İlgisiz bir dinleyici kitlesine hitap etmek can sıkıcı. Hitap eden için kendisine, söylediklerine ya da sanatına ilgi duymayan kişilere seslenmek duvarlara konuşmakla bir. İlgisiz kitle içerisindeki ilgili azınlıktansanız o da ayrı bir sıkıntı. Dinlemeyen, gürültü eden, arasında sohbet eden insanlar yüzünden siz utanır, “bir an önce sussalar da konuşmacıya ayıp olmasa” diye düşünürsünüz.
Tabi dinleme adabından bihaber kişilere karşı herkes sınırsız bir hoşgörüye sahip değil. Nina Simone’u bu yüzden severdim. Kendini kaptırmış hâlde sakin bir şarkısını söylerken gürültü yapan izleyicileri azarladığını, şarkıyı bırakıp, “dinlemeyecekseniz ne diye geldiniz?” diye sorduğunu hatırlarım. Özdemir Erdoğan, eh, biraz sert bir tavır belki ama, gürültü eden seyirciyi salondan kovarmış. Tiyatrolarda sevdiğim bir uygulama ise cep telefonuyla oynayan seyircilerin lazerle ifşa edilmesi. Bir sanatçının, “beni ilgiyle dinleyecek tek bir kişiyi, ilgisiz on binlere tercih ederim” dediğini hatırlarım. Haklı. Sanat, bilim ve felsefe gibi alanlar ister istemez bir seçkincilik barındırıyor ve bu nedenle demokratik oldukları söylenemez. Bu alanlar serbest piyasanın insafına bırakılınca kalitenin gitgide düşmesi neredeyse kaçınılmaz. Bazı şeylerin sürdürülebilmesi için talep gelmesi beklenirse, açık ve net, yok olurlar.
Demokrasinin handikaplarından birisi, yıllarını çalışmasına adamış bilim insanlarının, ömrünü okuyup yazmakla geçirmiş üretken entelektüellerin, resim, heykel, müzik ya da başka bir alanda üstün yetenekleri olan sanatçıların tabandan talep ve onay gelmesi için ezilip büzülürken sıradan vatandaşın son derece özgüvenli olması. Üstün nitelikleriyle ortalamadan sıyrılan kişi hele bir gaf yapacak, bir hata edecek, ne bileyim, bir fikrini açıklayacak olsun. Nedense her daim öfkeli olan kitleler anında silip atar onu. Üzerini çizerler. Bu yüzden, nerede ortalamanın üstünde birileri varsa hep diken üstündedir. Dünya çapında bir besteci veya virtüöz de olsanız, “seni yukarıya çıkardığımız gibi aşağıya indirmesini de biliriz!” sopası köşede bekletilir. Aslında örtük bir itiraftır bu: “Aşağıda olan biziz.” Yani “seni de kendi seviyemize indiririz” itirafı.
Düşünceler söz konusu olduğunda da hitap edilen kitle genişledikçe hitap edenin özgürlüğü kısıtlanıyor. İnsanlar duymak istediklerini söyleyenleri destekledikleri için, duymak istemedikleri şeyleri dillendirenleri anında harcayabiliyor. Küfür, hakaret ve iftiranın bini bir para. Tabi herkese yaranayım, kimseden tepki çekmeyeyim filan derken yalancı sevgi pıtırcıklarına dönüşenler kadar, ortayolcu olmayı reddeden, kitlelerin işine gelsin ya da gelmesin doğru bildiğini söyleyen kimseler de var. Fikirleri aklıma yatar ya da yatmaz, orası ayrı -ama böyle net ve cesur kişileri seviyorum. Varsın herkes alkışlamasın. Kendin olmak iyidir.
Okulda kol saati kullanırım. Etkinliklere ayıracak zamanı belirlemek ve dersin neresinde olduğumuza bakmak için saatim hep kolumdadır. Mesela bir dinleme etkinliğinin ortasında zil çalmasından hiç haz etmem. Bir parçayı yarım bırakmaktansa hiç başlamam daha iyi. Bir ara kimi öğrenciler son dakikaya kadar ders işlediğimden yakınmıştı. Amacım öğrencileri sıkmak değilse de, kol saatim sağolsun, onları dersten bıktırmış olmam mümkün :) Bu yüzden söz vermiş, sınavlar bittikten sonra film izleteceğimi söylemiştim.
Film seçimini ben yapıyorum. Madem son günlerde film izlemeye karar verdik, öyleyse eğitim-öğretime katkı sunacak filmler olsun bari, değil mi? “HOCAM DABBE İZLEYELİM!” -olmaz. Bu sene üç filmde karar kıldım. Ellili yıllarda yoksul bir madenci kasabasında, çevrelerindeki herkesin “siz kim roket yapmak kim?” diyerek dalga geçtiği lise öğrencilerinin kararlılığını anlatan October Sky (1999); gençlere ilgi ve yetenekleri doğrultusunda bir ideal belirleyip onun peşine düşmelerini salık veren Dead Poets Society (1989); ve Sineklerin Tanrısı adlı meşhur romandan uyarlanan, yetişkinlerin yokluğunda kendi küçük “devletlerini” inşa eden ve batıl inançlar türeten çocukların olduğu, insan doğasına ilişkin sorular sorduran bir film olan Lord of The Flies (1990). Hepsi birbirinden güzel, ödüller almış, üstelik lise çağındaki gençlere olumlu katkı sunabilecek filmler. Orijinal dublajlı temin ettim ki az çok kulakları gelişsin, filmler İngilizce dersinin hedefleriyle de örtüşsün.
Her filmin sonunda sınıfta bir tartışma yapmak istedim. Biraz saksıyı çalıştıralım, sorgulayalım, filmlerde hangi karakterleri haklı, hangilerini haksız bulduk, ana fikir neydi, verilen mesaj doğru mudur vs. Açıkçası hayal kırıklığına uğradım. Yani hayal kırıklığı ifadesi biraz abartılı oldu belki ama beklediğim ilgiyi göremediğimi söyleyebilirim. Derslere ilgi duymayan öğrenciler filmlere de ilgi duymadı. Derslerde katılım göstermeyen öğrenciler tartışmalarda da fikir beyan etmedi. Derslerde uyuklayanlar filmlerde de uyukladı.
“Herkesin farklı ilgi alanları vardır” ifadesi genelgeçer bir doğruymuş gibi kabul ediliyor. Ne var ki kimi insanlar neredeyse hiçbir şeye ilgi duymayabiliyor. Şuna ya da buna, kimi tekil konulara ilgi duymak kadar, genel anlamıyla dünyaya karşı, her şeye karşı ilgili veya ilgisiz olmak gibi bir durum da söz konusu. Derslerime ilgi duyanlar filmleri de ilgiyle izledi mesela. Genel bir ilgililik durumu.
İyi ki dünyaya karşı ilgili, cin gibi bakışlarından yaşam enerjisi fışkıran, “bu yaz izlemem için bunlar gibi kaliteli başka filmler önerir misiniz?” diye önüme kağıt kalem koyan öğrenciler de var. Herkese etki edemiyorsun belki; ama böyle dönütler insanı mutlu ediyor.
Tamer.