(1) İdam cezası gibi netameli konularda görüşler farklı farklı oluyor. Gördüğüm kadarıyla, zaman zaman hemen herkesin idama çarptırılmasını istediği bir suç türü ya da kişi oluyor. Bu ortamda kendimi marjinal hissediyorum açıkçası. Ben idama karşıyım. Hayır, öyle barış güvercini olduğumdan, karıncayı bile incitmeyecek kadar yumuşak kalpli olduğumdan filan değil. Benden çok daha iyi insanlar var. Daha ziyade Türkiye’de hukukun işleyişine güvenmiyorum ben. “Bağımsız ve tarafsız yargıçlar” ifadesini duyunca insanı bir gülme alıyor. Fıkra gibi. Türkiye’de hukuk kadar siyasetle iç içe geçmiş, hukuk kadar bağımlı ve güdümlü bir alan daha yok. O yüzden, kusura bakmasınlar, hâli hazırda yargıçların her konuda adil ve bağımsız bir şekilde karar verebileceğine inanmıyorum. O kadar ki, hani çocuğum olsa “aman” derim, Türkiye’de hukuk fakültesini yazma da ne okursan oku. Git veteriner ol, maliyeci ol, kaynakçı filan ol. Ne hukuku?
İdama karşı olmamdaki ikinci gerekçe ise toplumumuzdaki “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” yaklaşımı. Ben bugün biliyorum ki, değil bir cemaatin kapısından geçmek, değil bir tarikata mensup olmak, değil bir terör örgütüne sempati duymak, borcunu zamanında ödeyen, işini elinden geldiğince yapan, bir kez olsun doktordan yalan yere rapor alıp işi asmamış bir memur bile, açığa alınsa veya ihraç edilse, insanımız “vay be, demek o da teröristmiş” diyebilir. Pekâlâ der. “Vardır abi bir şeyler. Vay şerefsiz!” diye de ekler. Şu ülkede sana gıcık giden birisi durduk yere iftira atsa, haksız yere ihbarda bulunsa filan başın pekâlâ derde girebilir. Kimse bakmaz gözünün yaşına. Güçlü değilsen bir hiçsindir zaten. Düşene bir tekme daha vururlar. 80 milyon nüfus var. Yerini dolduracak adam mı yok? Çok yakından tanıyan 3-5 kişi sana inanır elbet. Ama seni tanımayanlar için, hani birkaç hafta önce sokakta zabıtayla vatandaşın ortaklaşa dövdüğü tatlıcı vardı ya, onun gibi bir hiçsindir. İnsanımızın bir iftiranın gerçekliğine inanma hızı ışık hızıyla yarışır düzeyde. Bire bin katmaktaki performansımızsa zaten rakipsiz. Kişisel konular bir yana, şunun şurasında birkaç sene öncesine kadar bu toplum ergenekon örgütü denen kurguya inanıyorken, şahsen Türkiye’de idam cezası olsun istemem. Teknoloji bu denli ilerlemişken sahte delil üretmek hiç de zor değil. İftira atmak da öyle. İftira: İnsanlığın en acınası, en kötülük yüklü eylemi. Ha, haksız yere hapis yatan kişi sonradan çıkar belki, geç de olsa aklanır. Ama idam edilip tahtalı köyü boyladıktan sonra haklılığın anlaşılsa ne fayda? O delillerin sahte olduğu ve birilerinin sana iftira ettiği sen öldükten sonra ortaya çıksa n’olur, çıkmasa ne?
Bina yeterince sağlam değil ki üzerine kat çıkılsın? Pek çok insan her halükârda idamı destekliyor, görüyorum. Varsın azınlıkta kalayım, sıkıntı değil.
(2) Kafamda ütopik bir fikir var. Neden manastır yaşamı yalnızca Budistlere ve Hıristiyanlara özgü bir seçenek olsun? Gündelik koşuşturmacalardan el etek çekmek isteyen kişilerin ille de dinî sebepleri olması gerekmiyor. Ziyaret ettiğim manastırlardan etkilenmiştim. Bunun birincil sebebi içinde yaşayanların dış dünyanın hengâmesinden uzak bir yaşam sürdürüyor olmaları, ikincisi ise mimari incelikti. Kafamda dünyevî bir manastır hayali var. Dinî olmayan manastırlar. Modern çağımızda felsefe, edebiyat, resim, heykel ve müzik gibi disiplinler “yapma demiyorum, hobi olarak yine yap” tavrıyla ele alındığı için bunlara gereken önem verilemiyor. İnsanlar iş ve aile hayatlarıyla öylesine meşgul ki, kafalarını kaldıracak zaman bulamıyorlar. Çoğunluk zaten kalan vaktini televizyon karşısında heba ediyor. Arada olansa ince ruhlu azınlığa oluyor; zira bu düşünsel ve sanatsal ilgi alanları geçiminizi sağlamanıza yetmiyor. Örneğin felsefe ile ancak bir öğretmen ya da akademisyen sağlayabiliyor geçimini. Sınırlı kalmaya mahkum bir kadro.
