına çıkabilmeli (eks-staz / dışa-duruş). Dışa-duran öznenin kendisine ve Dünyaya koyduğu mesafe ile nesnelliğe bir adım daha attığı söylenebilir.

(4) Ortak hiçbir şeyi olmayanların ortaklığı mümkün mü? Kulağa çok romantik geliyorsa da, üzerinde durup düşünmek gerek. Spinoza'nın müthiş bir çözümlemesi var: Yoksunluk bakımından, yani sahip olmadıkları özellikler bakımından uyuşan şeyler, aslında hiç de uyuşuyor değildir. Somut bir uyumdan söz edebilmek için, x ve y'de belirli özelliklerin yokluğu, bu yokluk bakımından örtüşmeleri yetmez. Benzer benzeri çeker. Farklılıkların bir-aradalığı, gökkuşağı, çok renklilik vb. söylemler son on yılların klişeleri. Tarih bu söylemi yalanlıyor zaten. Gücü eline geçiren x, ya y'ye boyun eğdirir, ya onu sömürür, ya yok eder, ya zayıf tutar, ya da onu kendine benzetir. Günümüzde de bu durum aynen devam ediyor. Gerek sertlikle, gerekse ikna süreçleriyle. Bu kutuplu ortam ve erk sarhoşluğunun pervasızlaştırdığı yöneticilerin arsız tavırları felâket getirebilir. Her şey yerle yeksan olduktan sonra mevcut nesilden fayda gelmeyeceği için sıradaki nesillerin eğitim süreci başlamalı.

(5) Cennet tasavvurunun, mükemmelin, öngörülü belirlenmişliğin, kusursuz oranların, şaşmaz bakışımlılığın, ödün vermez planlılığın, steril, hijyenik bir ortamın ve tekdüze davranış örüntüsünün kaçınılmaz sıkıcılığına tanık olmak için -ilişikte resmini gördüğünüz- Den Brysomme Mannen (2006) adlı filmi öneririm. Mükemmel, tamamlanmış olandır. Artık hiçbir şeye ihtiyaç duymaz, hiçbir yeniliğe ve değişikliğe gitmez. Hâl böyleyken mükemmel olanın donup kalması ve giderek kendini imha etmesi kaçınılmaz olur. Kuzey Kore'de olduğu gibi.


Tamer.

Masallar, Nükleer Enerji, Klişeler ve Empati

$
0
0
'66 doğumlu İtalyan ressam Marco Grassi'nin yağlıboya bir tablosundan.
(1) Hansel ve Gretel'in tam aksi mesajlar veren, en sevdiğim masallardan birisi, Küçük Kara Balık'ın yazarı Samed Behrengi, 1967 yılında, henüz 28 yaşındayken Aras nehrinde boğularak ölmüş. Kimileri öldürülmüş olabileceğini söylüyor. Behrengi'nin yazgısının Küçük Kara Balık'ınkine benzemiş olması çok acı... Masal yazabilmek insanın yapabileceği en güzel işlerden birisidir herhâlde. Yetişkinin yetişkine hitap etmesi için pek fazla gayret göstermesine gerek yok. Oysa bir yetişkinin, küçücük çocuklara hitap etmesi hayli zor. Sanki çocuk, yetişkinin minyatürü değil de apayrı bir varlık türüdür gibi gelir bazen. Bu nedenle -diyelim- Andersen Masalları'nı, Heidegger'in Varlık ve Zaman'ından daha değerli bulduğum olmuştur. Size de olur mu bilmem ama bazen çocuk kitapları okumak gelir içimden. Momo, Define Adası, Gulliver'in Sehayatleri, Küçük Kara Balık, Şeker Portakalı filan. Bir yerde, iyi bir çocuk kitabının genellikle yetişkinlere de hitap ettiğini okumuştum. Katılıyorum. Kötü Bir Şaka adlı küçük romanında -laf arasında- kendi ürettiği bir sürü masal anlatır Svevo. Yeteneğine hayran kalmamak mümkün değil. Keşke geceleri televizyonda Svevo gibi yetenekli, tonton bir dede çıksaydı da, Türkiye'ye masallar anlatsaydı. Ardından gidip uyusaydık. Her gece sıkılmadan izlerdim şahsen.

(2) Nükleer enerji konusunda doğru düzgün bir tartışma yok. Ya hükümetten yanasın ya da nükleere karşısın. Slogandan başka bir şey duymuyoruz. Bir kere başka bir hükümet nükleer santral kursaydı pekçok kişi karşı çıkmayacakmış gibi görünüyor. Kategorik olarak mı karşılar, yoksa koşullu olarak mı, belli değil. İkincisi, bilim insanları televizyon ekranlarına çıkıp bu konuda ciddi bir tartışma yapmalı. Mesela iki-üç yıl kadar önce NTV'de üç bilim insanının tartıştığı ciddi bir program vardı. Orada bir profesör, Türkiye'de rüzgar enerjisi tam anlamıyla kullanılsa bile ülkenin ihtiyacının %3'ünü anca'karşılar demişti. Bu gibi doneler önemli. Yoksa, karşı mısın, değil misin, bana anlamsız geliyor. Yeterli bilgim yok ki karşı ya da taraftar olayım. 

(3) "Gülmek devrimci bir eylemdir", "aşk örgütlenmektir", bir tane daha vardı, unuttum şimdi. Bu tip kulağa hoş gelen ama anlamsız sloganlar yerine gerçeklerle uğraşılsa daha iyi olur. Mesela araba fabrikalarında bir işçi gün boyunca, hatta bazen geceleri de olmak üzere, otomobilin sağ arka kısmını arabaya monte ediyor. Günde bunu yüzlerce kez yapıyor. O esnada zamanla yarışması lâzım. Bant hareket ediyor zira. Ne kadar zevkli bir iş değil mi(!)? Slogan demişken aklıma geldi. Toplumsal cinsiyet sorunu da sanıldığından çok daha kökleşmiş vaziyette. Okulda "scientist" sözcüğü için "bilim insanı" tabirini kullandığımda, ilk itiraz kız öğrencilerden geldi, "öğretmenim, bilim adamı demek gerekmez mi?" diye. Küçücük bir oğlan çocuğuna annesine benzediğini söyleyin, üzülecektir. Oysa kız çocuğuna babasına benzediğini söylediğinizde hiç rahatsız olmaz. Keşke öyle "kadın kadındır, çiçek babandır!" gibi yaratıcılık yoksunu sloganlarla dünya değişseydi. Yetişkinler olarak daha nice deneyimlerimiz var. Sorunlar sanıldığından çok daha köklü. Şahsen -özellikle bu konuda- zerre kadar umudum olmadığı için önceliklerim farklı.

(4) Gerçek bir empati olanaksız. Asla kendimizi başkasının yerine -tam anlamıyla- koyamayız. Orası kesin. Benim kendimi senin yerine koyabilmem için ben olmaktan çıkmam gerek. Senin tüm geçmişini, belleğini, yaşadığın travmaları, güzel anıları, deneyimlerinin bilincinde ve bedeninde bıraktığı izleri, sosyal çevreni, aileni ve hatta biyolojik yapını tam olarak kendime aktarabilmem mümkün değil. Gadamer, tüm metinlere, aslında her şeye, belli önyargılarla, biriktirdiğimiz deneyimlerle ve benliğimizle yaklaştığımızı söyler. Haklı. Kendimizi, inançlarımızı ve somut yaşantımızı biricik zannetmekte de üstümüze yok. Yahu yine de azıcık nesnel, uzaktan bakabiliriz bazı şeylere. Taraflar çıplak olgulara kendi biçtikleri elbiseyi giydirmek ve kendi anlatılarını hakikât belletmek için dezenformasyon yapmaya bayılıyor, hem de her konuda. Halk arasında "ayar vermek" diye bir şey var. İki kelimeyle herkes "ayar veriyor" birbirine. Eskiden Voltaire, Leibniz'in mevcut Dünyanın mümkün Dünyaların en iyisi olduğu düşüncesine "ayar vermek" için Candide diye bir kitap yazmıştı. Öyle iki kelime ile işi geçiştirecek kadar kolaycı değildi. Kant ilk başyapıtını yazdığında 57 yaşındaydı. John Rawls'ın iki önemli kitabı arasında 22 yıllık bir zaman geçmişti. Adamlar çalışıyor arkadaş. Sabırlı ve disiplinli olmak gerek. İtiraf edeyim, etik konusunda üç senedir işin içinden çıkamıyorum; lâkin bu adamların azmi bana sabırlı olmayı öğretiyor.


(5) Konuyla alâkalı değil ama Fransızların güzel bir sözü var paylaşmak istediğim: "Gençlik bilebilseydi, yaşlılık yapabilseydi."

Tamer.

23 Nisan Vesilesiyle "Çağdaş" Eğitim Modeline Bir Eleştiri

$
0
0

23 Nisan vesilesiyle eğitim-öğretimden bahsedeceğim biraz. Lafı uzatabilirim gerçi ama belki ilginizi çeker. Real Finnish Lessons adlı kitabında Sahlgren, Finlandiya mucizesini ele almış. Finlandiya'nın, PISA sonuçlarına göre eğitimde dünyanın en başarılı ülkesi olduğu bilinir. Fakat 2001'de en üst sıraya yerleştikten sonra düşüş başlamış. 2009'da sözel ve sayısal tüm alanlarda PISA puanları düşerken, 2012'de durum daha da kötüye gitmiş. Finlandiya bu başarısını yeni eğitim politikalarına bağlarken, Sahlgren'in titiz araştırması bunun öyle olmadığını söylüyor. Başarının sırrının sosyo-ekonomik ve tarihsel nedenlerde ve bunların yanı sıra geleneksel bir kültürün korunmasında yattığını savunuyor. Finlandiya'nın Danimarka, İsveç ve Norveç'e göre geç sanayileşen bir toplum olması, sessiz bir toplum olarak konuşmaktan ziyade yapmayı tercih eden bir yapıda olması, çevre ülkeler çoktan sanayileşmişken ülkenin %60'ının hâlâ tarımla uğraşıyor olması, ardından hızla sanayileşme ve sanayi-sonrası dönemin gelmesi, tüm bu dönemler çok kısa aralıklarla bir araya geldiğinde toplumun geleneksel yapısının aynı hızla değişmemiş olması, 1939-1940 arasında Sovyetler Birliği tarafından yaşanan işgâl gibi sosyo-ekonomik ve tarihsel nedenler birleştiğinde, Finlandiya'nın diğer İskandinav ülkelerinden çok Japonya ve Güney Kore gibi başarılı Uzakdoğu ülkelerine benzediği görülüyor. Daha önce İsveç toprağıyken, 1809'da Rusya'nın toprağı hâline gelen Finlandiya'da bağımsızlık arzusu ve ulusal bir bilinç yaratma çabaları henüz 19. yüzyılda başlamıştı. 1917 gibi nispeten geç bir tarihte bağımsız olan Finlandiya'da, öğretmenlik kahramanlık gibi görürülüyordu. Öğretmenler, yeni nesilleri eğitecek, onlara gerekli donanımı sağlamakla kalmayıp ayrıca bir ulus olma bilinci verecekti.

