Yazın Cemil Meriç’le İsmet Özel okudum. Cemil Meriç’in ikna gücünü düşük, çoğunluk 1-2 sayfa, bazen tek bir paragraf, hatta tek bir cümleden ibaret denemelerini fazlasıyla kısa, Arapça ve Fransızca sözcükleri kullanırken Türkçe olanları kullanmama inadını ise taraflı bulmuştum. Savunduğu ideoloji kısaca “Doğu iyidir, Batı kötüdür” olarak özetlenebilir.
İsmet Özel’in Türkçesini beğendim ama ideolojisi son derece kategorik ve Meriç’ten daha sert idi. Zaten İsmet Özel’de biraz çılgınlık mı desem, çatlaklık mı desem, bir sıkıntı var. Bir eleştiri yöneltseniz sinirlenip saldıracakmış gibi bir duruşu var. Yazı dili, kendisine hak vermeyen kişileri gerizekalı olmakla itham edeceği kanısı uyandırıyor zaten.
Ekim’de Sabahattin Eyüboğlu’nu okudum. Hayal kırıklığı. Üzgünüm. Sıkıldım okurken. Geçenlerde Salâh Birsel okudum. Dilini sevmedim. “Sözcük cambazı” denebilir belki kendisine. Neşeli bir üslubu olduğu da açık; ama sevmedim işte. Ben dilin şu tarzda kullanımından haz etmiyorum: "Benim aklımın erdiği, insanların dillerine düdük olan o öğün çorbalarının içine bile ayak sokan dostluğun, fırıldak sarısı ile dalavere fıstıkisi arasında bir rengi vardır." (Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, s. 84.) Kitabın neredeyse tamamında, çok fazla nadir kullanılan sözcük ve deyimi tek bir paragrafta kullanıyor ve bunu zorlama buldum.
Tabi Türkiye’de yazarların sevenleri vardır ve o yazarları sevmediğinizi çeşitli gerekçelerle ifade ederseniz sevenlerinin tepkisini çekersiniz. Salâh Birsel’in üslubunu beğenmedin mi? Demek ki salaksındır, sende vardır bir sorun. Cemil Meriç’e nasıl dil uzatırsın? İsmet Özel kim sen kim? Metinde değil, sende bir sıkıntı vardır. Zevksizsindir, idrakin zayıftır vs. Entelektüel çevrelerde böyle bir koruyup kollama ağı vardır, sevdiklerini eleştiriden muaf tutmak isterler. Belki başka ülkelerde de öyledir, bilmiyorum.
Gelgelelim, Nurullah Ataç’a resmen bayıldım. Bir kere o da sevmediklerini sevmediğini açıkça söylüyor. İlk kez böyle sözünü esirgemeyen birisine denk geliyorum. Diğer yazarların bir kitabını daha okumam ama Nurullah Ataç ne yazmışsa okumaya karar verdim.
Ne diyordum? Gelelim Nurullah Ataç’a. Karalama Defteri ve Ararken’i okudum ve Ataç’a gerçekten bayıldım. O da böyle “bayıldım”, “bayılırım” ifadelerini sıkça kullanıyor 😊 Şiirden pek anlamadığım için kendisinin şiir incelemelerine bir sözüm yok; ama onun dışında ne kadar tespit yapmış, ne kadar görüş beyan etmişse hepsine katılıyorum.
İnancımızı doğrulayan metinler okumak isteyişimizden bahsediyor mesela. Bir konuyu okumadan önce bildiğimizi zanneder ve bu inancımızı doğrulayacak kitaplara yöneliriz. Çok doğru. Astrolojiye inanan birisi astroloji kitapları alıp o inancını doğrulamış olur. Dünya’yı devletlerin değil de birkaç masonun yönettiğine inanan birisi, bunu doğrulayan kitapları alıp inancını daha da pekiştirecektir. Bu böyle gider.
“Duygularınızın birer düşünce olduğunu zannediyorsunuz” diyor Ataç. Gerçekten böyle bir durum var. Çoğu zaman düşünce sandığımız, nötr sandığımız şeyler aslında duygularımızın birer yansıması. Ataç, duygudan ziyade bir düşünce adamı bence. Ama duygularıyla düşüncelerinin bazen bir ikilik oluşturduğunun da farkında: Çağdaş Türkiye’de Fuzuli, Baki ve Galip gibi eski şairlerin dizelerine yer olmadığını, bu tarz metinlerin yeni nesillere hitap etmeyeceğini söylüyor. Öte yandan, sırf sevdiği için yer yer bu kişilerden beyitler paylaşıyor. Evet diyor, duygularıma bakınca seviyorum; ama düşününce bunlar geride kalacak. Gençliğe yeni bir dil sunmak gerekecek. Haklı da çıktı. Bugün o şairleri konunun uzmanları dışında okuyan yok.
Batı uygarlığına yakın durmamız gerektiğini bu kadar cesurca savunan bir yazara daha rastlamadım. Böyle bir dürüstlüğe hasret kalmışım. Gerçi Ataç hangi konuda dürüst değil ki? Tiyatro övüp sinema kötülemek adettendir mesela. Oysa Ataç sinemayı tiyatrodan üstün tutuyor. Tek yakınması filmleri kitap gibi el altında tutamıyor oluşumuza. Keşke bugünleri görseydi; zira bugün dilediğimiz filme dilediğimiz an erişebiliyoruz.
Okumaya bir ömür adamış ama okumayı yüceltmiyor. Toplumun yalnızca okumakla dönüşeceğini, aydınlanacağını filan düşünmüyor. İki kişi aynı metni okusun, birinin anladığı başka diğerininki başka olur diyor -e doğru söze ne denir? Sonra sevmediklerinden bahsediyor sık sık. Abdülhak Hamit’in şiirlerini, Flaubert’in romanlarını, kitaplarda yapılan doğa betimlemelerini sevmediğini söylüyor. Polemikçi bir tarzı var. Cahit Tanyol’a yazdığı açık mektupta “Ben bundan yirmi beş, yirmi altı yıl önce yazın alanına girerken: ‘Besmelesiz çıktım yola – Dil uzattım sağa sola’ dedimse, öyle deyişim gençliğimden değildi; o gün bu gündür hep inandıklarımı yazarım. Uslanmıyacağım ben; sizin gibi efendi efendi bir yazar olmıyacağım” demiş 😊
Türkçe’nin gelişimine tanıklık etmek de güzel. “Erreur/error” için “yanılgı” karşılığını önerenin Peyami Safa olduğunu aktarıyor. Bugün hepimiz kullanıyoruz “yanılgı” sözcüğünü. Ne hoş.
Bir kitabını daha aldım. Çok sevdim Nurullah Ataç’ı. Tam benlikmiş.