Manastırlar bu bakımdan bir çözüm olabilirdi. Seküler Manastır Hareketi. Neden olmasın? Müzisyenler Manastırı’na çekilenler besteleri üzerinde çalışabilirdi aylarca. Kitap okumak, kafa dinlemek ve düşüncelerini derleyip toplamak isteyenler için bir Okuma Manastırı kurabilirdik pekâlâ. Ressamlar Manastırı, Felsefe Manastırı ve saire. Buradaki can alıcı nokta şu: Evimizde de inzivaya çekilebiliriz; ancak evde yalnızızdır. Benzer konulara ilgi duyan insanlarla bir araya gelmemiz kolay değil. Ayrıca işe gitmezsek hayatımızı idame ettiremeyiz. Oysa manastırda herkesin belirli bir görevi olsa, günde 2-3 saat çalışmak hayatın idamesi için yeterli olurdu. Birisinin görevi hayvanları yemlemek ve çobanlık olabilir mesela. Bir diğeri bahçeyle uğraşıp sebze yetiştirebilir. Bulaşık, çamaşır, mıntıka temizliği ve yemek filan. Dur yolcu! Manastırımızda inzivaya çekilmek ve dünyevî dertlerden azade bir ortamda sanatsal faaliyetlerini yürütmek istiyorsan, senin de bu işbölümünde bir görevin olacak! Ha, bir de öyle gürültü yapmak yok. Sessizlik hakim olmalı. Havadan sudan muhabbet yasak hemşerim. Sohbet odası olmalı bir tane. Konuşacak olanlar oraya geçsin. Fikir tartışması ve bilgi alışverişi. Ama -mesela- okuma odasında çıt çıkmayacak. Vallahi müthiş olurdu. Hayatımızın bir döneminde de olsa, şöyle 7-8 ay olur, belki birkaç yıl olur, inzivaya çekilir, estetik ve entelektüel gereksinimlerimizi karşıladıktan sonra kent hayatına dönerdik. O koşuşturmaya, aceleye, curcunaya, para kazanmaya. Hayat gailesi denen işlere. Bence güzel olurdu. Ne kadar dayanırdım bilmem. Belki birkaç ay, belki bir ömür boyu. Yine de el altında böyle bir seçenek olsun isterdim. İnsanlık böylesine güzel bir olanağı neden yalnızca Budistlere ve Hıristiyanlara bırakmış, neden onlardan ilham almamış, anlamak güç.
Bazılarımızın, belki çoğumuzun zaman zaman inzivaya çekilmeye ihtiyacı var.
(3) Hazır OHAL var. İnsanlar -özellikle memurlar- Türkiye gündemini değerlendirmek yerine sessiz kalmayı tercih ediyor, malûm. O hâlde rahatlıkla uzakları, yani ABD seçimini konuşabiliriz. Bugün herkesin dilindeydi zaten -öğrenciler dahil. Bence Trump’ın kazanması şaşırtıcı olmakla birlikte bazı bakımlardan memnuniyet verici. Artık “politically correct” denen, çevir kazı yanmasıncı, herkese hitap ederimci, nabza göre şerbet verir, herkesin hassasiyetine dikkat ederimci ve en nihayetinde riyakâr olan tavır kaybetti. Artık LGBT, feminizm, çevrecilik, etnik ve dinî kimlikler gibi kimi mikro-politikalara yaslanan ve ağzını açsan “nefret söylemi bu!” diye fırça atan söylemlerin ne kadar etkisiz olduğu ortaya çıkmış oldu. Düşüncelerini söyleyenlere derhal İslamofob, cinsiyetçi, ırkçı, türcü, şucu, bucu gibi yaftalar yapıştırma siyaseti -çok şükür- dibe çöktü. Geçmiş olsun. Her kesimin onayını alacağım, herkesten alkış alacağım, en çok “layk” alan ben olacağım anlayışı gümledi. Darısı Avrupa’nın başına. Clintoncı şu yüzümüze gülüp canımıza okuyan anlayış kaybetti. Trump açık açık “canınıza okuyacağım!” der hiç olmazsa. Kıvırmaz. Önüne gelene dalkavukluk edip “aman hassasiyetleri kaşımayayım” diyen, yanar döner, taraflı ama tarafsızmış gibi şekil yapan, demokratlığı söylemde kalanlar kaybetti. İnsanlar karnından konuşanlardan yılmış artık kardeşim.
