Dostoyevski’nin Budala’sını okuyorum. Bu okuduğum altıncı kitabı. Yılda, hatta iki yılda bir Dostoyevski okurum ki yapıtlarını hızla tüketemeyeyim. İyice sindirebileyim. Bu adamı St. Petersburg’daki mezarına çiçek bırakacak kadar sevmemin sebebi nedir diye düşünüyorum. Sanırım, havadan sudan konulardan bir anda dehşetengiz meselelere atlayıvermesi hoşuma gidiyor. Saf ve iyi niyetli Prens Mışkin İsviçre hatıralarından, oranın dağlarından, havasından filan bahsederken bir anda giyotinin kullanıldığı idam sahnelerini ayrıntısıyla betimliyor ve idam meselesini felsefî derinlikte ele alıyor. Durduk yere aklınızda soru işaretleri beliriyor. Kitaptaki sıradan diyalogları sakince okurken aniden irkiliveriyor, sayfalar boyunca dikkat kesiliyorsunuz. Kimi zaman karakterler gururları uğruna çıkarlarına aykırı hareket edebiliyor: “Rahat bir geleceğe konmaktansa, toplum içinde yükseklere çıkmaktansa, kendisine yapılan bu öneriyi geri çevirerek, karşısındakine duyduğu küçümsemeyi büyük bir hazla açığa vururdu.”
Aslında derin mevzuları ele alma eğilimi Dostoyevski’ye özgü değil. Geçenlerde izlediğim Siberiade (1979) ve Belye Nochi Pochtalona (2014) adlı filmlerde de benzer durumlara tanık oldum. Gündelik mevzularla hayatın anlamı, ülkenin geleceği ve mutluluğu kalıcı kılmanın zorluğu gibi konular bir arada geçebiliyor. Bir masanın etrafında içip sohbet ederken bir an için üç kuruşun hesabını yapabilen insanlar, eski günler, yani Sovyet dönemini andıkları başka bir an “şimdi süpermarkette her şey var. Emekli maaşımız da yatıyor. Peki neden mutsuzuz?” gibi sözler edebiliyor.
Bu arada, sanırım son iki yılda okuduğum en iyi roman Vladimir Makanin’in Underground’u oldu. Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramanı ile Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ının 1990'lara güncellenmiş hâli gibi. Onda da en halis yeraltı adamının, toplumdan en kopuk kişilerin dahi “Rusya’yı kurtarmak” kaygısından kendilerini kurtaramadıkları yazıyordu. Bu bakımdan Rus ve Türk edebiyatını benzetirim. Bizde kaybeden edebiyatı, hani şöyle sürekli içen, kimi maddeler kullanan, yarınını düşünmeden hippie misali yaşayan yeraltı karakterler eğreti durur. ABD’den ithal diye mi nedir, bir türlü Türkiye tablosuna oturmaz. Türkiye’de en bireyciyim, yeraltı adamıyım, tutunamayanım filan diyen insan dahi ülkeye dair endişeler taşır. Coğrafyanın belirleyici gücü olsa gerek.
Rus, Alman ve İskandinav filmleri izlemekten İngilizcem gerileyecek. True Detective diye bir diziye başladım. Umarım ilerledikçe beğenirim.
Tamer.