Öğretmen ve okulların özerk bir yapı arz ettiği, öğrenci-merkezli "çağdaş" eğitim sistemine geçişse 1990'lara kadar yaşanmamıştı. 90'lara kadar, Finlandiya eğitim sistemi merkezi ve gelenekseldi. Öğretmenin merkezde ve otorite olduğu, öğrencilerin dersi sessizce dinleyip verilen ödevleri yaptıkları, klasik davranışçı modelin yürürlükte olduğu geleneksel eğitim sistemi uzun yıllar hüküm sürdü. Kitapda, ayrıca, geleneksel eğitimin daha başarılı olduğunu gösteren araştırmalara da değiniliyor. (Incidentally, an increasing body of research suggests that traditional methods are superior for raising pupil achievement.) Dolayısıyla, yıllarca komşu ülkeler tarafından işgal edilmiş olmanın, savaşların ve soğuk savaş döneminin yarattığı ve yıllarca beslediği ulus olma bilinci, hızla sanayileşen ve aynı hızda değişmeyen bir kültür (tıpkı Japonya'da olduğu gibi, dinleyen, kurallara uyan, hâtta itaatkâr diyebileceğimiz bir kültür; zira Finliler sessizlikleriyle bilinir), bildiğimiz, geleneksel, öğretmenin odakta olduğu, öğrencilerin alımlayıcı konumda olduğu ve ödev yaptığı, ödül ve cezanın yürürlükte olduğu, davranışçı eğitim modeliyle birleştiğinde, yıllar sonra ortaya -2000 PISA sonuçlarında görünen- başarı çıkmıştı. 

Sahlgren, 1990'larda başlayıp bugün artık tamamıyla yerleşmiş çağdaş eğitim modeliyle birlikte başarının düştüğünü, bunun sonuçlarının da 2009 ve 2012 PISA sonuçlarına yansıdığını söylüyor: “Teacher methods aren’t as traditional today. At the same time, our school results appear to have reached their peak and started to fall."

Türkiye'ye geçelim. Eski lise mezunlarını bilirsiniz. Her biri üniversite mezunu gibidir. Cumhuriyet'in özellikle ilk yıllarında, savaşlardan çıkmış bir halk ve yeni bir ulus inşa etmeye istekli kadrolar vardı. Öğretmenler, tıpkı Finlandiya'da olduğu gibi birer kahraman edasıyla göreve başlıyordu. Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece adlı romanında bu arzuyu anlatır. Köy Enstitüleri'nin başarısını biliriz. Dil eğitimine bakarsak, Cemil Meriç örneği gelir aklıma. O dönemlerde, gayet geleneksel bir eğitim alan Cemil Meriç ile karşılaşan Fransız bir doktor, "benim dilimi bu kadar iyi kullanan bir yabancıya denk gelmemiştim" diyerek onu bekleme sırasından alıp özel olarak ilgilenmiş vakt-i zamanında. 

Finlandiya'nın çağdaş eğitim modelinin sonuçlarının 2009-2012 PISA verilerine yansımış olmasıyla, ve bir o kadar devam eden araştırma sonuçlarıyla, belki ülkemizde de bazı değişikliklere gidilir de, mesela %3 bile dilbilgisi öğretmeyen, google'dan bulduğu parçaları kopyalayıp yapıştırıp ondan sorular devşiren, hiçbir şey öğretmediği çocuktan bu soruları yanıtlamasını, yarım kalmış bir öyküyü tamamlamasını vb. bekleyen "çağdaş" kitaplar biraz olsun yenilenir. Sosyo-ekonomik ve tarihsel şartlar pek kontrolümüzde değil, orası doğru. Fakat en azından öğretmen biraz daha merkeze alınabilir. "Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" derlerdi ya, belki bu dikkate alınır. Hiç ödev vermeyen öğretmeni çok seven çocuklara sevginin tek başına başarı getirmeyeceği anlatılır. Belki kararlılık, azim ve sebat olmadan öğrenmenin gerçekleşmesinin müstesna öğrenciler dışında zor olduğu anlaşılır. 

Aklıma gelmişken, bizi bir haftalık "çağdaş öğretme yöntemleri" seminerine tabi tutmuşlardı. Orada bir Hoca bize bir araştırma sonucundan bahsetmişti. Yapılan araştırmada, "yumuşak" ve esnek diyebileceğimiz öğretmenlerin öğrencileri, otoriter, tatlı-sert ve ilkeli öğretmenlerin öğrencilerinden düşük notlar almış. Aziz Nesin'in oğlu, Türkiye'nin önde gelen matematikçilerinden Prof. Ali Nesin ise geçenlerde şu minvalde sözler etmişti: Kardeşim, matematik kolay filan değildir. Gayet zordur. Çocuklara matematiği sevdireceğiz diye onun kolay olduğunu söylemek onları kandırmaktır. Çocukları kolaya alıştırmayın. 

2000'lerden beridir Kutlu Doğum Haftası'nın gölgesinde, sönük, anlamsız bir tatile indirgendi artık ama yine de 23 Nisan kutlu olsun.

Tamer Ertangil.

"İyi Olan Biziz"

$
0
0

Sanırım Gezi hükümet için büyük bir şok yarattı. Siyasal İslamcılar hep şuna inanır: Laiklik vesayet rejiminin (TSK) eliyle halka dayattığı bir ilkedir. Vesayet rejimi ortadan kalkınca, halk zaten laikliği benimsemediği için bu ilkeyi hemen terk edecektir. Gezi'de görüldü ki sekülerizmin tabanı sanıldığından çok daha büyük. O gün bugündür, hükümet yaşam tarzlarına aykırı çok fazla söz etmiyor. Gündemlerinde cemaatle mücadele var zaten. Açıkçası seküler tabanla uğraşacak hâlde değiller. 1 Mayıs ise Sol değerleri benimseyen ve işçi/emekçi/memur kitlenin meydanlara aktığı bir gün. Bu da ayrı bir şok deneyimi onlar için. Sanırım bu yüzden bir kez izin verdikten sonra -hiçbir olay çıkmamasına rağmen- bir daha Taksim Meydanı'na izin çıkmadı. Kendilerinden olmayanla yüzleşmek, onları kalabalık görmek istemiyorlar. Biraz empati kuralım. Kimse istemez bunu zaten. Ve herkes biraz Jakobendir. Kendi "iyi" anlayışını Öteki'ne dayatmak ister. AKP bu bakımdan müthiş sabırlı. Şu an nüfusun yüzde kırkıyla uğraşmak yerine geleceğe yatırım yapıyor. Ağaç yaşken eğilir. İmam-hatip ortaokullarında yetişen nesiller onların geleceği. "Bu milletin değerleri" diyerek kendi kafalarındaki şablonu daha geniş bir tabana benimsetmek uzun erimli eğitim süreçlerini gerektiriyor. Jakobenizm ve toplum mühendisliği konularında siyasal İslam, Sol'dan, Aydınlanmacılardan ve sekülerlerden daha başarılı çıktı. Bunu itiraf etmek gerek. Yine de bu mayanın tutmayacağını, ibrenin tersine, bizden yana döneceğini hissediyorum. 

Resimde şu yazıyor: "İyi olan biziz" :)


* * *


Bir tane adam var. Sefalet içerisinde yaşıyor. Kütüphane üyelik kartları var. Haftada iki-üç kez kitap ödünç alıp okur. Sen sormadıkça ne okuduğunu anlatmaz. Küçük bir radyosu var -şu Çin malı olanlardan. Onunla genellikle klasik müzik, zaman zamansa Türk sanat müziği dinler. Oscar Wilde'ın "bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım" sözünün vücut bulmuş hâli gibi adeta. Ne insanlar var dünyada. Soyluluk ana-babanın soylu olup olmamasına bakmıyor. Kişi soyluysa soyludur. Kimi insanlar asaleti -yapıları gereği- bünyelerinde taşıyor sanki.

Yönetmen Ken Loach'un Kes (1969) adlı filmine hayran kalmıştım. Aradan zaman geçti. The Angels' Share'i (2012) birkaç gün önce izledim. Son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden biriydi. Tıpkı Sideways, Elling ve Little Miss Sunshine gibi insana yaşama sevinci veren türden. Bu arada filmin adının (Meleklerin Payı) bir anlamı var: Üretim sürecinde, bekletildiği fıçılarda her yıl viskinin yüzde ikisi buharlaşırmış. Ve buna İskoçya'da "meleklerin payı" derlermiş. Başrolde oynayan gençlerin de birer melek olduğuna şüphe yok.

Keşke çalışmak istemeyen insanlar için barınma ve beslenme imkânı verilseydi. Yatakhanede bir yatak, günde üç öğün yemek ve cüzî miktarda bir harçlık yeterli olurdu. Günde iki saat yaşlılara yardım etmek ya da çevreyi temizlemek gibi işler yapabilirler, böyleliklere hem etrafa faydaları olur hem de can sıkıntılarını giderirlerdi. Yetenekli insanların böyle bir "tembellik hakkı" olsaydı, kendilerini sanat, edebiyat ve felsefe gibi "önüne bir tas çorba koymayan" disiplinlere adamaları kolaylaşırdı.

Tamer.

