(1) Çocukluğuma denk geldi gerçi ama tam da çocuk olduğumuz için olan bitenin farkında değildik. Gorbaçov’u ve kafasındaki lekeyi hatırlarım haberlerden. Televizyon ne gösterirse o. Sovyetler’in dağılışı esnasında insanlar ne çile çekmiş meğer. İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu adlı kitabı bitirdim sayılır. Kitabı okumadan önce 90’ların Rus halkı için bu denli zor geçtiğini tasavvur etmemiştim. Sözlü tarih sonuçta. İşin içine kurgu da katılmış olabilir ama anlatılanlar kısmen bile doğru olsa yeterince korkunç.
Onlarca anekdot var belleğimde. Bir örnek vereyim. Yıllarca sigortası ödenmiş ve emekli ikramiyesini almak üzere olan ihtiyar bir kadın düşünün. Serbest piyasa nedir bilmeyen koca bir ülkenin ekonomik modeli hızla dönüştürülünce Rus rublesi o kadar değer kaybediyor ki, Volga marka bir otomobile denk olan emekli ikramiyenizle, bir gecede, bir kilo salam satın alabilecek hâle geliyorsunuz. Şaka gibi... Sokaklara düşenler, intihar edenler, dilenenler, yüksek lisanslı temizlikçiler, hayat kadınları, nihayet sokaklarda silahlarını saklamaya bile tenezzül etmeyen çetelerin türemesi. Fabrikalar yevmiye ödeyemediği için ne üretiyorsa ondan veriyor işçisine. Parfüm fabrikasında çalışan kadına maaş olarak parfüm veriliyor mesela. Herkes bunları gidip sokaklarda satıyor, takas ediyor -ticaret nedir bilmeyen, birkaç ay öncesine kadar para mevzuunun konuşulmasını bile ayıp bulan Sovyet halkı kendince ticaret yapıyor.
Emekli ikramiyesi buharlaşan teyze, kızına sürekli “beni sakın gazeteye sarıp gömmeyin, n’apın edin kefen bulun!” diye yalvarmaya, giderek akıl sağlığını yitirmeye başlıyor. Evlerini yok pahasına elinden alan bir mafya, kadının tabutla, törenle gömülmesini sağlıyor. Kızı ise son görevini yerine getirebildiği için memnun. Ev gitti tabi. Evsiz kalınca tren istasyonunda, apartman girişlerinde filan yaşamak zorunda kalıyor uzunca bir süre. Düşünün, doğumgünlerinde hediye olarak diş macunu ve sabun verilen bir dönem. Daha neler neler.
En acısı da hayatın anlamını yitirmesi. “Biz bir ideal için yaşıyorduk. Uzaya ilk biz çıktık. Spor, sanat, kültür ve sanayi. En güçlü ülke biz olacaktık. Ne yani, şimdi sırf yaşamak için mi yaşayacağız? Eğer yüce bir ideal uğruna yaşamayacaksak, yaşamanın ne anlamı var?”
En temel ihtiyaçlarından yoksun kaldıkları yıllarda dahi hâlâ büyük ideallerden, fedakârlıktan ve adanmadan söz etmeleri karşısında insan afallıyor hakikaten.
(2) N’apıyorsunuz? Keyifler yerindedir umarım. Vallahi kitabım çıktığından beridir bende bir hafifleme oldu. Tatile girmişken bol bol kitap okumak dışında kendi kitabımın tanıtım çalışmalarıyla ilgileniyorum. Boşluğa düştüm demek abartılı olur belki; ama bir hafifleme, bir rahatlama olduğu kesin. O kadar ki, diş hekimine gitmek gibi yıllarca ertelediğim işleri yapar oldum son günlerde.
Tanıtım çalışmaları demişken, gerçi daha 35 yaşımı doldurmadım ama, şu hayatta öğrendiğim bir şey varsa o da bir amaç uğruna çabalamanın gerekliliği. Hani şu “tırnaklarıyla kazıma” deyiminde anlatılan şey. Sonuçta kimse kimseyi keşfetmekle yükümlü değil. “Acaba kimdir bu kişi?”, “ne gibi yetenekleri var?” veya “acaba iç dünyasında neler dönüyor?” diye sormazlar. Çoğu kimsenin böyle bir derdi yok. Milletin işi gücü var. Kim olduğun ve hangi alanda çabaladığın fark etmez, kendini göstermen, derdini anlatman lazım. Sonuçta kimse kimsenin içini göremiyor. Eğitimde de bu yüzden sınav yapılır ve eğitim “istendik davranış değişikliği” olarak tanımlanır. “Ben istesem yaparım!” E yap da, bilgini davranışa dök de görelim o zaman? Kitap mı yazdın? Bunu insanlara duyurmak için tüm araçları kullanacaksın kardeşim. Yüksek lisans veya doktora yapmaya mı niyetin var? ALES ve KPDS’ye hazırlanır, gereken puanları alır, gerekli şartları sağlar, mülakatta jürinin karşısına çıkarsın, kimse de -eğer sıradışı ve TANINAN bir yetenek değilsen- “N’OLUR GEL!” demez.