Bugün kaç kez duydum: “Ama Trump İslam düşmanıymış :(“ Ee, n’apacaksın? Milli irade böyle tecelli etti işte. Demokrasi böyle bir şey. %50.0001’e karşı %49.9999 ile kaybetme ihtimalin var. Kusura bakmayacaksın. Vatandaşın tercihine saygı duy bakalım.
İçten içe Trump kazansın istedim hep. New York Times, Washington Post ve diğer büyük yayın organlarını takip ederim. Pocket denen bir uygulamayla makaleleri indirip e-kitap okuyucumda okumak en büyük zevklerimdendir. “Trump aptalın teki, patavatsız ve ölçüsüz” diyen, gülünç karikatürlerini çizen, saç modelinden ötürü onu kimi hayvanlara benzeten, en önemlisi de “üniversite okumamış erkek ve beyaz ABD’liler Trump’ı destekliyor” gibi küçümseyici ifadeler kullanan, bir nevi “bidon kafalı cühela takımı Trump’ı destekliyor” diye aklınca insanları aşağılayan ana-akım medya boyunun ölçüsünü aldı. Bir düşünceni söylersin vay efendim İslamofobik, başka bir şey dersin aman efendim ırkçı, bir başka konu olur vay efendim cinsiyetçi. Geçiniz bunları. Bir arkadaşımın çok güzel ifade ettiği gibi, sanıldığı kadar umursanmıyorsunuz arkadaşım. Bu ne idüğü belirsiz politically correct/doğrucu söylemleriniz kabak tadı verdi. Varoluşunu tek bir kimliğe indirgemiş, kendilerini kutsal bir haleyle donatmış ve hiçbir eleştiri kabul etmeyen, kendilerine laf edeniyse çeşitli sıfatlarla itham eden o hassasiyet grupları: O kadar da önemli değilmişsiniz hacı. Bak, içinizden Trump’ı destekleyenler bile çıktı.
Bir münazara esnasında Clinton’ın Trump’ı küçümseyen jestlerine tanık olduğumdan beridir “inşallah Trump kazanır” diye geçiriyordum içimden. Kalbim temizmiş demek ki.
(4) Atatürk sevgisini ilkokulda edindik. Klasik cümlemiz “Atatürk yurdumuzu düşmanlardan kurtardı!” idi. Yetişkinliğe adım attıkça bu konuda bol bol okudum. Bilen bilir: İletişim Yayınları’nın bir ansiklopedisi vardır. Bir de onun Kemalizm cildi. Anlamaya çalıştım. Mustafa Kemâl ve genç Cumhuriyet dört bir koldan eleştiriliyordu. Açıkçası, özellikle kusurlu ve hatalı noktalar ilgimi çekerdi. İstiklâl Mahkemeleri, idamlar, Dersim Harekâtı, isyanlar ve saire. En çok rastladığım ifade ise Türk halkının bu rejimi benimsemediği, bu gömleğin ona zorla giydirildiği şeklindeki yargıydı. İslamcısından sosyalistine hangi yazara baksam benzer ifadeler duyuyordum. Yazarlara göre Cumhuriyetin kurucu kadroları Batı mukallidiydi. Laiklik Fransa’dan, medenî kanun İsviçre’den, ceza kanunu ise Mussollini İtalya’sından alınmıştı. Okuyup anlamaya çalışıyordum. Hani “Mustafa Kemâl’i putlaştırıyorsunuz!” derler ya, ne putlaştırması yahu, bildiğiniz eleştiri metinleri, hatta ithamlardı okuduklarım. Gayet rahattı herkes. Eleştiri gırla gidiyordu. Kızmıyor, metinlerle arama mesafe koyuyor, önyargılarımı parantez içine alıyordum. Aradan geçen yıllarda esen “demokrasi rüzgarı” ile birlikte gördük ki, bir dönem demokrat olmanın yolu Mustafa Kemâl’e hakaret etmekten geçer olmuştu adeta. Sosyal ağlarda, kahve köşelerinde, berber dükkanlarında işitir olmuştuk çocukken duymadığımız -ve artık epey bayatlamış- o ithamları.