İki Buçuk Yılın Öğrettikleri

$
0
0
Volos - Yunanistan
Yedi ülke olarak ortak yürüttüğümüz bir proje sona erdi. Beni takip edenler arasında eğitim-öğretim işiyle uğraşmayan pekçok insan olduğu için burada projenin içeriğinden bahsetmeyi gerekli görmüyorum. İki buçuk yıl önce ortaklarımı internetten bulduğumda projeyi kaleme almak için hazırlık ziyareti yapmak istemiştik. Benim için başvuru zamanı geçtiğinden, içimizde en tecrübeli olan Yunan öğretmen Türkiye'de toplanabileceğimizi önerdiğinde hay hay demiştim. Küçük bir otelin lobisine kurduğumuz masada, yanlış hatırlamıyorsam elli üç sayfalık başvuru formunu tam anlamıyla yazabilmek için bir sabah 4.30'a kadar çalışmıştık. Aylar sonra tüm ülkelerin Ulusal Ajans'ları projemizi onaylayınca hâliyle sevindik. Daha önce hiç uçağa binmediğim için o yaz Finlandiya'ya turist olarak gitmiştim. Aslında gezmekten ziyade yurtdışı tecrübesi edinmek gerekliğini hissediyordum. 2013 Kasım'ında Romanya'ya gittiğimizde ilk şok deneyimini yaşadım. Buluşma organizasyonundaki aksaklıklardan ötürü Romanya'daki köye vardığımızda saat sabahın -sanırım- ikisiydi. Türk konukseverliğini biliriz ama o saate kadar okulda velilerin, öğretmenlerin, öğrencilerin ve hâtta belediye başkanının bizi beklediğini gördüğümde -yorgunluğun da etkisiyle olsa gerek- gözlerim dolmuştu. O zaman kendi kendime konukseverliğin salt bize özgü bir marifet olmadığını anlamıştım. Sıradaki ülke bizdik. Oldukça kalabalık bir kafile, elliden fazla kişi ülkemize geldiğinde harikulade bir hafta geçirdik. Romanya'nın altında kalmak istemiyorduk açıkçası. Ev sahipliği bir hayli yorucu olsa da bana çok şey kazandırdı. Bu gibi etkinliklerle konaklama, ulaşım ve toplu yemek gibi organizasyon becerileri gelişiyor insanın. Sonuçta küçük bir kasaba okuluyduk ve bu tarz bir projede ilk kez yer alıyorduk. Yine de mahçup olmadık. Ardından Almanya seyahati geldi. Hayatımın en güzel haftalarından birisini geçirmekle kalmayıp, çok değerli dostlar edindim. Belki de bu ikinci şok deneyimiydi; zira Almanların soğuk ve mesafeli insanlar olmalarını beklerken, bizi -hiç de zorunda olmadıkları hâlde- evinde ağırlayıp yemek veren insanlardı bunlar. Almanya'da o kadar mutluydum ki, iki ay sonrasında turist olarak tekrar bu ülkeye gitmiştim. Letonya'nın kemikleri üşüten soğuğunu müteakip Güney İspanya'nın iç ısıtan sıcağıyla karşılaştık. Fransa'nın biraz sıkı ve sistematik programı bizi sıksa da, orada da unutulmaz günler geçirdik. Nihayet Yunanistan ziyaretiyle birlikte bu süreç sona erdi. 

İki konuda pişmanım. Birincisi, özene bezene hazırladığım o sunumlar için neden okulun küçük ve pek de güzel olmayan salonunu kullandım diye kızıyorum kendime. İlçemizdeki yeni kültür merkezinin bu tip etkinlikler için biçilmiş kaftan olduğunu ancak birkaç hafta önce katıldığım bir ödül töreninde fark ettim. İkincisi, konuklarımızı İstanbul'a götürdüğümüzde, öğle yemeğini -fastfood tarzına dönmüş olan- Sultan Ahmet Köftecisi yerine boğaz manzaralı, mesela Ortaköy'de bir balık restoranında ayarlamadığım için kendime kızıyorum. Nasıl olsa yemeklerini bütçeleri karşılayacaktı konukların. Acemilik işte... Avuntum ise konuk öğretmenlere samimi düşüncelerini sorduğumda, Türkiye'de muhteşem bir hafta geçirdiklerini söylemeleriydi. Özellikle bazıları Türkiye'de ferah hissettiklerini, onları sıkboğaz etmediğimi ifade ettiler -ne de olsa her gün belirli bir serbest zaman ayarlamıştık. Kafa dinlemeleri, alışveriş yapmaları ve her şeyden önemlisi özgür hissetmeleri için.

Acemilik diyorum; zira proje ortakları içerisinde en gençleri bendim. Üstelik ilk kez böyle bir işin parçası oluyordum. İki-üç sene sonra bu işlere tekrar girişirsem ekip çalışmasına daha fazla ağırlık vermeye karar verdim. Kimse süpermen değil. Örneğin parasal konuları bir öğretmenin devralması daha uygun olurdu. Şimdiki aklım olsa o işi -mesela- matematik öğretmenine devrederdim. Veliler ve öğrencilerle iletişimi okul rehber öğretmenimize daha en baştan devrederdim. Başka bir öğretmense basın sorumlusu olmalı. Yurtdışından yorgun argın döndükten sonra yerel gazetelere haber hazırlamak ve telefon trafiğine girişmek gibi konular kolay işler olsa da, o yorgunlukla insana külfet gibi gelebiliyor. İyi-kötü İngilizce bilen öğretmenler muhakkak projeye dahil edilmeli. Bir de logo ve poster gibi görsel tasarımlar için resim öğretmeni olmalı ekipte. Mümkünse bir bilgisayar öğretmeni web sayfası ile ilgili işlere bakmalı. Koordinatör öğretmense, adı üstünde, işleri koordine edip diğer ülkenin sorumlu öğretmenleriyle yazışmaları yapmalı.

Kısacası, muhteşem deneyimler, harikulade dostluklar, unutulmaz anılar biriktirmekle kalmadım, eksiklerimin de bilincine varmış oldum. Bence insanın her daim hedefleri olmalı. Boşluğa düşmek -en azından ben dahil çoğu insanda- sıkıntı doğuruyor. Üçüncü kitapla ilgili sürekli notlar tutuyorum ama şu andan itibaren iki yıl süresince daha yoğun çalışacağım. Sonrası içinse hiçbir plânım yok. Hani her gün kendi kaygısını kendisiyle birlikte getirirmiş ya, bir sonraki adımı plânlamaya evet ama ötesi ne getirirse de kabul.

Tamer.

Yunanistan, Felsefe ve Edebiyat Üzerine Kısa Değiniler

$
0
0

(1) Her gittiğim ülkede o ülkenin dilinde bir kitap alıyorum. Kimi yerde ise armağan ediyorlar. Estonca bir romanım bile oldu. Okuyamasam da bu kitapları bir ayrı seviyorum.

(2) Yunanistan'dan hiç söz etmedim. Kısaca değineyim. Larissa kenti düzenli. Caddeler ve sokaklar birbiriyle kesişiyor. Adeta iç içe geçmiş karelerden müteşekkil bu şehirde kaybolmak imkânsız. Yunan insanının ekonomik kriz anlayışının bizimkinden farklı olduğuna yerinde tanık olduk. Salı ve Perşembe günleri dükkanlar 14.00'ten itibaren kapanıyor. Akşam yemekleri çok geç saatlerde yeniyor. 21.00'den sonra kentte iğne atsanız yere düşmez. Herkes dışarıda yiyor. Çok fazla restoran var. Öğlen ve akşam yemeklerinde hınca hınç doluyor hepsi. Ülkenin ekonomik büyüklüğü Türkiye ile kıyas kabul etmez. Pastanın büyüklüğü bakımından Türkiye dünyada on sekizinci, Yunanistan ise kırk dördüncü sırada. Bunu on iki saat boyunca yollarda giderken anlıyorsunuz. Özellikle geceleyin bizim otobüs dışında tek araç görmeden saatler geçirmiştik. Kamyon, tır, bunları görmedik bile. Tarım alanları çok geniş olmakla birlikte sanayi yok gibiydi. Dönüşte Türkiye sınırından geçtikten sonra hareketlilik başlıyor. Tırlar, kamyonlar, otobüsler, otomobiller gırla. Tersaneler, yük gemisi filoları, fabrikalar, Tüpraş vs. derken pastanın neden Türkiye'de çok daha büyük olduğunu anlıyorsunuz. Yine de yemek, sosyalleşmek ve eğlenmek konularında Yunan insanına hayran kalmamak elde değil. Düşünüyorum da, son zamanlarda Türkiye'de ortaya çıkan asgari ücret tartışmaları doğal. Madem ekonomi pastası büyüdü, o pastayı daha adil bir şekilde paylaşma tartışmasının patlak vermemesi imkânsızdı. Bir şey daha: Yunanistan'da önümüze hiç çorba gelmedi. Salata ise hep vardı. Bazen salataya balzamik sirke sosu katıyorlar. Sıcak servis edilen ballı feta peyniri bir harika. Yunanistan'da deniz ürünlerine, özellikle -ayıptır söylemesi- kalamara doyduk. Bir gün akşam yemeğine 23.00'te oturunca Yunan meslektaşıma sordum. Uzmanlar, doktorlar akşamları geç saatte yemek yemenin sağlıksız olduğunu söylemiyorlar mıydı? "Aman" dedi, "şunu yapma, bunu yapma, onu yeme, öleyim daha iyi." 

(3) Sert ve uzun bir kışı geride bıraktık. Havalar ısındığından beridir pek film izlemez oldum. Filmlerden değil de kitaplardan bahsetmek isterim biraz. Etik üzerine son bir yıldır -demin baktım- on üç kitap okumuşum. Kimisi pek katkı sunmadı. Kimisindense çok şey öğrendim. Adorno'nun Ahlâk Felsefesinin Sorunları adlı kitabında "size bir reçete sunacak değilim; fakat illa ki bir erdemden söz etmek gerekiyorsa, en önemli erdemin tevazu olduğunu söyleyebilirim" kabilinden ifadeler var. Adorno'nun "tevazusu" ile Badiou'nun "itidâli" ne kadar da örtüşüyor. Hakikâtin bilgisini haiz olduğun zaman dahi aşırıya kaçma, mutedil ol, aksi hâlde kibrin seni gaddarlaşmaya götürür. Bu bakımdan kim olursa olsun etik ve politika konusunda dikkâtli olmalı; zira bu alanlar riskli. Söylemle değil eylemle, bilmekle değil yapmakla ilgili konular. Rawls'un adalet kuramını açıkçası Anglo-sakson demokrasilerine uygun buldum, dolayısıyla evrensel değil diye düşünüyorum. Anglo-sakson meta-etik damardansa hemen hemen hiç yarar görmedim diyebilirim. De Waal'in kitaplarında ahlâkın hayvan toplulukları, yani insan dışındaki türler içinde de varolduğuna örnekleriyle tanıklık etmek ilginç bir deneyimdi. Önceleri havada asılı duran değerlere şüpheyle bakardım. Okudukça şüphemi yansıttığım alan genişledi. Toplumsal, maddi bağlamlara oturmuş normlar da en az "havada asılı" duran değerler kadar kişi özerkliğine düşman. Her türlü dışsal norm kişinin özgür iradesini askıyı alma gücüne sahip olup yaderklikle sonuçlanıyor. Mutluluk, özgürlük, haz, başarı, erdem vs. içerisinde hangisinin hayatın amacı olduğu, hangisinin diğerlerinden daha önemli olduğu, hangisinin birbirini dışladığı ve bir arada olabileceği ise başlı başına bir mesele. Carl Schmitt'in düşünceleri ise parlamenter demokrasinin evrenselliğinden kuşku duymamı sağladı. Tüm bu konularda okuyup not tutmaya devam edeceğim elbette. 

