Sabahleyin kahvaltıdan sonra öğrencilerimi staj yerlerine uğurluyorum. Camdan seyrediyorum. Araca bindiklerini görmeden içim rahat etmiyor. İlk günler doluydum. Şimdi gündüzleri boş vaktim oluyor. Bu fırsatı müze ve sanat galerilerini gezerek değerlendiriyorum. Bir de mimarî kimi eserleri ve sokakları işte. Yöresel yemekleri tadıyorum ya da.
Bugün Biscainhos Müzesi’ne gittim. Müze dediysem, on yedinci yüzyılda yapılmış bir konak aslında. Braga’da stajyerlik yapan öğrenciler ilgileniyor ziyaretçilerle. “Diğer konuklarımıza katılır mısınız? Daha derli toplu bir sunum olur” dediklerinde “elbette” dedim -memnun olurum. Diğer konuklar yaşlı bir çiftti. Şiir gibi İngilizce konuşan bir kadın ve onun güleryüzlü kocası. İnsanları rahatsız etmeyi sevmem. O yüzden “hello!” diyerek her lafa atlamam; ne var ki bu kez sohbet kendiliğinden gelişti. Hayranlıkla, tablolardaki simgeleri, mobilyaya dair ayrıntıları ve yemek odasında çalan klasik parçayı konuşuyorlardı. İlgiyle dinliyordum. Hani kimi insanlar vardır, üç saat konuşsa sıkılmadan dinlersiniz -öyleydi işte.
Portekiz’e çayın nasıl getirildiğinden bahsetti sonra. Ağır bir tempoyla. Tarihe hakim birisi. Çin, Türkiye ve Rusya’da çaya “çay” denmesinden, diğer pekçok ülkede ise “tea”, “ti” ve “tee” gibi sözcükler kullanılmasından konuştuk. Nasıl oldu bilmiyorum, sohbete dahil oldum bir şekilde. Derken kaynaştık. Hollandalılarmış. Teyzemiz dil ve tarih profesörüymüş. Şaşırmadım.
Yetmişlerinde, belki seksen yaşında, iki büklüm ama gözlerinde ışıltılı, feri sönmemiş bir bakışla, binanın mutfağındaki kepçelerin, tencerelerin karşısında bile heyecanla, ilgiyle anlattıkları hayata nasıl da tutunduğunu, ne denli güçlü bir merak duygusu taşıdığını kanıtlıyordu. Bir yazı okumuştum. Böyle insanların daha uzun yaşadığı, dünyaya ilgi duymayan, amacı olmayan, azmetmeyen insanlarınsa daha çabuk çöktükleri, emekli olur olmaz depresyona girdikleri filan yazıyordu. Ne kadar doğrudur, istatistiksel veri var mıdır elde bilemem ama insana, tarihe ve eşyaya duyduğu o sınırsız merak duygusunun profesörü hayata nasıl da bağladığını gözlerimle gördüm. Her odada yeniden büyüleniyor, her ayrıntıya hayranlık duyuyordu. Müthiş bir dikkat.
Türkiye’den konuştuk sonra. Türkiye’de iki yıl kalmışlar. Gaziantep, Mardin, Antalya ve İstanbul -neresi aklınıza gelirse. Zeugma Müzesi’ni öve öve bitiremedi. “Çok güzel bir ülkeniz var genç adam” dedi ve “Zeugma’yı görmemiş olmana şaşırdım!” diye ekledi. Haklısınız dedim, “it’s a shame.” Uzaklara duyduğum merak yakınları ihmâl etmeme sebep oldu Hanımefendi. “Ben de öyleyim” dedi: Yanı başımda olanı erteler, uzakta olana heves ederim.
“Burayı gezmek güzel ama sizi dinlemek daha güzeldi” dediğimde bunun mutlu bir tesadüf (serendipity – tevafuk??) olduğunu söyledi. Yorulmuştu. Oturup dinlendi. Keyifli bir gün dilekleriyle vedalaştık.
Böyle meraklı, boş vermeyen, her ne yapıyorsa onu ciddiye alan ve ölünceye dek hayata olan tutkusu hiç bitmeyen insanları seviyorum.
21 Mart 2018 - Braga/Portekiz.