![]() |
İçinde yaşadığımız dönemin klişelerine dair. Kitapyurdu ve İdefix gibi sitelerden temin edebilirsiniz. |
Hangi kitabı hangi sene ve hangi mekânda okuduğumu hatırlarım. 2002 yılında Tanrı’nın Tarihi diye bir kitap okumuştum. Ayraç Yayınları. Kitaplıkta duruyor hâlâ. Yıllar sonra Pegasus Yayınları aynı kitabı yeniden basmış. Demin Facebook’ta reklamını gördüm. O baskısı zor tükenen tuğla gibi kitap muhtemelen çerez gibi satılacaktır şimdi. Binlerce beğeni, yüzlerce yorum, paylaşımın altında birbiriyle tartışanlar, birbirine sataşanlar... Ve kitabın kapağında üç semavî dinin simgesi. Bu yeni baskıda yayınevi belli ki işi şansa bırakmamış. Oysa duyurmasalardı, bir avuç kitap kurdu dışında o kitabı duyan eden pek olmazdı.
Bu arada bir üniversite öğrencisinden aldığım ileti mutlu etti beni. Çağımızın Yanılgıları Üzerine’yi iki günde bitirmiş. Bir çok yerin altını çizmiş. En çok “Hüzünlenmek Marifet mi?” ve “Ortadoğu Günahsız mı?” bölümlerini beğenmiş. Bir de 156. sayfayı. Çok mutlu oldum bu dönüşten :) Hemen gidip 156. sayfada ne yazdığına baktım tabi. Kitabı fotoğraflayıp Instagram'e yüklemiş. Instagram'de yokum, göremedim ama bu mutluluk bana yetti.
Tırnaklarla kazımaya devam. Edilgenlik yol değil. Üşenmek yok.
Zaten “ben buradayım!” demedikten sonra orada olduğunu kim nereden bilsin ki? :)
(3) Bir seminerde tanık olmuştum. Ağaç dikme kampanyasından söz ediliyordu. Bir katılımcı söz almış, tüm bunların boş işler olduğunu, sonuçta kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece bizim dikeceğimiz ağaçların hiçbir anlamının olmadığını söylemişti. Sorun sistem sorunuydu.
Ben bu tip söylemleri çoktandır sorunlu buluyorum. Hayalî bir gelecek uğruna, bugün için verilebilecek her mücadeleyi küçümsemek bana makûl gelmiyor. Kişiyi rahatlatıyor belki; zira “sistem bozuk abi, biz ne yapsak boş” tavrı kişiyi atalete sevk eder. Parmağını bile kıpırdatmana gerek kalmaz, nasıl olsa burjuva demokrasisi içinde varolmak "anlamsızdır." Mevcut sistem baştan ayağa kötü olduğu için, hukuk içerisinde mücadele vermek de "anlamsızdır." Gönüller ferah tutulur. Fedakârlık, diğerkâmlık, adanma, kendin için, Dünya için, başkaları için, hatta gelecek için mücadele etmene gerek yoktur. Yapısalcılığın fazlaca kuvvetli bir etkisi midir bilinmez, özne olmaya, bir şeyleri değiştirebilecek olmaya dair küçücük bir inanç kırıntısı dahi görülmez olur.
Kafandaki kavramsal çerçeveyi dış dünyaya dayatınca olgular o çerçeveye göre algılanır. Bütün çerçeveler birbirine denktir demiyorum. Nihilist değilim; ama hangi çerçeve insanlığa daha faydalıdır diye tartışmak yerine, belirli bir çerçevenin zaten iyi, geri kalanlarınsa kötü olduğunu, en kötüsü de fiilî durumun baştan ayağa kötü olduğunu savunmak kişiyi ya atalete ya da terörizme götürür. Hayalî ve mükemmel bir gelecek uğruna, sözde mükemmel bir ideal uğruna mevcudiyeti, gerçekleri, bugün varolanı reddetmek, olan biten içerisinde daima kötü olanı seçip güzellikleri bilerek ya da bilmeyerek es geçmek, insandaki nefreti büyüttükçe büyütür. Bu yüzden, hiç şaşmaz, her şeyi insana değil de sisteme bağlayan kişilerin yüzleri daima asık olur. Sonuçta, içinde hiçbir çıkış kapısı olmayan bir labirentin içinde olduğuma inanırsam, mutlu ve umutlu olmak için hiçbir sebebim kalmaz. Ya bir köşeye çekilir çevreme çemkirir dururum, ya da sözde daha iyi bir dünya için, daha güzel bir gelecek için terör örgütlerinin yaptığı gibi insanlara kan kustururum. Bu yol yol değil.