(4) Bir ya da iki felsefî kitaptan sonra araya bir öykü ya da roman sokmak insanı rahatlatıyor. Demir Özlü'nün Bunaltı'sını pek beğenmedim. Varoluşçuluktan, özellikle Sartre'dan çok etkilendiği aşikâr olan Özlü'nün öyküleri biraz sıradan geldi açıkçası. Varoluşçuluk gerçekten de geçici bir gençlik hevesi midir, nedir? Yakup Kadri'nin Hep O Şarkı adlı romanında yazarın dili kullanım tarzına hayran kaldım. Pertev Naili Boratav'ın derlediği Türk masallarını okurken -özellikle bazı masallara- inanamadım. Donna Leon'un Yargı ve İnfaz adlı polisiyesini beğendim. Yine de aynı yazarın Operada Cinayet romanının yeri ayrı. Edebiyat ve felsefe yakından bağlantılı. İonna Kuçuradi, Etik adlı kitabında etik değerlerin tezahür ettiği anların öneminden söz eder. Bu bakımdan edebî eserlerde verilen etik ilişki örneklerinin ders niteliğinde olduğundan dem vurur. Kuşkusuz öyle. Gerçekliğin inkârında temellenmesinden ötürü felsefenin esasen estetik bir disiplin olduğu söylenebilir. Etik ve estetiğin -ya da felsefe ve sanatın- yakından bağlantılı olmasına şaşırmamak gerek. Sanat nasıl doğaya, maddeye müdahale edip onu dönüştürüyorsa, etik ve politika da topluma müdahale eder. Duyumda verili olandan bağımsızca tahayyül edilen imgelere ve aklî ilkelere dayanarak doğayı dönüştürmek, etiğin ve estetiğin kesiştiği yer. Adorno'nun dediği gibi felsefe tahakkümcüdür. Olan olduğu gibi bırakılırsa orada doğal hâl yüceltilir ve atalet baş gösterir zaten.

(5) Kitap önermeyi pek tercih etmiyorum. Tek bir öneride bulunacağım. Kendisiyle meşgul olma, benliğini nesnesi kılma işini çok ileri bir düzeye taşımış olan Marion Milner'ın Kendine Ait Bir Hayat adlı kitabı gerçekten farklıydı. Özellikle ilk yarısı.


Tamer.

Gezi Direnişi İki Yaşında!

$
0
0

Nasıl dolduğumuzu hatırlıyorum. Hınç doluyduk. AKP'nin gemi azıya aldığı, en pervasız dönemiydi. Erdoğan her cümlesine "bunlaaarr" diye başlar, "biz" diye bitirirdi. Yaşam tarzlarına müdahale hat safhadaydı. Her Allah'ın günü söze içkiden giriliyor, hamile kadınlar sokağa çıkmasından devam edilip kürtajdan çıkılıyordu. İnsanların bedenleri üzerinde biyo-iktidar kurma çabaları, dine dayalı toplum mühendisliği çalışmaları hızlandırılmıştı. Dine dayandığı ve dinler/inançlar tartışmaya açık olmadığı için gık çıkarmanıza izin verilmiyordu. Ağzınızın payını anında alıyordunuz. Alkol konusunda "iki ayyaşın"çıkarttığı kanun neden önemli olsundu? Yeni köprüye "kudretli padişahımız" Yavuz Sultan Selim'in adı verilecekti. İstanbul'un Fethi kutlanacak, Çanakkale Direnişi Seyit Onbaşı figürüne indirgenerek yeniden-kurgulanacak, Kurtuluş Savaşı her geçen gün unutturulacak, her an her yerde Yeni-Osmanlıcılık vurgusu ile insanlar ayrıştırılacak, 1 Mayıs kutlamaları için iki yıldır izin verilen ve hiçbir olayın çıkmadığı Taksim Meydanı, bu kez "inşaat var, tehlikeli" denerek yasaklanacaktı. Basın-yayın organları iyiden iyiye iktidar yanlısı yayınlar yapıyordu. Hükümetin Suriye'deki iç savaşa ilişkin tutumu pekçok insanı rahatsız ediyordu. İzlenen dış politika sonucu Reyhanlı patlamalarında 51 kişinin ölmesi bu tabloya tuz biber ekmişti. Muhalif bir ses çıkamıyor, siyaset yapması gereken temsilciler "püskevit" dedi diye, şivesinden ötürü alaya alınıyor, CHP lideri içinse ismine istinaden "mal" deniyordu: Ke-mal. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, 4+4+4 sistemini hızla çıkartmış, ardından görevi bırakmıştı. En kıytırık konuda bile sayfalarca anket yapan MEB, koskoca eğitim sistemi değişirken bizlere anket yapma, nezaketen dahi olsa görüşümüze başvurma gereği duymamıştı. Milyonlarca insan kendini ülkesine ait hissetmiyordu artık. Onlar (AKP) bu milletin öz evlatlarıydı. Onlar her şeyin en iyisiydi. O sıralar kapağı nasıl yurtdışına atsam diye araştırdığımı hatırlıyorum.


Derken güzel bir şey oldu. Hani böyle militan olmayan, polisle çatışmaya girmemiş, çevreci insanlar vardır ya. Hani böyle insancıl, hayvansever, paylaşımcı, güleryüzlü, edebiyat seven, iyi eğitimli, zararsız. Bu naif çevrecilere pata küte, biber gazıyla saldırılınca hayatında meydanlara inmemiş, siyaset konuşmayı sevmeyen, en sıradan yurttaş dahi "eh, yettiniz artık!" diye isyan etti. 1 Mayıs'ta girilmesine izin verilmeyen Taksim Meydanı işgal edildi. Polis bu büyük kalabalıklarla baş edemedi. İnsanlar pencere pervazlarına limon, süt, ıslak mendil koydu. İnsanlar parkta bir araya gelip şarkılar söyledi. Kimileri gönüllü olarak yemek yaptı, kimileriyse varsa üzerlerine düşen öteki işleri.

Genel seçimler yaklaştı. Hiç heyecan duymadığımı itiraf etmeliyim. Heyecan duymuyor fakat rahatsız oluyorum. Köprü yaptık, yol yaptık, Marmaray yaptık de, ne dersen de, amenna. Ama mitinglerde elde Kur'an sallamalarından, "bunlaaar Zerdüşt!" diye haykırmalarından, kutsal/kutlu davamız dedikleri müphem kavrama vurgu yapmalarından sıtkım sıyrıldı. Ya 75 milyondan tek bir yurttaş dahi Zerdüştse? Neyse, bu tip gündelik politik tartışmalar insanın enerjisini sömürüyor. Genel bir tutum almak daha doğru. 

Gezi Direnişi'nin ikinci yaşı kutlu olsun. Seçim sonuçlarından değil ama gelecekten umutluyum. Mevcut ekonomik pasta büyük. İnançların toplumsal hayatı belirlemeyip bireysel uzamda kaldığı, seküler, gelir adaletsizliğinin biraz törpülendiği, -en zengin %5'in pastanın %70'ine sahip olduğu değil de- çalışan herkesin az çok refah bir hayat sürdüğü bir ülke olmamız imkânsız değil. Ancak o zaman siyaset konuşmayı bırakırız, temsilciler işlerini yapar, yurttaşlar olarak bizse -Kuzeyliler gibi- yemek sofralarında filmlerden, müzikten, sergilerden, kitaplardan bahseder, konserlere gider, bahçemizle uğraşır, mesela tekne filan alırız.


Tamer Ertangil.

Biraz Gündem - Biraz Çin Sineması Üzerine

$
0
0

PKK idi, koalisyon idi, siz soktunuz bunları meclise, yok onlar zaten mecliste idi, borsa idi, falan idi filan idi, bu tartışmaların sonu yok. O nedenle seçimlere ilişkin bir değerlendirme yapmak yerine kendi bakışaçımdan üç beş söz etmek istiyorum sadece. AKP'nin tek başına iktidar olmamış olmasından ötürü mutluyum. Tüm kurul ve komisyonlarda artık azınlık olacaklar. Nicel bakımdan her komisyon değişecek. RTÜK'te üye sayısı bakımından azınlık olacaklar. İktidarın basın-yayın organı hâline gelmiş olan TRT'de bir şeyler değişebilir. Muhtemelen militan hukukçular ve savcılar, artık, "ben tarafsızım abi, beni bulaştırmayın" diyecek. Aşırı özgüvenli, tek başına iktidarı, %50'yi arkasına almış olan ve kendinden olmayan herkesi marjinal görerek ötekileştiren sendikacı, yönetici, din adamı, vali, kaymakam, medya patronu ve sair kişiler daha mutedil olacak görünüyor. 

Kimisi ekonomik, kimisi başka saiklerle kullanır oyunu. Beni tanıyorsunuz. Siyasal İslam'ı tehlikeli bulduğum için laiklik/sekülerizm benim için en öncelikli konu. Dolayısıyla ülkedeki her dört kişiden birisi olduğumu söyleyeyim. Ne olur bilmem ama Milli Eğitim Bakanlığı'nın n'apıp edip devralınmasını diliyorum. 4+4+4 ile yalnızca İmam-hatip Liselerinin orta kısmı açıldı. Dine dayalı toplum mühendisliğini, bilime dayalı toplum mühendisliğinden çok çok daha tehlikeli buluyorum ama şu an ayrıntılara girmek istemem. Uzun mesele bu. AKP'ye oy vermediğimiz için ne masonluğumuz kalıyor, ne Zerdüştlüğümüz, ne İsrail uşaklığımız, ne de dörtlü çeteye dahil olmaklığımız. Bu tip incitici yaftaları takmıyorum kafaya gerçi. Kendime de söz verdim. İşyerinde, dışarıda, orada burada, AKP tek başına iktidar olamadı, Erdoğan'ın arzu ettiği şekilde 400 milletvekili alamadı diye, ukalâlık olarak addedilebilecek sevinç gösterilerinden ve sözlerden kaçınacağım. Sizi bilmem ama ben öğretmenim ve öğretmenler her kesimden insanla iç içedir. Nezaket çerçevesinde hareket etmek lazım. Bizlerin küsmesi anlamsız; küsersin, sonra bir bakmışsın akla hayâle gelmeyecek bir koalisyon kurmuşlar :)

Daha birkaç yıl önce kendilerinden olmayan herkes için "üç-beş çapulcu" diyerek ötekileştiriyorlardı insanları. O özgüven çöktü. Seküler insanlar için maneviyat yoksunu, Batı özentisi kayıp nesil iması yaparlardı. Dudak bükerek, burun kıvırarak küçümserlerdi. İbre hep o yönde gidecek sanıyorlardı. Bana katılmayabilirsiniz ama şimdi "tek başına iktidar olamıyorsunuz, naber?" diye orada burada dalga geçersem onların bazılarının o eski, özgüvenli, itici hâline benzemiş olurum diye düşünüyorum. Hiç işim olmaz. Zaten bir tanecik oyum var. Onu da kullandım geçtim. İncitici olmanın manâsı yok. Hayat devam ediyor.

