Babam bekârken bir süre İsviçre’de yaşamış. Yaşı daha ondokuz filan. Sınır polisine pasaportunu uzattığında boynunda fotoğraf makinesi varmış. Güya turist :) Eh, o yıllarda vize diye bir dert de yok, kolaylıkla ülkeye girmiş ve sanırım bir-bir buçuk yıl kalmış oralarda. Kaçak işçi. Çeşitli işler. Almanca da öğrenmiş. Yine de, tek başına başka bir ülkede hayata sıfırdan başlayıp tutunabilmek kolay değil. Nihayet dönmüş ve annemle evlenmiş. Dönmeseydi, biraz dişini sıkıp orada kalsaydı bugün Dünya'da yoktum. Sonuç olarak buradayım ve burada olmak güzel.
Otuzlu yaşlar gayet keyifli. Doğuştan içime kodlanmış coşku yüzünden bazen yerimde duramıyorum. Her gün yarım saat yüzüyorum muhakkak. Ama bugünkü gibi kendimi zaptedemediğim kimi günlerde, rüzgâr yoksa, bisikletle on kilometre gezdikten sonra denizde açılabildiğim kadar açılıp, yine denizde sırt üstü dinlenip, sudan çıkmamla birlikte çimlerde çıplak ayak koştuğum oluyor. Bir çeşmede ayaklarımı yıkıyorum sonra. Her çıktığımda "su soğuk mu?", "temiz mi?", "ne kadar derin?" soruları. Soran sorana ama plaj dışında giren yok. Deniz insanın dostudur. Henüz yürüyemeyen bir bebek suya konunca yüzebiliyor. Geçenlerde bir arkadaş görmüş beni. Epey rüzgârlı bir gündü. “O dalgalarla boğuşan sen miydin?” dedi. Yok dostum, dalgalarla dans ediyordum ben. Kendini suyun hareketlerine uydurunca sorun kalmıyor. Ben de geç öğrendim. Yirmi iki yaşıma kadar suda şaşkın gibi debeleniyormuşum meğer. İnsanımız bu yaz çok can verdi denizlerde. Belki yüzme dersini ilkokula koymalı. Bilmiyorum. Tek bildiğim ölümlerin büyük çoğunluğunun panik sebebiyle olduğu. Yazık.
Bu kökensel coşkunun varlığından hoşnutum. İçimi darlayan, varoluş kudretimi azaltan, yüreğime yumru oturtan her şey düşmanımdır. Acıların sürekli hatırlatılmasına, çaresizlik ve yenilgi hissine ve sert ahlâkçılığa karşıyım. Kierkegaard “kahkaha benden yana” demiş ya, evet, ben kahkahadan yanayım. İyi ve güzel olanın kıymetini anlamak için kötüye maruz kalmak zorunda olduğumuz fikrine karşıyım. İyinin değeri kendinden menkûl. Anlamak için kötünün varlığına ihtiyacımız yok. Bugünümün güzel geçmesi için dün acı çekmiş olmam şart değil. İyiliğin ve güzelliğin değerini idrak etmek için Dünya’da savaşlar, tecavüz, şiddet ve katliamlar olmasına gerek yok. İnsanoğlunun, hayatı yalnızca karşılaştırma yaparak değerlendirebileceğine inanmıyorum. Bu kaderciliği, bu gariban avuntusunu reddediyorum.
Bir şekilde babam İsviçre’den döndü, annemle tanıştı ve Dünya’ya geldim. Günlerden tek beklentim iyilik, güzellik, hayattan koparabildiğimi almak ve içimdeki coşkunun sürüp gitmesi.
Burada olmak, Dünya’da olmak güzel.
Ek: Homo Deus ve The Moral Landscape adlı iki kitapta rastladığım bir saptama var. İçimizde iki benlik olduğundan söz ediliyor. Birisi deneyimleyen, diğeri hikaye eden benlik. Bazen bir yaşantı o esnada sıkıcı da olsa, hikaye eden benliğimiz onu allayıp pullayıp yeniden kuruyor. Öyle ki, deneyimlendiği esnada alelade olan bir an, anlatıcı benlik tarafından unutulmaz bir anıya dönüştürülüyor. "Ne güzel anlatmışsınız" demişsiniz ya, bunları ona istinaden söylüyorum.
Öte yandan, benim hikaye eden benliğim, deneyimleyen benliğimin aldığı tadı aktaramıyor bile. Evet, belki insanlardan, rüzgardan, denizden, yemeklerden ve kitaplardan aldığım tadı abartıyorum gibi görünüyordur; ama inanın öyle değil.
Hani bana "su soğuk mu?", "temiz mi?", "ne kadar derin?" diye sorup sorup denize girmeyenlerden değil de, tereddütsüz suya atlayanlardan olmak mutlu ediyor beni. Bu dolayımsızlık, yani doğrudan deneyimleme hâli beni mutlu ediyor. Mutluluğun erdem, acı ve hüznünse bir an önce başımızdan def etmemiz gereken durumlar olduğuna inanıyorum. Bu bakımdan Baruch Spinoza Hazretleri'nin askeriyim.
Coşku olmasa zaten ölmüşüz demektir. Bahsettiğim, anlatmaya çalıştığım bu coşku olmasa ne okur, ne yazar, ne gezer ne de başka bir şey yapardım. Parmağımı bile kıpırdatmazdım. Hikaye eden benlik, deneyimlerin aktarımını sağlıyor; yine de deneyimin kendisini hakkıyla aktarmaktan aciz olduğumuzu düşünüyorum. Tabi bir parça aktarım da aktarımdır ve susmaktan iyidir.