İnsan zamanla az çok olgunlaşıyor. Giderek fark ettik ki bir uygulamanın doğduğu yer değil o uygulamanın kendisidir önemli olan. Bugün Afganistan’a veya Suudi Arabistan’a bakıyorsun, bir de kör topal da olsa işleyen Türkiye’deki medenî kanuna bakıyorsun, İsviçre’den alınmış olması önemini yitiriyor. Sonuçta “kökü dışarıda” da olsa doğru doğrudur diyorsun. İnsan hayatını yücelten, onun haklarını koruyan, işkenceyi yasak eden, daha zayıfı gözeten bir sistemi hak ediyoruz hepimiz -çağdışı, eleştiriye kapalı başka yapıları değil. Zamanla bakıyorsun, hep kusur aranmış, iyi de, Mustafa Kemâl ve Cumhuriyetin kurucu kadroları hilafeti ve saltanatı yürürlükten kaldırmış mesela. İnsanlar şurada bile düşüncelerini açıklamaya çekinirken, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganı dahi başkaları incinmesin diye atılmaz olmuşken, adam taa o zaman korkusuzca büyük atılımlar yapmış. Bazı öncü kişilikler hakikaten tarihe yön veriyor. Yiğidi öldür hakkını ver şimdi.
Tamam, daha ileriye, ilerici, seküler, çağdaş ve eşitlikçi bir vizyona evet. Daha insanca bir yaşama doğru ilerlemeye evet; ama hunharca eleştirirken anakronizme düşmemek ve tehlikeli alternatiflerin pusuda beklediğini de göz ardı etmemek lazım. Ben artık Mustafa Kemâl’in adı geçtiği an “ama” denmesini, Cumhuriyet’in kazanımlarını takdir etmeden, atılmış kimi ilerici adımları görmezden gelerek doğrudan doğruya kusurlu noktaların vurgulanmasını açıkça kötü niyetli buluyorum.
Ve evet, ilkokulda edindiğim sevgiyi, yıllar sonra, hem de bu kez çok daha bilinçli bir şekilde muhafaza ediyorum.
(5) Ya şimdi “SAPIKLAAAR!” deyince konunun özünü ıskalıyoruz gibi geliyor.
Hukuk, toplumsal ilişkileri düzenleyen bir disiplin. Dolayısıyla tamamen dünyevî bir konu. Bir yasa tasarlanırken insanlar tartışır, gerekçe ve itirazlarını ortaya koyar ve mükemmel olmasa da daha insanî bir çözüm getirir. Mükemmellik tehlikeli bir iddia zaten; zira mükemmellik iddiasındaki bir inanç uğruna insanların canına okumamız mümkün. O yüzden bir nebze tevazu gösterip mükemmeli değil fakat daha iyi olanı hedeflemekte yarar var.
Toplumsal ilişkiler dünyevî mevzulardır; uhrevî değil. Bu sebeple, toplumsal ilişkileri düzenleyen herhangi bir yasanın tasarlanmasında İslam’a ya da başka bir dine referans vermek lüzumsuz. Bu ister 13 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesi, ister köleliğin kaldırılması, ister lokantaların hangi gün ve saatlerde açık olup olmayacağı, isterse kız çocuklarını okutma meselesi olsun -fark etmez. İnsanî bir mesele söz konusu olduğunda sorunu insanlar çözer. Her konuda “peki İslam bu konuda ne söylüyor?” diye ilahiyatçıların iki dudağının arasına bakmak veya hadislerin ve ayetlerin insafına kalmak yanlış. Zihinsel, psikolojik ve fizyolojik bakımdan reşit olma ve sorumluluk alma yaşının 18 olmasını, sırf "İLKİN BATI'DA ÖYLE BELİRLENDİ" diye reddetmek gülünç. Yalnızca gülünç olsa iyi, bunun varacağı yer medeniyetten fersah fersah uzaklaşmak olur: Dün CNNTürk'te adamın biri 13 yaşındaki bir kızın evlendirilmesinin İslam’a uygun olduğunu söyledi mesela. Oysa bu konuda, bu gayet dünyevî ve toplumsal konuda İslam’ın ne dediğine bakmamıza gerek yok. Her konuda “ya inşallah dinimiz bu konuda güzel şeyler söylüyordur” diyen bu tutumla işimizi şansa bırakmış oluruz. Ayrıca çocuk ailenin malı değil. (Bu ayrı bir tartışma konusu gerçi.)
