Jared Diamond’ın Collapse’ini okuyorum da, Paskalya Adası’nın hikayesi gerçekten çok ilginç. Polinezyalı yerliler, Pasifik Okyanusu’nun en ücra köşesinde yer alan bu küçük adaya M.S. 1200’lerde ulaşıyor. Kendi yaptıkları basit kanolarla. Şili’den uçakla bile saatler süren, Okyanus’un ortasında yer alan bu adaya kanolarla ulaşılması ilk başta kulağa imkânsız gelse de, yerlilerin Polinezya dilini kullanıyor olmaları göç ettiklerine dair kanıtlardan biri. Daha sonra hiçbir yere gitmiyorlar. Yerleşik yaşam.
Eski insanların zeka bakımından bizlerden farklı olduğunu sanmıyorum. Bilim ve teknoloji ilerledikçe biz de bilmez olduk içinde yaşadığımız dünyayı. İnterneti kendi irademizle, ne bileyim oy kullanarak getirmedik mesela. Kendimizi internetin içinde bulduk. Bir şekilde yayıldı. Şu an bu satırları yazarken, klavyenin bir tuşuna tıklattığımda ekranda harflerin görünmesinin, bu elektronik mucizenin nasıl gerçekleştiğini bilmiyorum. Televizyonum var ama görüntünün ekranda nasıl oluştuğunu açıklayamam. Atalar kazma küreği icat ettiyse torunların doğduğu dünyada bunlar hazır bulunur. Biz otomobilleri hazır bulduk mesela. '90 sonrası doğumlular internetin olduğu bir dünyaya doğdu. Teknoloji ve modernite zamanla, birikerek tesis edildi ve işin üretim safhasında yer alan bir mühendis değilseniz, kendinizi içinde bulduğunuz hayata dahil olup, kaldığı yerden devam ediyorsunuz.
Tarım yapmış Paskalyalı yerliler. Hani ilkellerin tarım bilmedikleri, tarımın Bereketli Hilâl bölgesinde buğdayın keşfiyle ortaya çıktığı söylenir ya, hani tarımın keşfiyle birlikte neolitik çağ başlamış, yerleşik hayata geçmişizdir denir ya, ben artık bu tip açıklamalara karşı mesafeliyim. Tarım belki de iklimsel koşullardan ötürü başladı. Buzul Çağı’nda olsak tarım yapamazdık mesela. Mecburen avcı-toplayıcı olurduk. Hava ılınınca tarım yapılmaya başlanmıştır belki de.
Neyse. Paskalyalılar taro, tatlı patates ve şeker kamışı ekermiş. Yeterince tatlı su olmadığından şeker kamışının içini içerlermiş ve 14 yaşında dişleri çürür, 20'sinde ağızlarında diş kalmazmış. Ada hayli rüzgar aldığı için bahçelerinin çevresini taşlarla çevirirlermiş ki meyvalar rüzgar yüzünden olgunlaşmadan düşüp ziyan olmasın. Ayrıca kanolarla, elinde GPS veya pusula olmadan yerleşim yeri keşfetmelerinde kuşları izlemeleri yardımcı olurmuş. Bir yerde bir deniz kuşu sürüsü varsa en fazla 200 ml. mesafede ya bir ada ya da kıta olmalıymış.
Bir de heykel dikme yarışına girmiş adadaki kabileler. Ölülerin ruhlarını temsil eden dikilitaşlar. Bu devasa heykelleri dikebilmek için inanılmaz bir işgücü, o işgücünü beslemek için gıda, heykellerin taşınması için ahşap raylar, halatlar vs. gerekmiş. Bu prestij yarışı adadaki tüm kaynakları bitirmiş. O kadar ki, ada yüzeyinde tek bir ağaç bile kalmamış. En sonunda, açlıktan kırılmaya, yamyamlığa başlamış ve sayıca azalmışlar.
Sonraki nesiller, adayı bitip tüketen atalarına duydukları öfkeden ötürü tüm heykelleri devirmiş. Bir daha da heykel diken olmamış.