* * *

To Live (1994) filminden bir sahne.

Son zamanlarda Uzakdoğu sinemasına heves ettim. Her ne kadar geçmişte Kim Ki-duk'un bazı filmlerini izlemiş olsam da, -Maocu Kültür Devrimi üzerine bir film ararken- Çinli yönetmen Zhang Yimou'yu keşfedince define bulmuş gibi sevindim. Bu adam gerçek bir sanatçı, aynı zamanda bir koreograf. Kesinlikle bir dahi. 1994 yapımı To Live ilk izlediğim filmi oldu. Mükemmel bir film. Kültür Devrimi'nin arkaplanda eşlik ettiği bir aile draması. To Live'e hayran kalınca hemen Yimou'nun başka filmlerini araştırdım ve Not One Less (1999) adındaki -her öğretmenin seyretmesi gereken- bir filmine denk geldim. Yoksul bir köyün öğretmeni bir aylığına izin alır. Yerine vekil öğretmen bulmakta zorlanırlar. Köyün muhtarı, nihayet on üç yaşında bir kız çocuğunu bulup vekil öğretmen diye getirir. Hiç olmazsa kızın ilkokul diploması vardır. Öğretmen ilk başta mırın kırın etse de sonunda görevi devretmeye ikna olur. Yokluğunda geçecek her bir gün için kıza bir tebeşir verir. Tebeşir değerlidir, israf etmemesini öğütler. Tahtaya yazacağı yazılar, kendi tabiriyle "eşek boku" kadar olmalıdır; zira çok küçük yazarsa çocuklar göremez, çok büyük yazması hâlindeyse tebeşir çabuk bitecektir. Öğretmen, kıza öğrencilerini emanet ederken bir noktanın üzerinde özellikle durur: Geri döndüğünde okul mevcudunu aynı bulmak istemektedir. Yoksulluktan ötürü daha önce bazı çocuklar okulu bırakıp çalışmaya gittiği için, daha fazla çocuğu kaybetmeye öğretmenin tahammülü yoktur. Gerisini merak edenler izlesin. Yirmi beş tane çocuğun otobüs bileti parası kazanmak için binlerce tuğla taşıdıktan sonra artan parayla aldıkları iki kutu kolayı birer yudum alarak paylaştıkları sahne fazlasıyla duyguluydu.

Raise The Red Lantern (1991) ise Çin'in geçmiş feodal kültürünü yakından tanımak için harika bir yapıt. Riding Alone a Thousand Miles (2005) filminde Japon bir babanın, ölen oğlunun ardından Çin'e yaptığı ziyaret anlatılıyor. Hani şu maske takılan geleneksel Çin halk operası vardır ya, işte o geleneği yakından tanıma imkânı sunan, duygusal bir yapıt. Kaige Chen'in Yellow Earth (1984) adlı filmi de değinmeye değer. Komünizmin ayak sesleri duyulurken, Maonun Kızıl Ordusundan bir asker ücra bir dağ köyüne gönderilir. Görevi köydeki halk şarkılarını derlemektir; mutlu sözler beklerken, köylülerin dilinde hep acılı sözlerin yankılandığını keşfedecektir.

Birkaç haftadır izlediğim filmlerden sonra Çince ve Japonca'nın ne kadar farklı diller olduğunu daha iyi kavradım. Eskiden bu iki dil kulağıma benzer gelirdi. Hâlbuki Çince ve Japonca'nın uzaktan yakından ilgisi yok. Keşke Uzakdoğu'ya uçak biletleri ucuz olsaydı da Çin'i, Vietnam'ı, Japonya'yı ve Burma'yı gezebilseydik.

Tamer.

Thomas Bernhard, Özel Hayatlar ve Yeni Kitap Üzerine

$
0
0

(1) Fotoğrafta gördüğünüz Avusturyalı yazar Thomas Bernhard'in romanları iç karartıcılık bakımından neredeyse rakipsiz. Tüm o karamsarlığına karşın, Bernhard'ın gündelik yaşamında güleç, neşeli birisi olduğu söylenir. Kahkahayı patlatıverirmiş. Bu durumda bir çelişki görmüyorum. Şahsen hüzün kotamı edebiyatla dolduruyorum. Gündelik hayatta hüzne yer vermeye gerek yok. Herhangi bir olumsuzluk olmadığı sürece, yapmacıklığa kaçmadan güleryüzlü ve neşeli olmak en güzeli. Kimsenin daimi olarak hüzünlü kalabileceğine ihtimâl vermiyorum. Spinoza zamanında şöyle demeye getirmişti: Hüzünlüyseniz hapı yutmuşsunuz demektir. Hüzün size hiçbir şey kazandırmaz. Yalnızca varolma kudretinizi zayıflatır, o kadar.

(2) İnsanların özel hayatlarını gitgide daha az merak etmeye başladım. Gerek yüz yüze, gerekse dolaylı olarak iletişim kurduğunuz insanlarla sohbet etmek bir keyif olabiliyor. Kişiden ziyade konu üzerinde odaklanmak daha keyifli. Muhatabımızın mesleği, yaşı, özel hayatı, memleketi, hâtta adı bile gereksiz ayrıntılar değil mi? Zaten bir kişiyi bu şekilde tanıyınca işin büyüsü bozuluyor sanki. Hepsi bir yana, bana ne karşımdakinin özel hayatından, yaşından ya da mesleğinden? Bu tip anonim karşılaşmalar için büyük şehirler daha uygun elbette. Aslında bir dernek olsa, adı Anonim-Der olsa mesela, orada insanlar birbirleri hakkında hiç soru sormaksızın, üzerlerine sonradan biçilmiş kılıflardan azade özneler olarak, yalnızca belirli konular üzerine tartışsa, ne güzel olurdu.

(3) İyi ki zamanında bu blogu açmışım. Twitter'dan bir hukuk öğrencisi, sağolsun, Yrd. Doç. Dr. Neşe Kızıl'ın, Hukuk ve Edebiyat adlı kitabının kaynakçasında, blogumdaki bir yazıya gönderimde bulunduğunu söyledi. Blog, Facebook'tan farklı; zira blog sayesinde, arama motorlarından insanların yazılara ulaşması mümkün hâle geliyor. İlginçtir, ilk kitabım Tanrı, Özgürlük ve Ölümsüzlük, Elazığ - Fırat Üniversitesi'nin kütüphanesinde mevcutmuş. Gerçi bu kitap fena satmadığı için çok da şaşırmadım. Herhalde ilahiyat fakültesinden bir Hoca aldırmış olmalı. Asıl beni şaşırtan ve mutlu eden, çok nadir sattığı hâlde Biri "Bilim Masaldır" mı Dedi? adlı kitabımın Boğaziçi Üniversitesi'nin kütüphanesinde olduğunu görmem oldu. Ulusal Katalog'da taratınca çıkıyor. Bu kitabı bir ara -bir zahmet üşenmeyip- Türkiye'deki tüm felsefe bölümlerine kargoyla göndereceğim. Eylül ayında üçüncü kitabımı yazmaya başlıyorum. Aslında kafamda hazır bile; gelgelelim, acelem yok. Hayata, hayatın anlamına, insanlara, sosyalliğe, etik durumlara dair, herkesin ferah bir şekilde okuyabileceği, felsefenin çetrefil dilinin ve ağır jargonunun olmadığı bir kitap olacak. Bilgiyle değil eylemle ilgili olacak. Bu kez hiç acelem yok. Nedendir bilmem, zamanla, yazdıklarımın okunması isteğinde bir azalma oldu. O nedenle Metis, Ayrıntı ya da Kabalcı gibi büyük yayınevlerinden birine bastıramazsam, hiç yayımlatmayacağım o kitabı. Acelem yok, otuz sene olsa beklerim.

(4) Geçenlerde film gibi bir rüya gördüm. Burdur'dayım. Burdur kıyılarına dalga dalga deniz vuruyor. Kent çok eğimli. Burdur değil de sanki Norveç'in Bergen şehri. Deniz kıyısında muhteşem mimarisiyle bir cami var. Turist rehberimize soruyorum, "Burdur'da deniz mi var? Bir yanlışlık olmalı!". Hayır, diyor, "bu gördüğünüz Eğirdir Gölü"(!) Neden Burdur, neden deniz, neden cami, Eğirdir Gölü ne alâka, gerçekten bilinçaltının hikmetinden sual olunmuyor.


Tamer Ertangil.

Ortadoğu, Yeni Kutsal Doğa ve Taraf Olmak

$
0
0

(1) Doğru mu önemli ve öncelikli yoksa Güzel mi? Yarını düşünürken Doğru'dan yanayım, diğer konularda ise Güzel'den. Okuduğum araştırma-inceleme ve kuram kitaplarının arasına bir roman sıkıştırma alışkanlığımın kökeni, haddinden fazla Doğru’ya maruz kalınca yaşadığım bıkkınlık hissi. Okuduğum metin ya da karşımdaki insan mükemmelen haklı olabiliyor ve ben dinlerken yoruluyorum. Sürekli haklı olan, hata düzelten insandan ve onun sunduğu doğruluklardan sıkılıyorum. Her sohbet münazara değildir. Her daim ciddi duran ve her sohbeti münazaraya çeviren insanın doğruluk takıntısını anlayamıyorum. Hayatta gülmek, havadan sudan sohbet etmek, çiçekler, edebiyat ve müzik de var. Bu yüzden iki-üç kuramsal kitabın ardından, “tamam, haklısınız ama yeter. Susun artık!” diyor ve bir sanat eseriyle karşılaşma, Güzel’e yönelme ihtiyacı duyuyorum. Öte yandan, Güzel’in uzamında daimi olarak ikamet etmek de her yiğidin harcı değil; ve bana kalırsa bu da çekilmez. Mesela sürekli şiir okuyan insanı anlayamıyorum. Güzel, bir yerden sonra kişiyi boğazlamaya başlıyor. Zaten hayat gailesiyle Doğru olmaksızın baş edilemez. En güzeli ne ifrat ne tefrit. Dengeli gitmek huzur veriyor.

Edebiyat demişken, Paul Auster’ın Son Şeyler Ülkesinde adlı romanından hayli tat aldım. Kitapta uzun ve çetrefil paragraflar değil, kroşe misali kısa ama vurucu cümleler var. Çevirisi de mükemmel.