Bir de bu mevzularda kentli ve eğitimli insanların düştüğü bir tuzak var: Çözümü “aslında İslam'da öyle bir şey yok” gibi politik doğruculuk kokan bir tavırla geçiştirmek. “Aslında doğru İslam öğretilse sıkıntı kalmaz” gibi, söylerken kendilerinin bile inanmadıkları, bir tuhaf önerme.
Şimdi biz, özgüvenle, açıkça, göğsümüzü gere gere “İslam ne derse desin, 18 yaşının altındaki insanların evlendirilmesini doğru bulmuyorum” diyemiyorsak hiçbir konuda fikir beyan etmeyelim bence. Her konuda, sanat, edebiyat, felsefe filan rahatça konuşurken, toplumsal bir konuda karşındaki kişi "ama İslam'a göre böyle" deyip seni susturacaksa, korkup susacaksak, hiç konuşmayalım, aklımızı askıya alalım daha iyi.
13 yaşında bir bireyin evlendirilmesinin apaçık yanlış olduğunu herhangi bir dinî kaynağa bakmaksızın dillendirebilmemiz gerekir. Çünkü bu dünyevî bir mesele.
Ve dünyevî meseleleri insanlar, tartışarak, zaman içerisinde çözer.
(6) Eskiden bir kitabı ancak kafam rahat olduğunda okuyabiliyordum. Şimdiyse kitap okurken kafam rahatlıyor. Bu geçişi ne ara yaşadım bilmiyorum. Yaz mevsimini seviyorum. Kışı da öyle. En azından ne oldukları belli. Gelgelelim şu uğursuz Ekim ve Kasım aylarında varoluş kudretim azalır hep. Birkaç haftadır ruh gibi dolaşıp duruyorum ortalıkta. Ne bir işi kotaracak mecalim ne de bir davete icabet edecek hevesim var. Bugünlerde hayat gailesinin getirdiği kaygıları askıya almak istediğimde edebiyata sarıyorum. Gerçekten de alıp başka diyarlara götürüyor beni. Yazın (insanı yaşama sevinciyle doldurup taşıran o kutlu mevsim!) Odessa’da gezerken bir sandalye heykeli görmüştüm. Gelip geçenler, üzerine oturup fotoğraf çektiriyorlardı. İnternette soruşturunca o sandalyenin İlya İlf ve Yevgeni Petrov adlı Odessalı iki yazarın On İki Sandalye adlı romanına bir gönderme olduğunu öğrendim. Geçenlerde o romanı okurken Ukrayna ve Rusya’nın şehirlerini hayalimde yeniden gezdim adeta. 1971 Sovyet yapımı filmini de izledim On İki Sandalye’nin. Bir heykel görüyorsun, aylar sonrasında seni önce bir kitaba, ardından bir filme, nihayet gezdiğin o yerlere götürüyor. Hayatta her şey nasıl da birbiriyle bağlantılı.
Bir de Paul Auster’ın Timbuktu’sunu okudum. Kitap insanoğluna dışarıdan, bir köpeğin gözünden bakmayı deniyor. Aslında hikayenin kendisinden çok, Auster’ın yalın dili, kısa cümleleri ve alttan alta milyon tane mesaj vermek için kasmaması hoşuma gidiyor. Bu üçüncü kitabı oldu okuduğum. Spielberg’in filmlerindeki gibi yalın, sıralı anlatımları seviyorum ben. Munich, Bridge of Spies ve Schindler’s List’te olduğu gibi, olayların karmakarışık olmadığı, izlerken ya da okurken kendimi ALES sorusu çözüyormuşum gibi hissettirmeyecek anlatıları seviyorum.
En çok da Knut Hamsun'un Dünya Nimeti’ni sevdim. Yabani hayatın orta yerinde toprağı sürerek, taşları ayıklayarak, binbir uğraşla ekilebilir alan yaratan Isak ve Inger’in küçük dünyaları. Öte yandan Into The Wild filmindeki gibi tek başınalığı yüceltmiyor. Çekirdek aile var. Biraz uzakta da olsalar, İsak’ın saban, bel ve pulluk gibi aletleri temin ettiği ve ticaret yaptığı köylüler var. Öyle mutlak bir yalıtılmışlık söz konusu değil. Zaten en sevdiğim şey, bireyselle toplumsalın dengelendiği bir hayat. Ne mutlak tekillik ne de boğucu bir çoğulluk.