Bu kafayla mesela referandum da boş iştir. “Boykot ediyorum ben ya!” dersin. Ne evet ne de hayır, sonuçta burjuva demokrasisi, sonuçta kapitalist ekonomi, sonuçta ne varsa yalandır, boştur, anlamsızdır. Özne olmayı reddetmenin dayanılmaz hafifliği.
Çoktandır nerede kolay bir çözüm görsem kuşkulanıyorum. Varolan her şeyi tek bir ilkeyle açıklayan kavramsal çerçevelere şüpheyle yaklaşıyorum. Gerçeklerin altında sınıf çatışması (Marx), güç istenci (Nietzsche), tahakküm ilişkileri (Foucault) ve sair ilkeler yatıyor olabilir, ama tek bir ilkenin tüm olan biteni açıklaması aklıma yatmıyor.
Her şeyin bir sistem sorunu olduğunu da düşünmüyorum. O sistemin, o yapının içindeki insanların, bir başka deyişle öznenin de önemi büyük.
(4) Günümüzde yakın çevremizdeki insanlara karşı iyi olmamız marifet değil. Yüz sene önce yeterliydi belki. Aile, akraba, eş dost dışında kimseyle karşılaşmazdık. İsmail Saymaz bir programda demişti ya, “kendi köyünden ötesini vatan bilmeyen” insanlardık. Küçük dünyalarında tarlayla uğraşmak ve hayvanları otlatmak dışında bir iş bilmeyen, birbirinden bihaber koca bir nüfus. Etik denince birbiriyle temas eden insanlar akla geliyordu. Yakındalık etiği. Dar, küçük çevreler. Ama bugün işler değişti.
İlk çıktığı zamanlardan beridir internetle haşır neşirim. Son birkaç yıldır internet vesilesiyle tanıştığım insanlarla yüz yüze görüşmüyordum. Bilinçli bir karar değildi. Denk gelmiyordu işte. Biraz da merak eksikliği ve metropolde yaşamıyor olmanın getirdiği üşengeçlik olsa gerek... Geçen Cuma bir değişiklik yaparak üşengeçliğimi yendim. Böylelikle, daha önce hiç yüz yüze gelmemiş insanların nasıl da iyi niyetli olabileceğini, bir masanın etrafında nasıl da eğlenceli, komplekssiz ve içten bir sohbet gerçekleştirebileceklerini hatırlamış oldum. Özellikle kitaplar, felsefe, bilimkurgu ve başka herhangi bir ilgi alanını paylaştığımız insanlarla aramızda görünmez bir bağın olduğunu hatırladım. Kendine özgü, başka bir cemiyetin üyeleriymişiz gibi. Zeki ve mütevazı insanlarla sohbet etmek bambaşka.
Bugün sanal ve gerçek arasındaki ayrım giderek belirsizleşti. Artık iletişimlerimizin çoğu uzaktan. Bugün artık uçakla seyahatin yaygınlaşması, cep telefonları, Twitter, Ekşisözlük, Couchsurfing filan derken, gündelik hayatımızda tanımadığımız insanlarla da iletişim hâlindeyiz. Bir asır önce kendi köyünden ötesini bilmeyen insanlar bugün uçakla iki saat içinde başka bir ülkeye gidebiliyor. Hiç tanımadığım birileri kitabım hakkında değerlendirmelerini e-posta ile tarafıma gönderebiliyor. Sen, şu an, şu satırları, sanal filan değil, gerçek bir kişi olarak okuyabiliyorsun mesela. Hiç yüz yüze gelmediğimiz kişilerden iyilik bile görebiliyoruz hatta. Ya diyorum, "şu romanın şu sayfası bende eksik." Bunun üzerine hayatımda görmediğim, muhtemelen hiç görmeyeceğim birisi o sayfayı tarayıp bana gönderiyor. Çıktısını alıp kitabın arasına koyuyorum mesela.
Bu akışkan, hareket hâlindeki, uzak-yakın ayrımının geçerliliğini yitirdiği, hızlı seyahatin ve anlık iletişimin hüküm sürdüğü yeni dünyayı anlamak için eski yakındalık etiği yetersiz kalıyor. Günümüzde marifet ailemize, dostlarımıza ve mesai arkadaşlarımıza karşı nazik olmamız değil bence. Dünya değişti. Kendi kişisel coğrafyasıyla yetinmiyor, bir şekilde uzaklarla bağ kuruyor insanlar.
Yakın çevremizde iyi bir insan olmak yetmiyor. O zaten olması gereken. Bir rumuz edindiğimiz an küfretmeye, hakaret etmeye, bir de artık fena hâlde kabak tadı vermiş olan trollemelere başlıyorsak, uzaklara gidince "nasıl olsa beni bir daha görmeyecekler!" düşüncesiyle hoyrat davranıyor, nezaket sınırlarını ihlâl ediyorsak asıl sorun burada.
Hâliyle, uzaktakilerle kurulan etik ilişkinin önemi arttı bugün.
Tamer Ertangil.