(2) Doğa sevgisini biraz abartmadık mı? İnsana ve tüm diğer canlılara karşı kayıtsız olan Doğa'yı yüceltip İnsan'ı hakir görmek, üstelik bu tutumu bizatihi insanoğlunun benimsiyor oluşu açıklanmaya muhtaç. Belki de doğayı kendimizi sevdiğimiz için, bize haz verdiği için bencilce seviyoruzdur. 2000'lerin zeitgeist'ının sonucu biraz da bu durum: Organik gıda, ekoloji, çevreci örgütler, farkındalık kampanyaları, küresel ısınma vs. derken yeni bir kutsal inşa edilmiş oldu. Kutsalınıza söz etmiş gibi olmadım umarım ama bir ara bu konudaki düşüncelerimi uzun uzun yazacağım. Şimdilik sadece şunu diyeyim: İnsan her şeyden önce gelir. Bir de alıntı: "Doğa yok edilebilir değildir." (Harrari, İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi.)

(3) 90'lı yılların ikinci yarısında "ben varsayımlar üzerine konuşmam!" demek epey revaçtaydı, hatırlarsınız. Hâlbuki bilim dahi varsayımlarla ilerlerken, neden varsayımlar üzerine konuşulmasın? Biraz beyin jimnastiğinden kime zarar gelir ki? İslam medeniyetinin bilime yaptığı katkılara bakınca, özellikle bazı isimlere hayranlık duymamak elde değil. Akla ağırlık vermeyen eşarilik nasıl da galip gelmiş. Gazali'nin kalp gözü anlayışı bugün iki kere iki dörtmüşçesine nasıl da benimseniyor. Öyle ki, ağırlık vermemenin ötesinde, aklı köklü bir biçimde reddeden selefilik dahi taraftar buluyor Ortadoğu'da bugün. İnsan "varsaymadan" duramıyor: İslam medeniyeti mu'tezile ekolü, İbn-Rüşt ve el-Razi gibi akılcı alimler üzerinden yol alsaydı, modern bilim Avrupa yerine Ortadoğu'dan çıkar mıydı acaba? El-Razi'nin söylediklerini okudukça şaşkınlıktan ve hayranlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Belki akılcılar olarak bilenen mu'tezile ekolü tutunabilseydi, belki felsefenin sapkınlığa sevk ettiği düşüncesi baskın gelmeseydi, modern bilimin filizlenmesi için Avrupa Yeni Çağ'ını beklemeye gerek bile kalmayacaktı; zira modern bilimin nüveleri Ortadoğu'da, özellikle İran'da ve Endülüs'te fazlasıyla mevcuttu. Ne olurdu bilemeyiz elbette. Yine de tarihe bakınca Ortadoğu farklı bir yol izleyebilirmiş ama irrasyonalitenin kolaycılığına teslim olmuş gibi görünüyor. İrrasyonalite kolay ikna eder, duygulara, ilkel benliğe hitap eder, hızla taraftar toplar ve rasyonel alternatifleri anında yutup öğütür, baskılar. Görgül kanıt, aklî gerekçe, sistemli gözlem ve deney ve rasyonel tartışma sıkıcı, zor ve uzun bir yolken "kâlp gözü" ne kadar da cazip. Şahsen Ortadoğu'dan bir şahlanma beklemiyorum. Bu şansını irrasyoneliteyle, kör adanmışlıkla çoktan yitirmiş görünüyor. 100 yıl öncesinin Balkanları gibi bugün Ortadoğu. 

(4) Türkiye'deki politik gündeme dair naçizane bir gözlemim var: Taraf olduğumuz insanlar inatçıysa ilkeli, taraf olmadıklarımız ilkeliyse inatçı görünüyor gözümüze.

Tamer.

Keyifle Okuyacağınız Birkaç Paragraf: Yunanistan, Edebiyat, İnsanoğlu vs. Üzerine

$
0
0


(1) 2009-2010 gibi İtüsözlük'te yazar hesabım vardı. Orada bir gözlemde bulunma fırsatım olmuştu. İtüsözlük (şimdiki adıyla instela) platformunda yazılan her bir giri için artı ya da eksi oy vermek mümkündü. Yani, Facebook'ta olduğu gibi yalnızca "beğen" düğmesi yoktu. Dilerseniz eksiye de tıklatabiliyordunuz. Ne zaman mutlu olduğunuzu belli eden bir paylaşım yapsanız eksiyi yerdiniz. Kimse gerçek kimliğiyle değil fakat herkes rumuzuyla orada olduğundan ve üstelik eksi ya da artı oy kullananın rumuzu dahi ortaya çıkmadığından, herkes daha bir içinden geldiği gibi davranıyor, mutlak anonimliğin verdiği güven içerisinde hareket ediyordu. Mesela "sözlük yazarlarının itirafları" başlığında kendisini kötü, zayıf, üzgün veya pişman gösterenler artı oyları topluyor, hayat dolu, neşeli veya güçlü görünenlerse durmaksızın eksileniyordu. Sevilmek mi istiyordunuz? "Malın tekiyim" demeniz yeterliydi. Sanırım bu insan doğasına özgü, içgüdüsel bir tutum. Karşımızdakileri birer rakip olarak görüyor ve onları güçlü görmek yerine zayıf kalmalarını tercih ediyor, başkasının mutluluğunu kıskanıyoruz. Kökenlerde, derinlerde yatan mevzular. Bilinçaltındakileri bilince çıkarmak mümkündür de bilinçdışımıza dair hiçbir şey bilmeyiz. Kim bilir, anonim olduğumuzdan mutlak anlamda emin olduğumuz, kendimizi tamamen rahat hissettiğimiz mekânlarda nasıl davranırdık? Belki de sanal kimlikler kişinin gerçek kimliğidir. Sanal mecralarda, yüzündeki maske sayesinde asıl benliğine kavuşup, kendisi olabiliyordur. Gerçek gündelik hayatta ise, kişi, görünmeyen bir maskeyle dolaşıyor ve bilerek ya da bilmeyerek rol yapıyordur belki de -iş, okul, aile hayatında.

(2) Bir de Ursula'dan bahsedecektim. Ursula Le Guin'i sevme nedenim, öykü ve romanlarında alenen ortada olan deniz ve ada takıntısı. Ada yalnızca coğrafî bir oluşum değil, aynı zamanda psikolojik bir metafordur. Bağlılıklardan muaf olma, yalıtılmışlık hissi, uzaklaşma arzusu ve kaçış. Ada hem modernitenin kurum ve cemiyetinden, hem de feodalitenin cemaat ve kan bağından kopuştur. Köprülerin atılmasıdır. Sıkıcı uygarlığa karşı ilkel bir cennet, kıtalardan uzak kaldığı için dokunulmamış, dolayısıyla bozulmamış bir kara parçası. Bir mutluluk vaadi, adeta bir ütopya. Mercan adaları yeryüzündeki en bereketsiz topraklar olduğu hâlde kimse kasırgaların koptuğu, nezle, grip ve başka hastalıkların gırla gittiği, soğuktan tir tir titrediğiniz bir ada canlandırmaz kafasında. Hava hep güzel, deniz berrak, ağaçlar hep meyve dolu, toprak bereketli, insanlar hep güleryüzlü ve mutlu olmalıdır. Ursula ile empati kurabildiğimi düşünüyorum; zira kendisinde de ada ve deniz takıntısı var. Bugün okuduğum "Şeyler" adlı öyküsünü de beğendim bu sebeplerle. Öte yandan, ütopyaların hep sıkıcıyken distopyaların heyecan verici ve merak uyandırıcı olduğunu da kabullenmek gerek. Tam da bu yüzden Dante'nin İlahi Komedya'sının en çok referans verilen ve en kalın cildi Cehennem'dir.

Sabahları erken kalkmak gibisi yok. Yaz mevsimini nasıl sevmeyelim? Günler uzun, yüzebiliyoruz, ince giyinebiliyoruz. Hepsi bir yana bütün gün pencerelerin açık durabilmesi harika değil mi? Oh, mis gibi temiz hava :)

(3) Her politik olay algı operasyonuna öylesine maruz kalıyor ki herkes kendi işine geldiği gibi büküyor olguları. Özellikle Ortadoğu'da olup bitenler iyice algı savaşına döndü. Herhangi bir olgu, algı operasyonunun süzgecinden geçmeden bizlere ulaşmıyor. IŞİD, PYD vs. konularında hiçbir habere itimat etmemek lâzım. Sosyal ağlarda önüne gelen herkes fotoğraf paylaşıyor. Oysa fotoğraf bugün nesnel bir belge olarak geçerliliğini çoktan yitirmiş durumda. Aynı fotoğrafın altına bambaşka haber ya da yorumlar yazmak mümkün. Beraberinde verilen metin bizim algımızla oynarken ve fotoşop denen korkunç bir gerçeklik varken, günümüzde fotoğraf suiistimâle en açık belge türü. Hani "Son Hava Bükücü" diye bir anime vardı ya, sosyal ağlarda dönen algı operasyonlarına bakınca, medyanın bugün "Son Hakikât Bükücü" olduğuna kanaât getiresi geliyor insanın.

(4) Ne olacak Yunanistan'ın hâl-i pür melâli? Kimilerinin umduğu gibi sosyalist bir devrim mi gerçekleşecek? Bana kalırsa imkânsız. Olsa bile sürdürülemez ve etkisiz kalır. İktisadî sistemlerin değişip kalıcılaşabilmesi için başlangıcın zengin ülkelerde olması gerekir. Karl Marx, proleter devrimi o dönemde geri kalmış Çarlık Rusya'sında değil, epey sanayileşmiş olan İngiltere'de bekliyordu. Bugün Dünyada ciddi anlamda bir dönüşüm gerçekleşecekse bu ABD'de başlayabilir. En azından şu ana dek okuduklarımdan böyle bir çıkarım yapabilirim.

Sol cenahın makro-ekonomi konusundaki ciddiyetsizliğine hayret ediyorum. Postmodernite ile birlikte büyük-anlatıların çöktüğü anlayışının yarattığı bir etki olsa gerek, makro-ekonomi iyiden iyiye Sol'un gündeminden çıktı. Varsa yoksa kimlik politikaları, LGBT, hayvan hakları, ekoloji, veganizm vs. İyi, güzel de, ekonomiye dair ne diyorsun? Bir gün Sol bir partinin İstanbul Büyükşehir belediye başkan adayını izlemiştim. CNNTürk'te Cüneyt Özdemir'in konuğuydu. Kadın "halkların kardeşliğini esas alan bir belediyecilik anlayışı güdeceğiz" gibi slogan nevinden sözler ediyordu. Cüneyt Özdemir'i bilirsiniz, toleranslı birisidir. Sabırla dinledikten sonra -kesinlikle köşeye sıkıştırmak amacı gütmeden- birkaç soru sordu. Konuğumuz, İstanbul'un su sorununu nasıl çözecekti? Elindeki rakamlar nelerdi? Projeleri, önerileri nelerdi? Yanıt malûm: "Halkların kardeşliğini esas alan belediye anlayışı olunca bu sorunlar çözülecek"(!) Özdemir'in yüz ifadesindeki hayal kırıklığını unutamıyorum. Koskoca İstanbul'u yönetmeye talipsin, azıcık hazırlan da gel bari.

