Başka insanların yaşamlarını okumayı sevme nedenim onlarda kendimden bir şeyler bulmam. “Her insanda insanlığın bütün hâlleri vardır” demiş ya Montaigne, başkalarının yaşamlarını okurken özel yaşantılarına duyduğum ilgiden ziyade insanlığa dair gördüğüm ortak özellikler ilgimi çekiyor. Bu yüzden, bir yandan kuramsal metinleri çalışırken diğer yandan son derece rahat okunan yaşam öykülerine okumalarımda yer veriyorum.
Başkasını anlamak kendimi anlamama katkı yapıyor. Anlamak derken bir teoremi anlamak gibi soyut bir anlama değil kastettiğim. Daha varoluşsal, ayakları yere basan bir anlama. Kendini ve başkalarını anlamak, ortak bir kültür dairesinde olduğunda daha kolay oluyor. Sonuçta anlarken mevcut bir noktadan yola çıkıyorsun. Farkında olduğumuz ve olmadığımız yüzlerce değişkenden oluşan bir bağlamın içerisine doğuyoruz ve bugüne dair söylediklerimiz ister istemez geçmiş tarafından etkileniyor. Aynı bağlamın çocuklarının birbirini anlaması daha kolay. Birçok önkabul var paylaştığımız. Bunların bir kısmı reflekse dönüşüyor. Lavaboyu tıkayıp durgun suyu yüzümüze çarpmıyor, akar suda yıkanıyoruz mesela. Başka dillere (başka bağlamlara) çevrildiğinde anlaşılmayacak şakalara gülüyoruz.
Anlamak için aynı bağlama ait olmak zorunda da değiliz. Başka bağlamları da az çok anlayabiliriz diye düşünüyorum. İskandinavların mesafeli olması ve havadan sudan sohbet etmeyi pek sevmemelerinin sebebini bir kitapta okumuştum: Bu insanlar o soğuk ve geniş coğrafyada evlerinde üretim yaparmış eskiden. Bir aile ayakkabıcıymış mesela, diğer aile terzi, bir başkası marangoz. Ancak ticaret ve takas gibi gerekli durumlarda karlı yolları aşıp bir araya gelirlermiş. Yüzyıllarca o şekilde yaşayınca davranış kodlarına mesafelilik yerleşmiş olsa gerek.
Alman disiplini denen olgunun da tarihsel kökleri olsa gerek. Makyavelli, Hükümdar’da Almanya’yı fethetmenin çok zor olduğunu söylüyor. "Bu Almanlar" diyor, değil önündeki yılın, önündeki birkaç yılın erzağını, odununu, ıvırını zıvırını önceden hazırlar, toprağını işgal etsen de sakladıkları kaynaklarla, iki yıl sonra bile olsa illa ki ayaklanır ve baş edemezsin. Belki Roma tehdidi ve soğuk iklim şartları derken bu insanlar hep yarını düşünmeye alıştı ve davranış kodlarına dakiklik ve planlamacılık yerleşti.
Uzakdoğu toplumlarında bireysellik yerine kolektivite yaygındır, bilirsiniz. Onunla ilgili bir araştırma okumuştum. Akvaryumda büyük bir balık var, bir de bir sürü küçük balık. Batılılara gösterdiklerinde hepsi büyük balığı izlemiş. Uzakdoğulu, Çinli, Vietnamlı ise küçük balıkların birlikte nasıl hareket ettiğini izliyormuş. Bambaşka önkabullere dayanan bambaşka zihniyetler demek ki. Göz hareketlerini, bakışlarını bile belirliyor.
Bazen yanılıyorum elbette; ama kendimi, başkalarını, bana benzerleri ve farklı olanları anlamaya çalışmak hoşuma gidiyor. Her bireyin yaşamöyküsünü ortak insanlığın bir tezahürü olarak görüyor ve onda kendimden bir şeyler buluyorum.