Henüz yarısına geldim ama bu romana bayıldım. Behçet Necatigil’in müthiş çevirisi de bunda etkili tabi.
(7) İtfaiye geç gelmiş. Yangın merdiveni kilitliymiş. Bu teknik konular önemli. Ama işin arkaplanı var bir de. 11 yaşında, 12, 13 yaşında çocukların, anne-babaları sağ ve üstelik birlikte olmalarına rağmen, dinî eğitim adı altında başkalarına emanet edilmesi baştan yanlış bir kere. Öksüz ve yetim çocukların barınma ihtiyacı devlet tarafından giderilmek durumunda. Orası ayrı; ama o yanarak ölen kızlar ne öksüz ne de yetimdi. Öğretmenler bilir. Son yıllarda artan bir eğilim bu: Ver çocuğu şu tarikatın ya da bu cemaatin yurduna, orada yatıp-kalksın, abileri ablaları onlara İslam’ı öğretsin, sabah namazına filan kaldırsın, bir de ders çalıştırsın. Velisiyle görüşmek istersin, yurttan eğitmen, belletmen, abi, her neyse artık o gelir. Gerçi “Batı medeniyetinin bir dayatması” deniyor ama, ben reşit olma eşiğini çok önemsiyorum. Reşit olmamış bireylerin, onun bunun yurdunda yatıp kalkmasını ve dinî ya da ideolojik eğitime tabi tutulmasını İNSAN HAKLARINA AYKIRI buluyorum. Bir kere çocuğu bir hiç yerine koymuş oluyorsun; çünkü çocuk anne-babanın malı gibi ele alınıyor: “ÇOCUK BENİM DEĞİL Mİ? İSTEDİĞİM YERE VERİRİM!” Değil kardeşim. Çocuk toplumun da çocuğu. Ayrıca bir birey. Bir insan. Onu öyle dilediği gibi eğip büksünler diye birilerine teslim ederek insanlık suçu işliyorsun. Beşe giden kız çocuğuna başörtüsü takmasını söyle, üzerine “aferin kızım, çok güzel oldu. Sakın çıkarma!” de, çocuk seve seve ikna olur zaten. Herkes kabul görmek, takdir edilmek ister. Küçük yaştaki bireylerin yönlendirilmeye ne kadar yatkın olduğu sır değil. Üniversitelerde ikna odaları kurulduğu ve kızlara başörtüsü kullanmamaları yönünde telkinde bulunulduğu bilinir. Yanlış; ama hiç değilse onlar reşitti. Şimdi başını örtmesi yönünde telkinde bulunulan insanlar bildiğin çocuk. O yanlıştı da bu doğru mu sanki? Üniversitedeki kız öğrencilerin başörtüsü takmalarına karşı değildim. Kendi kararlarıydı; ama malûm, ayarsız ülkeyiz. Bugün beşe, altıya giden kızlar, daha bildiğin çocuk, yüzleri bile çocuk, yusyuvarlak, elmacık kemikleri bile belirgin değil, ailenin zoru ya da ikna etmesiyle başını örtüyor veya kimi cemaat yurtlarında kalıyor. E hani ikna odaları kötüydü? Çocukları yurtlarda ikna ediyorsunuz ama?
Türkiye derin bir yarılma yaşıyor. Ciddi anlamda bir medeniyetler çatışması. Bir kesim artık insan hakları, güçler ayrılığı, laiklik, demokrasi, bireyin biricikliği, medenî kanun, Latin alfabesi ve karma eğitimi kayıtsız şartsız reddediyor; zira ne kadar insanî olursa olsun tüm bunların “kökü dışarıda”. Oysa bu saydıklarım kutsal ve sorgulanamaz metinlere değil, insan-yapımı bir uygarlığa dayanıyor. Dolayısıyla eleştiriye ve değişime açık. Tam da bu yüzden daha iyi. Üstelik herkes belirli bir inanca göre şekillensin diye bir dayatması yok. Dinî inançlar bu çağdaş uygarlığın içinde bireysel olarak zaten yaşanabiliyor. Bu da işin artısı.
Öğrencilere ve velilere söylerim bazen. Olağanüstü bir durum yoksa çocuk reşit olana dek aileyle kalmalı.