Yunanistan'da neler olur? Şahsen borsa, GSMH, cari açık vs. bunlardan anlamadığım için bilmiyorum :) Göreceğiz.

(5) Avcı-toplayıcı yaşam, Neolitik çağ ile birlikte tarım toplumuna geçiş, semavi dinlerin doğuşu, çok uzun süren feodal evre, bereketli topraklar için yaşanan göçler ve savaşlar, merkantilist ekonomiyle tüccar sınıfın yükselişi, Rönesans, Reformasyon, sanayi devrimi, Aydınlanma, Fransız Devrimi, aristokrasinin ve imparatorlukların sonu, iki Dünya savaşının önünde ve sonunda ortaya çıkan sosyalist devletler, SSCB'nin yıkılışı ve nihayet bugün her yerde egemen olan küresel kapitalizm çağında bir kuyruklu yıldıza inebilen araçlar yapan bilim insanları ve elinin altında internet olan sıradan insanlar.

Kim bilir bir sonraki adım ne ve gelecekte bizi neler bekliyor.

Tamer Ertangil.

Tuğçe Kazaz ve Birkaç Başka Değini

$
0
0

(1) Görme bozukluklarına çare bulmak amacıyla ilkin on üçüncü yüzyılın sonlarında İtalya'da ortaya çıkan gözlükler, on altıncı yüzyılda tüm Avrupa'da yaygın olarak kullanılmaktaydı. Matbaa sonrasında sayısı geometrik olarak artan basılı eserler de gözlük kullanımını arttırmıştı. Uzun bir süre, gözlükler ilim irfanın, hâtta kutsalın simgesiydi. İsa peygamberin bebekliğinin gözlüklü bir şekilde resmedildiğini okudum (Bilim Tarihi, Colin A. Ronan, Tubitak Y., s. 353); ama onca aramaya rağmen söz konusu resmi internette bulamadım. İlişikteki tabloda gözlüklü birisi tarihte ilk kez resmedilmiş (Tommaso da Modena / 1352). Resimde yer alan kişi, Kardinal Hugo, 1260 yılında ölmüş ve aslında hiç gözlük kullanmamış. Demek ki ilim irfan sahibi kişi gözlüklü olur önyargısı oldukça eskilere dayanıyor.

(2) Tuğçe Kazaz, seküler görünümlü, eski-Chpli izlenimi veren birisi olduğu için muhafazakâr-İslamcı sağ cenah tarafından kabul görüyor ve takdir ediliyor olsa gerek. Nihayet "doğru" yolu bulmuş, nedamet getirmiş, hakikâtin ışığıyla aydınlanmış eski manken tiplemesi, onlara, kendilerinden olmayanların da zamanla kendilerine katılacaklarına dair bir umut veriyor olsa gerek. Bu nedenle kendi televizyonlarında Kazaz'ı canlı yayına davet edip, politik gündeme, ekonomiye, hâtta Ortadoğu'ya dair, bir uzmanmışçasına yorumlar yapmasına imkân tanıyorlar. Bizden birisi bizi zaten destekler. Önceden bizden olmayanın sonradan bize katılmasıysa paha biçilemez ve bu sonuç vitrinlerde mütemadiyen sergilenmelidir.

(3) Lüzumsuz gürültüden hoşlanmıyorum. Davulcusu ayrı, düğün konvoyu ayrı, asker uğurlaması ayrı dert. Hâtta kamusal mekânlarda, dükkanlarda, alışveriş merkezlerinde ve toplu taşıma araçlarında da yüksek sesli müziğe izin verilmemeli. Tişört almaya girmişim, gürültüden elemanın sesini işitemiyorum. Belki kulaklarım hassas, belki çalan parça tarzım değil, belki yorgunum, keyfim yok, neden minibüse bindiğimde bangır bangır müzik dinlemek zorunda kalayım, neden buna maruz kalayım ki? Kulaklık yüzyılın icadı. İstediğin yerde kimseyi rahatsız etmeden isteğini dinleyebiliyorsun. Üstelik seni o an başka bir dünyaya götürüyor. Müzik demişken, bu sıralar Tune-in sitesi evde hep açık. İsviçre menşeili bir klasik müzik radyosu var, sabahları onu dinliyorum. O an çalan eser hoşuma giderse ekrana gidip bakıyorum, ne çalmaktaysa yazıyor. Harika bir site. Akşamlarıysa ağır ritimleriyle, cızırtılı sesleriyle, araya giren kemanla, piyanoyla ve genellikle kadın vokalleriyle trip-hop'a sardım bu sıralar. Yaz geceleriyle uyumlu geliyor.

(4) Pek yakında uzun sayılabilecek bir süreliğine yurtdışına gideceğim için şu sıralar bol bol okuyorum. İnsanların neden manastıra kapandıklarını anlayabiliyorum. Belirli bir konuya emek ve zaman sarf edilecekse yalnız kalabilmek şart. Birgün İlber Ortaylı, "yalnız kalabilmek elzemdir. Yalnızlık, kişinin tefekkürünü geliştirmesi için gereklidir" demişti. Aynen katılıyorum. Dostoyevski, tutukluluk hayatının en korkunç zorlukları arasında dört yıl boyunca yalnız kalamamış olmayı da sayar mesela.

(5) Geçenlerde okudum, şu sıralar ilke edindim bunu: "O hâlde, basit ve açık biçimde kendini ifade edemeyen susmalı, kendini açık biçimde ifade edebilene kadar çalışmaya devam etmelidir" (Karl Popper). Daha fazla sayıda insan tarafından daha iyi anlaşılmak arzusunda olan herkes, Popper'in dediğini ilke edinmeli -naçizane.


Tamer.

Lenin'in Hatırası, Hazcılık ve Can Sıkıntısı Üzerine

$
0
0

(1) Bu fotoğrafı Letonya'da çekmiştim. Sökülüp kaldırılmış bir Lenin heykeli. Yağmur damlası Lenin'in bir tek göz pınarında birikmiş, öylece dururken, sanki Lenin'in hüznünü ve "beni rahat bırakın"çığlığını ifade ediyordu. Bugün Moskova'da, Lenin'in tahnit edilmiş bedeni 91 yıldır onca kimyasala boğularak diri tutuluyor. Bu çabayı ürpertici buluyorum. Antik Yunan Panteon'unda Zeus'un, Poseidon'un veya Apollon'un heykelleri vardı; zira panteon sözcüğü "Tanrıların hepsi" anlamına gelir. Hıristiyanlıkta her şehrin, ülkenin, hâtta meslek grubunun, St. Michel, St. Thomas gibi bir azizi olması çok-tanrıcılıktan kalan bir miras. Birgün televizyonda izlemiştim. Güney Amerika'da bir ülkede, balıkçılar teknelerine balıkçıların koruyucusu olduklarına inandıkları -ismini unuttuğum- birisinin ahşap heykelini koyup denizde gezdiriyordu. Böylelikle av sezonu bereketli geçecekti. Bunun tek-tanrıcılığa sızmış çok-tanrıcı bir unsur olduğu açık. Rönesans'tan beridir, Avrupa'da Tanrıların yerini insanoğlu aldı alalı ise işler değişti. Bugün Paris'teki Panteon'da Voltaire, Rousseau, Victor Hugo ve Marie Curie gibi tarihte yer etmiş önemli isimlerin heykelleri veya mezarları var. Peki Lenin? Neden ölümünün üzerinden neredeyse bir yüzyıl geçtikten sonra bile o beden toprağa verilmiyor? Neden adeta dinî bir ayinmişçesine, içinde bulunduğu camekânın etrafında hep yürünmek zorunda ve durmak yasak? Tarihin yönünü belirlemiş öncü seçkinlerin heykellerinin dikilmesini ne kadar makûl buluyorsam, bedenlerinin tonla kimyasala boğdurularak inatla çürütülmemesi çabasını o kadar ürkütücü ve akla aykırı buluyorum. Sıradan bir insan değildiyse de en nihayetinde bir insandı, Tanrı değil. 

Artık Lenin'in naçiz bedeninin toprağa verilmesinin ya da yakılmasının vaktidir.


(2) Şiir seven insanlardan yeni bir ülke kurulsunmuş. Almayayım. Şiir en tartışmaya açık sanatlardan biri. Herkes seviyor, herkes şair. Posta gazetesine gönderilen, vasatın çok altında şiirleri yazanlar da, olağanüstü nitelikli şiirler yazanlar da şiiri seviyor ve kendini şair sayıyor. Şiir sevmek, müzik sevmek gibi, karikatür sevmek gibi, belirleyici bir ölçüt olmaktan uzak, fazlasıyla genel. Müzik dinlemeyi severim, iyi de ne türde? Karikatür severim, iyi de Umut Sarıkaya karikatürleri mi, yoksa berbatın da aşağısı olanlar mı? Şiir severim, iyi de nasıl şiirleri? "Şiir seven insanlar"öylesine kapsayıcı bir şemsiye ki, altına herkesi sığdırabiliyor. 

Şiir sevenlerden yeni bir ülke kurulsaydı, çok geçmeden oraya yerleşenler birbirine girerdi.

(3) Hedonizm çıkmaz sokak. Size haz veren şeylere fazlaca maruz kaldığınızda haz vermez olurlar. Kahveyi çok seviyor olmam, sürekli kahve içtikçe aldığım hazzın azalmasına engel değildir. Belki tiksinti bile gelebilir. Tembellik = özgürlük mottosuyla çalışkanlığa ve öz-disipline burun kıvırarak haz havuzuna dalmak bir tercih olabilir. Ne var ki, naçizane gözlemim, haz peşinde koşan kişilerin mutsuzluğun pençesinden kurtulamadığı. Hazlardan arınmak, manastıra kapanmışçasına her şeyden el etek çekmek değil kastettiğim. Ancak hazzı bir ödülmüşçesine, verimli geçen bir günün ardından kendine sunmak onun değerini arttırır görünüyor. Bilimin sıkıcı, felsefenin laf ebeliği olarak görüldüğü, özgürlüğün tembellik etme ve hiçbir şey yapmama serbestisi gibi tuhaf bir şekilde yorumlandığı, kural tanımazlığınsa, başkalarının kurallarına direnç gösterirken aslında kendi koyduğu kuralların yüceltildiği günümüz nihilist hedonistlerini, Platon, Kant, Marx ya da Lenin görseydi sopayla kovalardı. Gerçi geçmişe gitmeye gerek yok. Bugün Zizek şöyle söylüyor: "Çalışkanlık, fedakârlık ve öz-disiplin gibi değerlerin günümüzde yeniden diriltilmesine ihtiyaç var."

(4) Can sıkıntısı moderndir. Eski insanlar can sıkıntısı, iç sıkıntısı, yapacak bir şey bulamamaktan kaynaklı boşluk duygusu, ya da nasıl adlandırırsanız artık, bunlar nedir bilmezdi. 20-21 yaşlarımda varoluşçuluk epey ilgimi çekerdi; fakat bugün -mesela- Demir Özlü'nün Bunaltı adlı kitabında betimlediği varoluşsal bunalımların, konfor içerisinde sefa süren modern bireyin "rahat batmaları" olduğunu düşünüyorum. Ufuk yoksunluğundan mütevellit yapacak hiçbir şey bulamamak neyse; ama iş desen pazartesi sendromlarından, tatil desen havanın sıcaklığından, tatil günü erken kalkmış olmaktan, sıkıcı pazar günlerinden, zamanın geçmemesinden vs. şikayet etmek şımarıkça. Hayatı anlamsız bulduğu için intihar etmek düşüncesi de moderndir. Eskiden insanlar ya onuru kırıldığı ya da sevgisine karşılık bulamadığı için yaparmış o işi. Goethe'nin Werther'i, canına kıyarken asla hayatı anlamsız buluyor değildi. Hâli vakti yerinde bireyin rahat batmasından kaynaklı can sıkıntısını, temel ihtiyaçlarından yoksun insanların sıkıntılarıyla bir tutması ise hakikâten ayıp. Her şeyi aynı kefeye koyma eğilimi ne kadar da yaygın.

Tamer.

Rusya Gezisinden Resim Üzerine Notlar (1)

$
0
0

Tipik bir Rönesans insanı. Arkasında dağlar, tepeler bile önemsiz kalmış. Elinde kitabı ve kalemi var. Okuyup yazıyor. Rönesans çağı. Hümanizm dalgası esip gürlüyor. İnsan bedeni artık aşağılanacak, hakir görülecek denli kötü değil. Çileciliğin sona erdiği, uhreviyattan ziyade dünyevîliğin galip geldiği ve büyük harfle İnsan'ın demiryumruğunu yeryüzüne indirdiği bir altın çağın aydın bireyi. Gözlerindeki bakış bile güven veriyor. Antonio de Saliba.


Sağında gökleri işaret eden bir melek, aile mefhumu, sabır ve çalışkanlık gibi erdemler, solundaysa lüks, unvan, elbiseler, refah ve şehvet gibi arzu kamçılayan ve nefsi zorlayan caziplikler arasında kararsızlık yaşayan bir kadincağız. Jan Steen.


Lut ve Kızları. Tevrat'ta ve İncil'de geçen bir hikayeymiş. Tabloya bakarken hikayeyi kulaklığımda dinleyince sarsıldım. Tanrı Sodom şehrini yerle bir edecektir. Lot'u sevdiği için ailesini alıp kaçmasını söyler. Ama Lot'un karısı --yasak olmasına rağmen- yanıp yıkılan şehri görmek için arkasına bakınca tuzdan bir sütuna dönüşür. Taş olur diyelim. Aradan zaman geçer ve Lot ile kızları yeryüzündeki son insanlar olduklarını farkederler. Dünyaya çocuk getirmek zorundadırlar ve bu nedenle babalarını baştan çıkarırlar. Tablo bunu resmediyor. Aert De Gelder.


Macar ressam Munkácsy için koca bir bölüm ayrılmış. Bu tablo iç açıcı. Nesiller arası bilgi aktarımı. Anne çiçek buketi hazırlarken çocuğu onu izliyor. Eğitimin temel kuralı. Yap demektense model ol. Düşünsenize. Domatesi hatur hutur yemiyoruz da dilimliyoruz mesela. Çünkü büyüklerimizden öyle görüyoruz. Bence farkında bile olmadığımız, otomatikman yaptığımız hareket ve davranışların sayısı çok fazla.Milton şiiri büyük kızına dikte ettiriyor. Öyle etkili, yüce ve dokunaklı mısralar söylüyor ki diğer kızları da, hâtta elinde nakış işlemekte olanı bile babalarını hayranlıkla dinliyor. Mihály Munkácsy.


Munkácsy'den devam. Yitik Cennet adlı upuzun epik şiiriyle bilinen John Milton bu eserini yazarken körmüş. Tabloda Sağında gökleri işaret eden bir melek, aile mefhumu, sabır ve çalışkanlık gibi erdemler, solundaysa lüks, unvan, elbiseler, refah ve şehvet gibi arzu kamçılayan ve nefsi zorlayan caziplikler arasında kararsızlık yaşayan bir kadincağız. Mihály Munkácsy.


Munkácsy'den son tablo olsun. Hayat gailesiyle baş ederken mecburen sosyal çevrelerde takılsa da, fırsatını bulduğu an inzivaya çekilmeyi çok severmiş kendisi. "Yalnızlığına kaç dostum. Seni küçüklerin vızıltılarından ve büyüklerin vaazlarından sersemlemiş buluyorum." Nietzsche. Mihály Munkácsy.


Gelelim galeride en etkilendiğim, birçok tabloyu sadece şöyle bir süzerken, başında dikilip tüm ayrıntılarını incelediğim esere. Ne Cesur Yeni Dünya, ne 1984, ne Son Şeyler Ülkesi, ne de Zamyatin'in Biz'i. Distopya mefhumuyla roman ya da filmlerde karşılaşmaya alışığım ama böylesine distopik bir tabloyu ilk kez gördüm. Tablonun adı "Geleceğin İşareti". Hans Grundig 1935'te yapmış. Tam da Naziler iktidara geldikten iki yil sonra. İkinci Dünya Savaşı'nın ayak sesleri duyulurken.

Rusya Gezisinden Resim Üzerine Notlar (2)

$
0
0

Hollandalı/Flaman ressamların olduğu odada bayağı zaman geçirdim. Jacob Jordaens'in "Kral İçiyor!" adlı tablosu. Herkes dağıtmış. Avrupalılar kurallarla yaşayan insanlar. Kural-odaklı bir hayat bir yere kadar güzel. Öngörülebilirlik güven verir. Ne var ki bir yerden sonra festival ihtiyacı doğuyor. Yılın belirli zamanlarında dizginleri salmak, kuralları askıya almak, Apollon'a yol vermek gerekiyor. Bataille bunu potlaç ekonomisi irdelemesiyle güzel anlatır.


Goltzius'un Adem ile Havva'sı. Yılan ortalarda yok. Elmayı bile isteye yiyor gibiler. Vücutları kusursuz değil. Yüzleri gülüyor. Bakışları huzurlu. Ne de olsa 16. yüzyıl.


Rubens'in Bacchus'unu (Dionysos) görünce şaşırdım. Antik Yunan'da ve Roma'da mükemmel vücuduyla betimlenen şarap Tanrısı, Rubens'in imgeleminde bir obez olarak canlanmış.


Aziz Christopher'ın (isminin anlamı İsa'yı taşıyan) yükü ağır. İsa'yı (imanını) bırakmadan hayat nehrinden karşıya geçerken onu yolundan caydırmaya uğraşan türlü zorluklarla mücadele etmek zorunda. Aksi hâlde sonu yukarıdaki gibi olacak. Neyse ki tüm sınamalardan başarıyla geçerek kendini kanıtlıyor. Ressam Jan Mandyn.


Alman romantik eserlere bakmak ayrı bir keyif. Çok güzeller. Tablonun adı "Günaydın Babacığım". Romantik eserlerde aile hep yüceltiliyor. Friedrich Eduard Meyerheim.


Van Gogh'un ölmeden önce yaptığı son tabloyu Dünya gözüyle görmüş oldum. Pencereden ışık yansıyordu. Fotoğraf kötü çıkmış. Fauvist eserlere gözüm aşinalık kazandı. Fauvist manzara resimlerini sevdim. Manet, Monet, Renoir ve Pisarro gibi izlenimcilere ait odalar zengindi -ukalâlık gibi olmasın, izlenimci eserler beni üzerinde düşünmeye davet etmiyor pek. Bir kitap aldım. Onda da hep çizim tekniklerinden söz ediyor izlenimcilik konusunda. Evet canlılık, zamanı dondurmaktansa onu akarken resmetmek vs. ama sevemiyorum -naçizane. Kandinski'ye ayrılmış bir oda vardı. Açıkçası o soyut resimlere bakmaktansa üzerine okumayı yeğlerim. Resimde simgeleri, alegoriyi seviyorum ama soyutu değil. Picasso odası tek kelimeyle şahaneydi. Resimler güzel diye değil. Bir kitapta Picasso'nun "çirkinin sanatını" icra ettiği savunuluyordu. Picasso'nun kübik resimleri modernin, aklın, ölçülebilirliğin doğaya meydan okuması sanki. Doğa geometrik olarak bölümlenebilir bir düzlemken, insan bedenden ve dürtülerden müteşekkil bir makine hâline geliyor.


Avustralyalı ressam Christian Halford 2013'te St. Petersburg'a gelip şehrin en işlek yerlerinde insanları gözlemledikten sonra bunun gibi anonim portreler yapmış. Belirli bir insanın yüzü değil gördüğünüz, kolektif bir yüz. Bana çağrıştırdığı ise yaşlı kadınlar. Moskova'da da, St. Petersburg'da da teyzeler her yerde. Müzelerde görevli, metroda bilet kesen, sokakta dilenen, restoranda komilik yapan, Nevski Caddesinde dondurma satan, ellerinde megafon, üstlerine giydikleri reklam metinli kartonlarla turistik etkinliklerin, tekne gezilerinin çığırtkanlığını yapan, 65-80 yaşlarında teyzeler. Mesela bilet kestiklerinde "spasiba babuşka (teşekkürler büyükanne)" deyin, yüzlerinde güller açıyor.


Marx, Engels, Lenin ve Stalin yıkanan kadını göz ucuyla süzüyor. Aile kurumunun, kadınlık ve erkekliğin rol modellerinin onbinlerce yıldır kolektif bilinçdışımıza ilmek ilmek işlenmiş olduğunu, politik ekonomiyi ve hukuku tümden dönüştürseniz bile bazı şeylerin ya değişmez ya da çok uzun vadede kendi kendine evrilir olduğunu düşündürüyor. Bazı şeyler evrensel demeyeyim ama kültürler-üstü.
Viewing all 287 articles
Browse latest View live